• Sonuç bulunamadı

Hayır 5. Sembolik 6 Stereotip 7 Hayali 8 Etnik değil

D. Modernizmin Yeni Toplumsal ve Siyasal Formu: Millet ve Ulus Devlet

1. Millet 81 ve Milliyetçilik

Milletler ve milliyetçiliğin, gerek ne olduğu, gerekse ne zaman ve nerede ortaya çıktığı henüz üzerinde uzlaşılabilmiş bir konu değildir; literatür çok farklı görüş ve tartışmaları barındırmaktadır. Bu nedenle, her iki kavram da, literatürdeki tartışmalar ışığında, ayrıntılı olarak incelenmek durumundadır.

a. Milliyetçilik

Milliyetçiliğin ortaya çıkışı82, kökeni, türleri83 ve modern bir kavram olup olmadığı konusunda tartışmalar, çok farklı argümanlar ve oldukça geniş bir literatür

79

Tam da bu noktada dünyanın küreselleşen yüzünü resmetmeyi amaçlayan –Kuzey-Güney, Doğu- Batı, merkez-çevre, gelişmiş-gelişmemiş-gelişmekte olan, Birinci-İkinci-Üçüncü Dünya gibi– kavramların hemen hepsinin Batı tarafından icat edilmiş olduğuna dikkati çekmek gerekir. Bu terimlerin kullanımı Avrupa merkezci olmasına rağmen, genel kullanımın bir parçası haline geldiği için bu çalışmada da kullanılmaya devam edilmiştir.

80 Burada normal olan toplumlar Batı toplumları ve elbette normal olmayan toplumlar da Batılı olmayan toplumlardır.

81 Bazı düşünürler, “nation” kavramının Türkçe’deki karşılığının bir dinsel topluluğu ifade eden “millet” kavramından ziyade, seküler bir anlam yüklemesi ile “ulus” kavramı ile karşılanması gereği üzerinde durmaktadırlar. Çünkü “etimolojisindeki dinsel anlam doğrultusunda millet sözcüğü daha çok aynı dine inanan insan topluluklarını ifade ederken, Moğolca kökenden gelen ve ‘nation’ sözcüğü karşılığında kullanılan ‘ulus’ sözcüğü daha çok, farklı bir etnik topluluğu belirtmektedir.” (Uzun, 2003: 132). Ancak bu çalışmada, Arapça kaynaklı bir sözcük olan “millet”, “ulus” kavramıyla aynı anlamda kullanılmaktadır.

82 Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Johann Gottfried Herder tarafından kullanılmıştır. 17. yüzyılda İngiltere’de, 18. yüzyılda ABD ve Fransa’da, 19. yüzyılda Almanya’da halkın siyasal katılımının giderek yaygınlaşması milliyetçiliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Milliyetçiliğin ilk ne zaman ve nerede ortaya çıktığı araştırmacıdan araştırmacıya değişmektedir. Milliyetçilik, Greenfeld ve Hastings’e göre İngiltere’de, Alter’e göre Fransa’da, Breuilly ve Kedourie’ye göreyse Almanya’da doğmuştur. Tüm bu araştırmaları birleştiren nokta, milliyetçiliğin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığı görüşüdür. Anderson ise milliyetçiliğin doğum yeri olarak Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini göstermektedir (Özkırımlı, 2008: 193).

83 Milliyetçilik üzerine çalışanların, milliyetçilikleri çeşitli sınıflandırmalara tabi tuttukları görülmektedir. Örneğin; Louis Snyder, milliyetçilikleri dönemlere ayırmıştır. Bu dönemler, 1815-

112 bulunmaktadır. Peki ama milliyetçiliği tanımlamak neden böylesine zor görünmektedir? Bu soru Balibar’dan bir alıntı yapılarak yanıtlanacak olursa; “Çünkü öncelikle bu kavram hiçbir zaman tek başına işlev görmez, her zaman hem en önemli hem de en zayıf halkası olduğu bir zincirin içinde yer alır. Bu zincir sürekli olarak (…) zenginleşmiştir: yurttaşlık, yurtseverlik, popülizm, etnizm, etnosantrizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm, jingoizm...” (Balibar, 2000b: 62).

