• Sonuç bulunamadı

Hayır 5. Sembolik 6 Stereotip 7 Hayali 8 Etnik değil

B. Aydınlanma Projes

2. Aydınlanma Eleştiris

Aydınlanma düşüncesi, belli bir zaman diliminde ve belli bir yörede ortaya çıkmış, giderek dünya ölçeğinde yaygınlık ve etkinlik kazanmıştır. Hiç kuşkusuz insanoğlunun bugünün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasında, Aydınlanma

94 düşüncesinin büyük katkıları olmuştur. Bununla birlikte, bütün düşünürlerin Aydınlanma projesine olumlu baktıkları söylenemez. Örneğin, 19. yüzyılın ikinci yarısında yapıtlarını kaleme almış olan Nietzsche, Aydınlanma düşüncesinin bütün temel öncüllerini radikal bir eleştiriye tabi tutmuştur. Ona göre, 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan büyük atılım ve dönüşümler modernleşme olarak yorumlansa bile, bunu belirleyen temel değişken ne insanın aklı, ne bilim, ne de tarihin ileriye doğru akma özelliğidir; Nietzsche’ye göre yadsınması mümkün olmayan bu gelişme ya da atılımı sağlayan unsur, insanın yaşam enerjisidir. Ancak, insanı insan yapan bu yaşam enerjisi, Nietzsche’ye göre aynı zamanda düzensizliğin, anarşinin, acımasızlığın ve yabancılaşmanın da kaynağı olmaktadır. Büyük Alman edebiyatçısı W. Goethe de, ölümsüz yapıtı Faust ile Franz Kafka da ünlü yapıtı Şato ile akıl ve bilimi temel alan Aydınlanma projesini ciddi biçimde sorgulamıştır.

Max Weber, Aydınlanma düşüncesinin göz önüne alındığından çok daha farklı bir boyutu da olabileceğini göstererek, Aydınlanma düşünürlerinin umut ve beklentilerinin acı ve ironik bir yanılsama olduğunu ileri sürmektedir. Weber’e göre;

“Bu düşünürler, bilimin ilerlemesi, akılcılık ve evrensel insan özgürlüğü arasında güçlü bir zorunlu bağıntı görüyorlardı. Ancak, maskesi çekilip alındığında ve doğru anlaşıldığında, Aydınlanma’nın mirası (…) amaçlı-araççı akılcılığın zaferi olarak ortaya çıkıyordu. Bu tür akılcılık, ekonomik yapıları, hukuku, bürokratik yönetimi, hatta sanatı kapsar biçimde, bütün toplumsal ve kültürel hayatı etkiler ve zehirler. Bu tür akılcılığın ilerlemesi evrensel özgürlüğün somut olarak gerçekleşmesine değil, içinden kaçınılması olanaksız olan bir “demir kafes”in, bürokratik akılcılığın bir kafesinin yaratılmasına yol açar.” (Aktaran, Harvey, 2003: 28, 29)

Horkheimer 1920’lerde, Aydınlanma projesinin üzerine oturduğu rasyonellik

kavramını kapsamlı bir eleştiriye tabi tutmuştur. Horkheimer’a göre, akıl yürütmeyi

esas alarak buradan bir “özgürleştirme projesi” üretmek kolay değildir; hatta böyle bir girişim kendi içinde paradoksaldır. Modernizm, akıl yürütme ve bilim yolu ile insanın doğaya egemen olmasını ve böylece doğaya karşı özgürleşeceğini öngörmektedir. Bu düşünceye göre özgürleşmek için doğa üzerinde baskı kurmak gerekmektir. Ancak, baskı kurarak özgürleşme kendi içinde paradoksaldır. Horkheimer, doğa üzerinde baskı kurmanın kaçınılmaz olarak insana da egemen olma arzusuna dönüşeceğini ileri sürmektedir (Horkheimer, 2005: 120). Bilimin

95 yöntemi ve kavramları aracılığı ile doğanın tahakküm altına alınışı, insanın da tahakküm altına alınışına bağlanan bir evreni yansıtmakta ve geliştirmektedir.71 Çünkü, “doğaya egemen olmak için geliştirdiğimiz araçlar arttığı ölçüde, bir sağ kalma koşulu olarak bu araçlara hizmet etme zorunluluğumuz da artmaktadır” (2005: 122). Her özne sadece dışsal doğanın köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır. Böylece, Horkheimer’ın ifadesi ile, modern sanayi toplumunda “özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkûm etmektedir” (2005: 120).