Milliyetçilik, kendini çağlara, siyasal rejimlere, ekonomik ve toplumsal yapılara uyarlayabilen ve bu nedenle de yer ve zamana göre farklılaşabilen oldukça dayanıklı bir ideolojidir.84 Yapısal koşullara, yere ve zamana göre belli olguları temel alarak varlığını büyük ölçüde sürdürebilen milliyetçiliği Smith şu şekilde tanımlamaktadır: “Milliyetçilik bukalemunvaridir, rengini bağlamından alır. Bu sonsuz kere yönlendirilebilir, şekil verilmeye ziyadesiyle müsait inanç, hissiyat ve sembollerden mürekkep dokuyu anlamak yalnızca her bir özgül durum içinde mümkündür...” (Smith, 2004: 129).

(1) Milliyetçiliğin Tanımı

Smith, milliyetçiliği; “hal-i hazırda ya da potansiyel olarak bir ‘millet’i kuracağı bazı mensuplarınca farzedilen bir halk adına özerklik, birlik ve kimlik edinmek ve bunu sürdürmek için oluşturulan ideolojik bir hareket” olarak tanımlamaktadır (Smith, 2004: 121). Smith, milliyetçiliğin doktrinine dair 1871 ‘birleştirici’ milliyetçilik, 1817-1900 ‘dağıtıcı’ milliyetçilik, 1900-1945 ‘saldırgan’ milliyetçilik ve 1945-? ‘modern’ milliyetçilik olarak adlandırmıştır. Carlton Hayes, milliyetçilikleri ‘hümanist’, ‘geleneksel’, ‘jakoben’, ‘liberal’, ‘birleştirici’ ve ‘iktisadi’ milliyetçilik olarak adlandırmaktadır. Hans Kohn’un geliştirdiği ikili tipoloji ise, ‘Batılı-isteğe bağlı’ milliyetçilik ve ‘Doğulu-organik’ milliyetçiliktir. Kohn’un ayrımından yaralanan Smith ise “toprağa bağlı (teritoryal) milliyetçilikler” ve “etnik milliyetçilikler”den söz etmektedir. Milliyetçiliğin ortaya çıktığı toplumsal yapı göz önüne alındığında ise, ‘azgelişmiş ülke milliyetçiliği’, ‘Batı tipi’ veya ‘modern milliyetçilik’ olarak adlandırılmaktadır (Uzun, 2003: 140; Özkırımlı, 2008: 60, 61).

84 Batı’da ilk ortaya çıktığı dönemde etnik, dini, kültürel vb. özelliklerden çok, vatandaşlığa dayanan ve ulus-devletle vatandaşı arasındaki bağı ifade eden klasik liberal milliyetçilik, 20. yüzyılda temelde ortak soy düşüncesine dayanan etnik unsurları öne çıkararak etnik milliyetçilik şeklini almıştır. Günümüzde ise, özellikle İslam ülkelerinde dinin etkin olduğu bir milliyetçilikle karşılaşılmaktadır. Diğer ideolojilerle olan ilişkileri dikkate alınacak olursa, erken dönem Batı milliyetçiliklerinin, Fransız Devrimi’nin etkisiyle liberal özlemler içinde ve ilerici bir hareket olduğu söylenebilir. Buna karşılık, 20. yüzyılın ilk yarısında milliyetçilik, çoğunlukla otoriter, anti-demokratik ve faşist eğilimler taşıyan tutucu ideolojilere eklemlenerek şekillenmiştir. Almanya’da Nasyonal Sosyalizm, İtalya’da Faşizm ve İspanya’da Frankoculuk bu durumun somut örnekleridir. Meşrulaştırdığı ulusal niteliklere ve eklemlendiği düşüncelere göre de sağcı ya da solcu, ilerici ya da gerici, ılımlı ya da aşırı milliyetçiliklerden söz edilebilir.

113 formülasyonunda devletten hiçbir biçimde söz etmemeye kasıtlı olarak özen göstermekte ve milliyetçiliği “devletin değil, milletin ideolojisi” olarak kabul etmektedir. Smith, bize milliyetçiliğin, esasında odağında kültürel bir doktrin olan siyasal bir ideoloji olduğunu anlatır. Milliyetçiliğin önemi de her şeyden önce bir

ideoloji olarak siyasal bir nitelik taşımasından kaynaklanır. “Milliyetçilik, bir siyasi

doktrin ve siyaset üslubu olmaktan ziyade tınısını yerküreye yaymış bir kültür – bir ideoloji, bir dil, mitoloji, sembolizm ve bilinç – biçimi ve millet de anlam ve önceliği bu kültür biçimi tarafından önvarsayılan bir kimlik tipidir. Bu anlamda millet ve milli kimlik milliyetçiliğin ve taraftarlarının bir yaratısı olarak görülmelidir.” (2004: 147).

Gellner da milliyetçiliğin, ulusların öz bilinçlerine uyanma süreci değil; bir

icat olduğunu belirtir. Gellner’a göre, milliyetçilik, önceden var olan kültürel

toplulukları milletlere dönüştürerek “olmadık yerde millet icat eder”ve genellikle de söz konusu süreçte, o milleti farklı kılan bazı emarelere ihtiyaç duyar (Gellner, 2007: 24). Milliyetçi ideoloji, ulusal dayanışmanın yaratılması ve sürdürülmesi için milleti oluşturan unsurlar ile devlet kurma süreçleri arasında nesnel bir ilişki kurmaya gayret etmektedir. Ulusal dayanışma, genellikle dinsel ya da dilsel bütünlüğe dayandırılır; var olan ya da geçmişteki devlet toprakları üzerinde yer alan topluluk üyeleriyle birlikte sahip olunan ortaklıklar ve siyasal coğrafyadaki doğal bölünmelerin ayırdığı ‘öteki’lerle olan farklılıklarla beslenir.

Milliyetçilik, “farklı, fakat bir Öteki’nin egemenliği altında kalan bir söylemdir” (Chatterjee, 1996: 42). Çünkü milliyetçilik, “Öteki’nin sosyo-kültürel egemenliğinden mustarip bir entelijansiya tarafından ideoloji olarak –sonrasında ise siyasal bir hareket olarak– tam anlamıyla icat edilir.” (1996: 122). Baskın Öteki’yi hem taklit, hem de tenkit eden bu stratejide entelijansiyanın amacı, üyelerinin bu Öteki’nin caka sattığı değerleri ve hatta daha iyilerini keşfetmelerini sağlamaktır. Kapitalizmin ve Batıcı akılcılığın dünyasında yerini alan esasen baskıcı bir ulus- devleti ortaya çıkarmış bütün sömürge karşıtı milliyetçi hareketler, bunun böyle olduğunu göstermektedir (Jaffrelot, 2010: 63).

Milliyetçiliğin, liberalizm ve faşizm gibi olgulardan ziyade, akrabalık ve din gibi olgularla düşünülmesi gerektiğine değinen Anderson, milletleri “hayal edilmiş

114

cemaatler” olarak tanımlamaktadır (Anderson, 2009: 20). Ancak Anderson,

Gellner’ın “olmadık yerde millet icat etme” (Gellner, 2007: 24) formülasyonunu, “icat”ı hayal ve yaratımla birlikte değil, uydurma ve sahtekârlıkla birlikte düşünmesi nedeniyle eleştirmektedir (Anderson, 2009: 21). Çünkü Anderson’a göre, yüz yüze temasın geçerli olduğu ilkel köyler dışındaki bütün cemaatler hayal edilmiştir. Topluluklar birbirlerinden sahte ya da gerçek oluşlarıyla değil, hayal edilme tarzlarına bağlı olarak ayrıştırılmalıdır (2009: 21).

Hobsbawm, milliyetçilik terimini Gellner’ın tanımladığı biçimi ile “esasen politik birim ile milli birimin uyumlu olması gerektiğini savunan bir ilke” (Gellner, 2008: 1) anlamında kullanmaktadır (Hobsbawm, 2006: 24). Hobsbawm bu aşamada, milleti temsil eden siyasal birliğe borçlu olunan ödevlerin, kamusal ya da özel tüm diğer ödevlerden önce geldiğini belirtmektedir. Modern milliyetçiliği daha önceki dönemin etnik bağlarından ayıran da budur.