Frankfurt Okulu72 geleneği aynı zamanda bir “akıl eleştirisi” olarak da okunabilir (Dellaloğlu, 2001: 30). Modern toplumun eleştirisinde en fazla kullandıkları alan, Aydınlanma’dan bu yana aklın gelişimidir. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre akıl, sadece ilerleme ve özgürleşme değildir; akıl aynı zamanda iktidar ve egemenliktir. Aydınlanmanın vardığı sonuç ise “kendi kendini imha”dır. Kendi kendini imha iki ana nedene dayanmaktadır. Bunlardan ilki, Aydınlanmanın aklı getirdiği noktada bireyin silinişidir. Adorno’nun deyişiyle, “niteliksel olarak farklı ve özdeş-olmayan varlıklar, zorla, nicel bir özdeşliğe sürüklenmiş” bulunmaktadır (Jay, 2001: 40). Aklın yalnızca amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır olması yeni bir egemenlik yolu yaratmıştır; bu, tümelin akıl yolu ile tikel üzerindeki egemenliğidir. Birey, kendi varlığını tümelin kendisine

71 Horkheimer’a benzer bir şekilde, Gorz da doğa üzerindeki egemenliğin, insan üzerinde egemenlik ile sonuçlanacağını ifade etmektedir. Gorz’a göre, “eğer doğa egemenlik altındaysa, artık bilimsel bir

sürecin hizmetindedir; ama bu sürecin kendisi emekçi veya emekçilerin egemenliğinde değildir.”

Tersine bu süreç, makinenin gücü gibi, onlara egemendir, çünkü bu şekilde damgalanmış bir bilim işçi tarafından, çalışmasında veya çalışması tarafından yönetilemez. Yani, “insanın (bilimin) doğaya

egemenliği süreci, insanın bu egemenlik sürecinin egemenliği altına girmesine dönüşür.” (Gorz,

2007: 75, 76).

72 “Frankfurt Okulu” adlandırması okulun üyeleri tarafından belirlenmemiş, başkaları tarafından onlara atfedilmiştir. Therborn, grubun üyelerinin, “çalışmalarının kendi kuramsal programları olarak gördükleri Eleştirel Kuram ile anılması”nı tercih edeceklerini ileri sürmektedir (Therborn, 2006: 19). Okul, olgun döneminde birbiri ile ilintili üç öğeyi sunmuştur: “Sosyal bilimlerde pozitivizmin ya da çok daha geniş olarak bilimciliğin epistemolojik ve metodolojik bir eleştirisi, teknokratik-bürokratik yeni bir egemenlik biçiminin yaratılışında temel bir etmen olarak bilim ve teknolojinin ideolojik etkisine yönelik eleştirel bir tavır, ve kültür endüstrisi ya da daha genel olarak tahakkümün kültürel boyutlarıyla bir ilgilenim.”(Bottomore, 1997: 61).

Eleştirel kuram, kendisinin de bizzat toplumun bir ürünü olduğunu kabul ederken, toplumun dışında kalarak toplumu anlamaya çalışır. Toplumu tanımlama yoluyla sadece yeniden üretmeyi değil; toplumu anlamayı ve değiştirmeyi de amaçlar. Hoffman’a göre eleştirel kuram, “doğrudan insan yaşamının niteliği ile ilgili olan ve bilimsel muhakemenin bilginin tek temeli olarak yüceltilmesinin karşısında duran merkezi sorunsalı aklın ve rasyonalitenin gelişimiyle ilgilidir.” (Aktaran, Keyman, 2000: 141).

96 öngördüğü rollerin dışında tanımlayamaz olmuştur (Dellaloğlu, 2001: 34). Burjuvazinin yükselmesindeki “heroic dönemde oluşmuş bulunan biricikliğe sahip birey” eriyip yok olmuştur artık (Jay, 2001: 40). İkinci neden ise, Aydınlanmanın özne ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayırmasında yatmaktadır. Mit, insanı doğaya tabi kılarken, Aydınlanma doğayı insana tabi kılmıştır. Bu mutlak ayrım, insanın içinde var olduğu doğayı kendisine tamamen dışsal bir öğe olarak algılamasına yol açmış, bu da doğanın insan için şeyleşmesine (reification) neden olmuştur (Dellaloğlu, 2001: 34; Jay, 2001: 41).

Doğa, yalnızca egemenlik altına alınmak için hakkında bilgilenilecek bir “şey” haline geldikçe, doğanın bilinmesi onun sayılara indirgenebilir oluşu ile aynı anlama gelmektedir. Bir anlamda sayılar Aydınlanmanın miti olmuştur. Sayılara indirgenemeyen her şey bir yanılsamadır. Bilinmeyene karşı korkuya, mite savaş açarak yola çıkan Aydınlanma, tabular yaratmada onlar kadar başarılı olmuştur (Adorno ve Horkheimer, 1989: 7-16).

Okul’un en ünlü ve öncü temsilcileri sayılan Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmayı kendini koruma güdüsünün aklı kullanması biçiminde değerlendirmektedirler. Bu yaklaşım aklın araçsal bir konuma indirgenmesidir ve herhangi bir evrensel etik söz konusu olamayacağı için araçsal aklın kolaylıkla teröre ya da şiddete yönelmesi olanaklıdır. Araçsal akıl birey tarafından, servet edinme ya da güç sahibi olma gibi bir takım amaçları gerçekleştirmek için kullanılacaktır. Bu noktada araçsal akıl, amacın önünde duran engelleri yok edecek ve bu yok edişi aynı zamanda rasyonelleştirecektir.

Modernliğin tarihi, aklın araçsallaşmasının tarihidir. “Akıl, tarihin içinde, kendi eleştirel soyutlama uğraklarından uzaklaşarak araçsal ve faydacı bir işlevin hizmetine girmiştir; toplumsal istikrarın ve verimliliğin bir aracına dönüşerek kendi kullanımını yeniden üreten teknik bir girişim haline gelmiştir” (Dellaloğlu, 2001: 35). Nesnel bir gerçeklik olarak toplumsal istikrara dönüşen akıl, bu durumun sonucu olarak toplumsal üretimin basit bir aracına dönüşmüştür. Frankfurt Okulu için araçsal akıl, sadece teknolojinin bir aracına dönüşmekle kalmamış, aynı zamanda bürokratik zorbalığın ve toplumsal iktidarın da aracına dönüşmüştür. Çünkü akıl araçsal

97 olduğunda güç tarafından sindirilir ve eleştirel gücünden yoksun kalır (Habermas, 2003: 97).

Kapitalist ekonomi mantığının doğal sonucu olan araçsal akıl, her şeyin evrensel alış-verişin hizmetinde oluşu ve her şeyin bir başka şeyin soyut eşdeğerine indirgendiği değişim ilkesiyle yakından bağlantılıdır (Jay, 2001: 40). Öznenin kendini şeyleştirerek katıldığı teknik süreç içinde, aklın kendisi de her şeyi kapsayan ekonomik aygıtın araçlarından biri haline gelmiştir. Bununla birlikte, araçsal aklın sadece alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirmesi, yaşamın ekonomik bir mantıkla ele alınması ile de yakından ilgilidir. Genel tikeli, kapitalist üretim biçimi de bireyi kuşatmıştır (Dellaloğlu, 2001: 42).

Günümüz kapitalizminin73 teknik alanında egemen tarz haline gelen araçsal akılsallığın normlarına eleştirel bir alternatif yolu araştıran Frankfurt Okulu, “kapitalist bir sömürü sisteminde somutlaşan ve son çıkış yolunu faşist Almanya’nın gaz odalarında bulan araçsal aklın olumsuz sonuçlarına verilen bir yanıttı.” (Stauth ve Turner, 2000: 413). Tarihsel süreçte Aydınlanma projesi, “aydın ve ayrıksı duran insanın özerkliğini” geçersizleştirmiş ve “toplumda bilginin akılcı bir şekilde dayatılması yoluyla kendi zıttına dönüşmüştür.” (2000: 413).

Horkheimer’ı izleyen Frankfurt Okulu üyeleri bu temel eleştiriyi genişletip, ayrıntılandırmışlardır. Örneğin Marcuse, ileri, gelişmiş kapitalizmin insan yaşamı ile ilgili her şeyi metalaştırmaya yönelik araçsal mantığına karşı çok kritik bir tavır almış ve bu projenin insanı özgürleştirme yerine tek boyutlu olmaya –bir tüketici özneye– indirgediğini ileri sürmüştür (Marcuse, 1997).