Breuilly milliyetçiliği, iktidarı (devlet gücünü) ele geçirmeye ya da kullanmaya çalışan ve bunu milliyetçi savlara dayanarak haklı gösteren siyasal hareketler olarak tanımlamaktadır (Breuilly, 1993: 2). Milliyetçilik her şeyden önce siyasetle, siyaset ise güç/iktidarla ilgilidir. Güç/iktidar, çağdaş dünyada devletin yönetimini ele geçirmeye ve kullanmaya bağlıdır. Bu nedenle de, Breuilly’e göre milliyetçiliği çözümlemeyi amaçlayan genel bir yaklaşım, öncelikle onun devlet yönetimi ile ilişkisini belirlemek zorundadır (1993: 1).

1880 sonrası dönemde, “milli mesele”nin önemi artmış ve hemen hemen bütün Avrupa devletlerinin iç politikasında ciddi bir sorun oluşturmaya başlamıştır. Bunun nedeni, artan politik hareketlenmenin Avrupa devletlerindeki hâkim düzeni tehdit etmesidir. Yönetici elitler, alt sınıfların (ve sonrasında da kadınların) dâhil edilmesiyle ortaya çıkan kitle demokrasisi tehdidi ile başa çıkabilmek için, kitlelerin istek ve eylemlerini kolektif ritüel rutinlerine ve kabul görmüş kurallarca yönetilen tekrarlı davranışlara yönlendirmişlerdir (Smith, 2004b: 85). Hobsbawm, üç temel kontrol ve dâhil etme biçiminden bahsetmektedir: festivaller, sporlar, birlikler vb. kurumların yaratılması aracılığı ile; hiyerarşik eğitim sistemi ya da kraliyet merasimi gibi yeni statü sistemleri ve toplumsallaştırma biçimlerinin icat edilmesi ile; ‘sosyal

115 uyumu ya da gerçek/yapay (artificial) topluluklara’ üyeliği kuran ya da simgeleyen ‘ulus’ gibi bir topluluğun oluşturulması ile (Aktaran, Smith, 2004b: 85).

Hobsbawm’a göre milliyetçilik, ‘icat’ını (yani icat ettiği milleti) meşrulaştırmak için sadece tarihi kullanmakla kalmaz; milliyetçiliğin içeriğinin çoğu ulus devlet, ulusal semboller gibi icat edilmiş geleneklere (invented traditions) dayanır (Aktaran, Smith, 2004b: 85). Milleti ve milli kimliği yaratma sürecinde, millet için ortak bir tarih, mitler, destanlar ve kahramanlar yaratılır. Temelde bir ideoloji olan milliyetçilik, milleti inşa sürecinde, zorunlu olarak, tarihsel olayların yarattığı gerçeklerden farklı, kimi zaman kahramanlıklara, kimi zaman da üstünlüklere dayalı bir tarih kurgular ve yaratır.85 O halde “milliyetçilik, açıkça öyle olmadığı bilinen bir şeye sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir. Renan’ın dediği gibi, ‘Tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın parçasıdır’.” (Hobsbawm, 2006: 27). Hobsbawm’ın tarihin ideolojik amaçlar doğrultusunda bir araç olarak kullanılması konusunda yaptığı benzetme ilginçtir: “Nasıl ki haşhaş eroinin müptelalarının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş, bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa her an için yeniden icat edilebilir.” (Hobsbawm, 1999: 9).

“Millet”i inşa sürecinde; milletin kurucu ataları, bu milletin çağlara yayılan sürekliliğini sağlayan bir tarihi, milli değerleri şahsında somutlaştıran kahramanları, bir dili, kültürel ve tarihi abideleri, anı mekanlarını, bir folkloru ve giysiyi, damak zevki, sembolik hayvanlar gibi kimi pitoresk ortaklıkları da icat edilmektedir. Thiesse, bir milletin bütün temsiliyetlerinin matrisini teşkil eden bu listeyi “kimlik

doğrulama listesi” olarak adlandırmakta ve bu listenin kuralcılığını önemle

85 Türk milletinin inşa süreci buna örnek verilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonrasında kurulan Kemalist Cumhuriyet’in referans ideolojisi milliyetçilik olmuştur. Bu dönemde, İslam- Osmanlı geçmişinden arındırılmış ulusal bir kimlik ve yeni bir millet (Türk milleti) oluşturmak için üstün Türk ırkının bütün medeniyetlere ebelik ettiği fikrini temel alan “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş- Dil Teorisi” hazırlanmıştır. Türklerin Asyalı köklerini öne çıkarma ve Anadolu’yu sahiplenme iddiasındaki Yunan ve Ermeni tezlerine karşı, Anadolu’nun ezeli-ebedi Türklüğü “ispat edebilmek” amacıyla Anadolu’nun ilk sakinlerinin Türklüğünü ortaya koyabilmek, bu süreçte Türk Tarih Tezi’ni biçimlendiren iki temel kaygıdır. Tez, arkeolojik bulguları kullanarak Anadolu’da Türklerin tarihi bakiyelerini ortaya çıkarmaya ve böylece bir ulus olarak Türklerin büyük bir medeniyete sahip olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Atatürk’ün, Sümerbank ya da Etibank gibi isimlendirmelerle yapmaya çalıştığı da tam olarak bu ortak soyun kurgulanma çabasıdır.

116 vurgulamaktadır. Liste, yalnızca postadaki ve özellikle de paralardaki simgelerin temelini oluşturmakla kalmaz; aynı zamanda ulusal bayramların veya yabancı bir devlet liderinin ziyareti sırasındaki kutlamaların da sahneye koyuluşudur. Listenin öğrenilmesi ise öğrenimin temel bir parçasıdır (Thiesse, 2010: 154, 155).

“Durkheim, dinin törenlerle sürekli beslendiği öne sürer. Bu törenler, katılımcıları derinden etkileyerek duygularını yoğunlaştırır, inançlarını pekiştirir; aynı zamanda da ‘öteki’ni yaratarak kendi farklılıklarını vurgular.” (Aktaran, Özkırımlı, 2008: 100). Aynı şey, milliyetçilik için de geçerlidir. Milliyetçilik de, söylemler, semboller, ritüeller, törenler ve bayramlar aracılığı ile milli duyguları oluşturmakta, yoğunlaştırmakta ve ‘öteki’ni yaratarak kendi farklılığını ortaya koymaktadır. Milli semboller, gelenekler ve seremoniler milliyetçiliğin en önemli ve daimi yönleridir; çünkü milliyetçiliğin temel kavramlarını cisimleştirir ve soyut bir ideolojinin öğretilerini elle tutulur somut terimlerle ifade ederler.

“Milliyetçilik, ayağın baş olacağı ve dünyanın seçilmiş halkı ve onun kutsal değerlerini tanıyıp kabul edeceği ‘statüsel bir tersyüz oluş’ vaat eder. (…) Millet sadece ebediyet vaadinin dayandırılacağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz; restorasyon ve itibar vaadine anlam vermek için muhteşem bir geçmiş, azizler ve kahramanlarla dolu altın bir çağı da serimleyebilmek durumundadır. Bu etno-tarih ne denli dolu ve zengin olursa iddiası da o denli ikna edici olur; ve bastığı akor, milletin fertlerinin yüreğine bir o kadar derinden oturur.” (Smith, 2004: 248).

Milliyetçilik, “kısmen bizi biz yaptığı, bestekâr ve sanatçılara ilham kaynağı olduğu ve tarihle (dolayısıyla ölümsüzlükle) bağ kurmamızı sağladığı için duygusal bir güce sahiptir.” (Calhoun, 2007: 3). Millet ve milliyetçiliğin yaratılması ve meşrulaştırılmasında entelektüeller büyük bir rol oynamaktadır. Bir milli kimlik imalatı için gereken söylem ve dili geliştiren, uygun imge, mit ve sembolleri tasarlayan o toplumun entelektüelleri –şairler, yazarlar, müzisyenler, filologlar, antropologlar ve sosyologlardır.