73 Frankfurt Okulu, bugünün kapitalizminin Marx’ın malzemesi olan kapitalizmden farklı olduğunu ileri sürmekte ve Kapital’deki ekonomi politik eleştirinin geçerliliğini tümden reddetmeden, günümüz kapitalizminin çözümlenmesinde sadece ekonomi politiğin yeterli olamayacağını kabul etmektedir. Bu nedenle de liberal kapitalizm ile günümüzün geç kapitalizmi arasında bir ayrım yapmaktadır. Ancak, bir düşünürden diğerine veya aynı düşünürde farklı bağlamlarda bu kavram farklı biçimler almıştır; “ileri kapitalizm”, “ileri sanayi toplumu”, “düzenlenmiş kapitalizm” gibi. Nüanslar bir yana bırakılırsa, eşanlamlı olan bu kavramlarla, liberal kapitalizmden farklı olarak ifade edilmek istenen iki temel özellik bulunmaktadır. İlki, geç-kapitalizmde ekonomik alanın eskisinden daha az önemli olması ve bu boşluğun kültür, ideoloji gibi diğer alanlarca doldurulmasıdır. Diğeri ise geç-kapitalizm döneminde devletle sermayenin çok daha belirgin bir iç içeliğinin olmasıdır (Dellaloğlu, 2001: 41).

98 Araçsal aklın hâkimiyeti altındaki ileri endüstriyel toplumlarda, teknolojik gelişme ile birlikte, bireysellik toplumsal olarak zorunlu işlerin makineleştirilmesinde bastırılmakta; bireysel girişimler daha etkili ve üretken

şirketlerde yoğunlaşmakta ve girişim özgürlüğü adı altında eşitsiz donatımlı ekonomik özneler arasından özgür rekabet körüklenmektedir (Marcuse, 1997: 15). Marcuse’a göre girişim özgürlüğü, çalışma ya da aç kalma özgürlüğü olarak, nüfusun geniş çoğunluğu için zahmeti, güvensizliği ve korkuyu anlatıyordu. “Eğer birey, özgür bir ekonomik özne olarak, bundan böyle kendini pazarda tanıtlamaya zorlanmıyor olsaydı, bu tür özgürlüğün yitişi uygarlığın en büyük başarımlarından biri olacaktı.” (1997: 15, 16). Makineleştirme ve standartlaştırma gibi teknolojik süreçler, bireysel enerjiyi zorunluluğun ötesinde, henüz haritası çıkarılmamış bir özgürlük alanı içerisine salabileceklerdi. Böylece, insan varoluşunun yapısı değiştirilecekti, ve birey çalışma dünyasının onun üzerine yabancı gereksinimler ve yabancı olanaklar dayatmasından kurtarılacaktı. Bu noktada birey, kendisinin olacak olan bir yaşam üzerinde özerklik uygulamak için özgür olacaktı (1997: 16).

Aklın egemenliği denen şey aslında, sistemin aktörler üzerinde artan etkisi, normalleştirme ve standartlaştırmadır. Bu egemenlik bazen liberal, bazen otoriter biçimde gerçekleşir; ama ne olursa olsun, bu egemenlik, her bireyin bütünün (ulus, toplum veya akıl) çıkarına boyun eğişini amaçlamaktadır (Ercan, 2003: 40). Foucault’nun deyişiyle, “özgürlükleri keşfeden Aydınlanma Çağı, disiplinleri de keşfetmiştir.” (Foucault, 2006: 325). Disiplinci modern toplumla birlikte iktidar, toplumsal hayatın bütün hücrelerine yayılmıştır. İktidar her yerdedir; o bir kurum, yapı ya da bir aidiyet değildir. İktidar tekçi değil, çoğulcudur. Disiplinsel düzeneklerin hastane, okul, atölye gibi kurumlar aracılığı ile gelişmesi ve genelleşmesi, aslında iktidar ilişkilerinin de bir yansımasıdır. Disiplinli toplum, üretken ve yaratıcı insanın sürekli olarak yok edildiği; yerine ise uysal insanın yaratıldığı bir toplumsal yapıdır. Foucault’nun vurguladığı gibi, disiplinli toplum sürekli olarak birey imal etmektedir (2006: 256, 286).