“Bir kültür doktrini, sembolik bir dil ve bilinç olarak milliyetçiliğin esas meselesi kolektif kültürel kimliklerden veya kültürel milletlerden müteşekkil bir dünya yaratmaktır.” (Smith, 2004: 158). Bir milli kimlik imalatı aynı zamanda jeopolitik bir haritanın yeniden çizilmesini veya siyasal rejim ile devletlerin

117 bileşiminin değiştirilmesini gerektirmektedir. Bu durumda, “milletlerden müteşekkil bir dünya yaratmanın, tek tek devletler açısından olduğu kadar küresel devletler sistemi bakımından da derin sonuçları vardır.” (2004: 158)

Modern çağda çeşitli gruplara hitap edebilecek söylemlerin geliştirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bunu en iyi yapan ideoloji de milliyetçiliktir. Bir tür el çabukluğu ile, mantıksal olarak çelişen toplulukları bir araya getirmeye çalışmaktadır. Milliyetçilik, modern çağın hemen başlangıcında “canlı bir tohum ve büyük bir yanılgı olarak apansız belirdi. Ulusal Devlet’in dini haline gelen ulusculuk, geçen yüzyıl boyunca zehirleme gücünün en yüksek noktasına ulaştı.” (Paz, 2000: 189). Kadritzke’ye göre ise milliyetçilik sadece “yanlış bilinç” değildir:

“Daha çok ortak bir kültürün kurmaca olabilecek, ama insanlar için Aydınlanmacı geleneğimizin rasyonel örneklerinden daha büyük anlam taşıyan avuntularını aktarır; kimi koşullarda milliyetçilik, toplumsal sıkıntı ve kültürel horlanma olarak tanıdıkları eşsiz modernleşme sürecinin insanlardan istediği kurbanlara karşılık, onlara maddi olmamakla birlikte, tek gerçek telafiyi sunabilir.” (Kadritzke,1993: 90).

“Biz” olan grupları, kendilerine yabancı ve tehditkâr “onlara”a karşı etnik veya dilsel bir kimlik takınmaya götüren duyguların gücü yadsınamaz. Yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinin karakteristiği olan, aşırı hızlı, temel ve eşine rastlanmadık sosyoekonomik dönüşümler ile milletlerarası nüfus hareketlerinin çalışması, ister gerçek, ister hayali tehditlere karşı savunma tepkilerini körükleyen en temel şeydir (Hobsbawm, 2006: 202, 203). Ancak milliyetçiliğin meşruiyetini eleştiren Smith’e göre;

“Milleti her siyasi teşebbüsün nesnesi ve milli kimliği de her insani değerin ölçütü yapan bir doktrin olarak milliyetçilik, Fransız Devrimi’nden bu yana, tek bir insanlık, tek bir dünya topluluğu ve ahlaki birlik fikrine bütünüyle kafa tutmuştur. Milliyetçiliğin siyasi topluluğa kazandırdığının aksine, kültür topluluklarını kaçınılmaz şekilde birbirlerine düşüren ve sadece kültürel farklılıkların miktar ve çeşitliliği düşünüldüğünde olsa olsa insanlığı siyasi bir girdaba sürükleyecek olan meşruiyet, dar ve çelişkilerle yüklü bir meşruiyettir.” (Smith,2004: 37).

Calhoun, milliyetçiliğin üç temel boyutundan söz edilebileceğini belirtmektedir. Birincisi, dünyanın her yerinde insanların, özlemlerini millet ve milli

118 kimlik bağlamında düşünmelerini sağlayan belli milliyetçi dil ve düşünce türlerinin üretimini ifade eden, bir söylem olarak milliyetçilik. İkinci boyut, bir proje olarak milliyetçiliktir; insanların ulus olarak algıladıkları toplulukların çıkarlarını, bir birleşim ve tarihsel gelişme içinde ilerletmeye çalıştıkları toplumsal hareketler ve devlet politikalarını ifade eder. Üçüncüsü, bir değerlendirme biçimi olarak milliyetçilik ise; ulusun üstünlüğünü savunan siyasal ve kültürel ideolojileri içermektedir (Calhoun, 2007: 8).

Milliyetçi hareketlerin toplumsal bileşimi, tarihsel konjonktüre bağlı olarak hem son derece değişkendir ve hem de sınıfları yatay kesmektedir. “Taraftarları arasında entelektüellerin, tacir ve sanayicilerin, teknisyen ve liberal profesörlerin yanı sıra, sadece ‘işçi’ ve ‘köylüler’ (ya da bunların belli tabakaları) değil, subaylar, ruhban sınıfının aşağı tabakasından kimseler, küçük (kimi zaman da büyük!) aristokratlar da bulunabilir.” (Smith, 2004: 186, 187). Milliyetçiliğin sınıfsal yapıları ve sınıf çatışmalarını göz ardı edebilmesinin ardında yatan temel neden, milleti aynı toprak üzerinde yaşayan içsel olarak bütünleşmiş bir topluluk olarak görmesidir. Hem toprak hem de kültür, milliyetçi ideoloji tarafından –toplumsal konumlar, sınıfsal yapılar ve ekonomik farklılıklar açısından değil de– ulusal olarak tanımlanmaktadır. Bu türden bütüncül bir anlayış, milliyetçilere, elde etmek istedikleri amaçların bütün toplumun amaçları olduğu iddiasında bulunmalarına olanak sağlamaktadır. Böylece, milliyetçilerin hedefleri, toplumun ortak çıkarı haline gelmekte; toprak sahipleri ve köylüler, sermaye sahipleri ve işçiler gibi toplumsal sınıfların belirli amaçları, ulusal amaç ve hedeflerin gerçekleşmesi amacıyla önemsiz kabul edilebilmektedir.

Bireylerin kendi başlarına (en azından potansiyel olarak kendi kendine yeterli bir biçimde) ve kendileri olarak var olduğuna, bireyin bölünmez bütünlüğüne ilişkin modern Batı düşüncesi, milliyetçilikte güçlü bir etkendir. Bu nedenle de modern millet kavramının, modern birey fikriyle yan yana ortaya çıkması tesadüfî değildir. Nitekim bireycilik İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkmış ve burada milliyetçiliğin oldukça özgün bir ilk versiyonunu beslemiştir (Dieckhoff ve Jaffrelot, 2010: 13). Modern düşünce insanı nasıl üniter olarak ele alıyorsa, uluslar da kendi içlerinde bir bütün olarak görülmektedir. Genelde her ulusun bölünmez ve kendine özgü bir

119 kimlik sahibi olduğu düşünülmektedir. Modern uluslar, heterojen etkilerden ve yapıtaşlarından gerçek bir bireycilik üreterek, kendi kendilerini inşa etmektedir. Yani ideal bir ulus, iradi bir topluluktur; çok sayıdaki farklı üyelerin tümü, bütüne bağlılıkları ile ‘tek’ olmuşlardır (Calhoun, 2007: 63, 64). “Bireycilik, yalnızca mecazi olarak değil, bireyleri ulusun doğrudan üyesi yapan, her birine öz kimliklerinin damgasını vuran ve hepsini anında ve yekvücut bir topluluk haline getiren ana kavramın temelini oluşturduğu için de önem kazanır.” (2007: 64). Milliyetçilik söyleminde bir kişi sadece Fransız, Türk veya Almandır. Bireyin ulusun bir mensubu olması için aile, cemaat ya da sınıfın aracılığına ihtiyacı yoktur. Milliyet herhangi bir aracı kurumun değil, tamamen bireyin bir özelliğidir (2007: 65).

(2) Milliyetçiliğin Doğuşu

Uluslararası politikada 18. yüzyılın ikinci yarısında, Fransız Devrimi sırasında gelişmiş ve yayılmış olan milliyetçilik hareketi, tarihin belli bir döneminde toplumsal ve entelektüel öğelerin ortaya çıkardığı bir olgudur ve siyasal, ekonomik, entelektüel açıdan uzun bir birikimin sonucudur. Modernist bakış açısına göre, milletler ve milliyetçilik oldukça yeni bir fenomendir; milliyetçi fikirlerin, motif ve sembollerin ilk olarak ortaya çıktığı yer, 17. yüzyıl sonu – 18. yüzyıl başları Batı Avrupası’dır (Smith, 2004: 137) ve milliyetçilik endüstrileşme, kapitalizm, merkezi devletlerin kurulması, bürokrasi, kentleşme, kitle iletişimi ve laikleşme gibi devrimci modern güçlerin ürünüdür (Smith, 2002: 34). Milliyetçilik, endüstrileşmenin ve