Modernizmin aydınlanma yolundaki özgürleştirici içeriği, kısa sürede kapitalist modernleşmenin giderek artan oranda belirginleşen eşitsizlik üzerine kurulu yapısı ile eklemlenerek dönüşmeye başlamıştır. Böylece, akılcılığa tanınan

99 temel öncelikten, akılcı bir toplum düşüncesine geçilmiştir. Bu anlamda akılcılık, sadece bilimsel ve teknik etkinliği yönetmekle kalmayıp, insanların ve nesnelerin yönetimini de elinde tutmaktadır. Bilgi ve bilimin yüceltildiği bir dönemde insanı özgürleştiren akıl, yine aynı insanı bir “demir kafes” içine yerleştirmiştir. Bilgi ve bilim artık disipline edilen toplum ve ilişkilerin içine çekilmiş ve daha da önemlisi, toplumun disipline edilmesi sürecinin en önemli aracı olmuştur. Bu nedenle, insanın özgürleşmesi anlamındaki aydınlanma süreci yarım kalmış ve akılcılık adına insanların özgürlüğü tehlikeye girmiştir (Ercan, 2003: 47).

Modern toplumda insan, mutlak davranış ölçülerine ve evrensel bağlayıcı ideallere giderek daha az bağımlı hale gelmiştir. Böylelikle de kendi özel ölçülerinden başka kurala gerek duymayacak kadar özgürleştiği ileri sürülmektedir. Ne var ki, bu artan özgürleşme ve bağımsızlık, aynı zamanda bir edilginlik artışına da yol açmıştır. Günümüzde ekonomik ve toplumsal güçler, kör doğa kuvvetleri niteliğini kazanmakta ve insan da varlığını sürdürebilmek için, bu kuvvetlere kendini uyarlayarak onları egemenlik altına almak zorunda kalmaktadır. Aklın kendisi de bu kendini uyarlama yeteneği ile özdeşleşmektedir (Horkheimer, 2005: 122, 123). Horkheimer’a göre, uyarlanma zorunluluğu kuşkusuz geçmişte de vardır: ancak günümüzdeki ile arasındaki fark, uyumun hızında, bu tutumun insanların tüm varlığına egemen olmasında ve kazanılan özgürlüğün niteliğini değiştirmesinde yatmaktadır (2005: 124, 125).

Günümüz insanının atalarına göre çok daha geniş bir seçme özgürlüğü var gibi görünmektedir; bir bakıma gerçekten de öyledir, ama nicelik açısından var olan bu artışı, bir özgürlük artışı olarak değerlendirmeden önce, bu artışın ayrılmaz bir yönü olan bir basıncı ve nitelik değişikliğini de dikkate almak gerekmektedir. Horkheimer bu nitelik değişikliğini ata binmek ve otomobil kullanmak örneği üzerinden açıklamaktadır:

“Ata binmekle otomobil kullanmanın içerdiği özgürlükler oldukça farklıdır. Modern toplumdaki otomobil sahiplerinin nüfusa oranının eski toplumdaki atlı araba sahiplerinden çok daha büyük olması bir yana, otomobil daha hızlı ve daha geniş imkânlı bir araçtır, daha az bakım ister, hatta belki daha kolay kullanılabilir. Ne var ki, bu özgürlük artışı, özgürlüğün niteliğinde bir değişikliğe yol açmıştır. Sanki otomobili

100 kullanan biz değilizdir de uymak zorunda olduğumuz sayısız yasalar ve kurallardır. Hız sınırları vardır, yavaş sürme, durma, belirli şeritler içinde kalma uyarıları, hatta biraz ilerideki dönemecin biçimini gösteren işaretler vardır. Gözlerimizi yola dikmemiz ve her an doğru hareketi yapmak için tetikte olmamız gerekmektedir. İçten

gelen, kendiliğinden davranışlarımızın yerini, boğazımızı sıkan mekanik

zorunluluklara yönelttiğimiz dikkati dağıtacak her türlü duygu ya da düşünceyi silmemizi gerektiren bir zihniyet almıştır.” (Horkheimer,2005: 123, 124).

C. Modern Dönemin Üretim Tarzı: Kapitalizm