• Sonuç bulunamadı

Kabul Görmüş ve Özenilen Ötek

BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

C. Kabul Görmüş ve Özenilen Ötek

Düşmanca ve olumsuz ötekiliğin tersine, belki de daha çok olumluluk çağrıştıran bir ötekililik durumu, Babaoğlu tarafından ortaya koyulmuştur. Ben ile öteki arasında bir ilişki söz konusudur, ancak bu ilişkide öteki her zaman çok kötü anlamlar çağrıştırmayabilir de. Düşman ve hasım olmayanlar da, kim olduğumuz hususunda veya kimlik ve aidiyet oluşturmada bize yardımcı olabilirler. Babaoğlu’na göre, “öteki, orası veya oradaki düşman değildir. Öteki fenomenolojik psikolojinin sen-ben ikiliği gibidir. Öteki olmadan ben’in arzusu olmaz. Beni mümkün kılan

ötekidir.(...) Öteki, ötekidir; ama set çekilen, uzaklaştırılan, görmezden gelinen veya

görünmez kılınmaya çalışılan değildir.” (Babaoğlu, 2000: 63). Ötekinin olmayacağı bir toplum düşünülemeyeceği gibi, ötekisiz bir kimlikten de söz edilemez.

Öteki, her zaman aşağılanan, bir sorun olarak görünen “düşman” kategorisinde olmayabilir. Bazen öteki, “beriki”nin (ben’in, biz’in) yaratıcılığının ortaya çıkmasına da yol açabilir. Bunun yanı sıra, ulaşılamaz olan, idealleştirilen, imrenilen, özlenilen, özenilen ve ileride aynı toplumsal düzlemde olunması düşlenilen öteki de vardır. Örneğin, Batı toplumlarını ve devletlerini kendisine örnek almış birçok “gelişmekte olan devlet” için Avrupa ve ABD, bu anlamda bir ötekidir (Çapar, 2006: 21).

Türklerin ve Türkiye’nin Batılılaşma süreci ve bu süreç içindeki pratikler, bu konuda örnek olarak verilebilir. Türkler, Tanzimat’tan bu yana kendileri için model oluşturan Batı’nın çekim alanına girmişlerdir. “Batı hayranlığı” olarak ifade edilen bu durumu “özenilen öteki” biçiminde anlamak da mümkündür. İmparatorluğun askeri reformlarla Batı’yı örnek almasının yanısıra, Avrupalılaşma (Batılılaşma)

50 hareketinin edebi çevrelerde başlatılmış olduğu söylenebilir. 1800’lerde

İmparatorluğun ve Osmanlı aydınlarının yüzlerini Avrupa’ya çevirmesi, yetenekli gençlerin Avrupa’ya (özellikle de Fransa’ya) öğrenim amacıyla gönderilmeleri, kurtuluşu Batı’da gördüklerinin bir işareti olarak görülebilir. Oysaki İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde, Avrupa’nın hiç de özenilecek ve imrenilecek bir tarafı yoktu. Öyleyse, bu bir anlamda güçlüye özenmedir. Çünkü Osmanlı aydınının ve yönetiminin Batı’yı model alması Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemine denk gelmektedir. “Aslında, Türkiye’nin tarihi Tanzimat’tan 1940’lara kadar evrenselciliğin temsilcisi Avrupa ve Avrupalılaşma örnekleriyle, sonraki yıllarda ise Amerika ve Amerikalılaşma örnekleriyle doludur.” (Sözen, 2000: 13).

Ötekine özenmenin bir başka göstergesi de giyim, kuşam, müzik, yiyecek gibi kültürel alışkanlıklar ve pratiklerdir. Amerika ve Avrupa’dan dünyanın birçok ülkesine yayılan jean pantolonlar, rock, heavy, metal, rap gibi müzikler, fastfood türü yiyecekler kısa sürede moda haline gelmektedir. Özellikle genç kuşak bu simgeleri alarak, özümsemeye çalışarak özendiği ötekiyle eşitlendiğini, dolayısıyla artık öteki olmadığını düşünmektedir.

Ötekinin olmadığı bir toplumu düşünmek zordur ve ötekinin olmadığı bir toplum arayışı anlamsızdır. Anlamlı olan arayış, bir toplumda çatışma yaratmayan, dışlayıcı olmayan “öteki” anlayışlarının nasıl kurulacağıdır. Tekeli’ye göre, burada “anahtar kavram, ötekileri yaratan bizlerin bir üstünlük iddiası taşımamasıdır. Bizler ve ötekiler, hiçbir biçimde üstünlük ima etmeyen farklılıklar üzerine kurulduğunda ya da içten ve dıştan sürekli olarak eleştirilerek, üstünlük iddialarından arındırılarak sadece farklılıklara indirgendiğinde bir sorun kalmayacaktır.” (Tekeli, 2007: 3).

IV. ETNİSİTE KAVRAMI

Eski Yunanca’da “halk” anlamına gelen “ethnos” sözcüğünden türetilen etnisite kavramı, atalara ait ortak mirasla karakterize edilen bir topluluktan geldiğine inanan kimseleri ifade etmekte ve ortak kökenden, akrabalıktan kaynaklanan kültürel birliğe uygun düşmektedir. Buradaki köken vurgusu biyolojik olmaktan ziyade sosyolojiktir, bu nedenle Yunanca’da sadece kan bağına dayalı birliği ifade eden ve kabile anlamına gelen “genos”tan farklı bir anlam içermektedir (Smith, 1986: 21).

51 Yunanca’da bu sözcük bir siyasallıktan çok belirli bir tür beşeri birlik biçimini ifade etmektedir. Bu haliyle “halk” anlamında bir ulusa gönderme olarak kullanılabilmekte, ancak Yunanca’nın tarihinde ortaya çıkan kratos (devlet) – ethnos ayrılığına bağlı olarak devlet kavramına herhangi bir göndermesi bulunmamaktadır. Yani içeriği siyasal değildir (Aydın, 1998: 53, 54).

Eski Yunanca’da “ethnos” sözcüğü şehir dışında kalan halkları, yani Yunanlı olmayan periferik yabancıları ifade etmek için kullanılmaktadır. Şehir dışındakiler,

şehir için tehlike arz eden barbarlardır. Dolayısıyla, kavramın çağrıştırdığı çok önemli üç imge; suçlama, aşağılama ve dışlamadır. Kavram ötekiler için ve

ötekileştirmek için kullanılmaktadır, çünkü Yunanlılar kendilerini tanımlarken

“genos Hellenon” terimini kullanmaktadırlar (Sağır ve Akıllı, 2004: 2).

“M.S. 4. yüzyılda Theodosus döneminde Hıristiyanlığın Roma

İmparatorluğu’nun resmi dini ilan edilmesinin ethnic kavramının kullanım alanını genişlettiği ve bağlamını değiştirdiği ileri sürülebilir. Bu yüzyıldan sonra Latin dilinde ethnicus, ethnica veya ethnicum gibi değişik biçimlerde kullanılan ethnic kavramı, pagan, putperest, batıl inançlı kişi anlamına gelmektedir.” (Sağır ve Akıllı, 2004: 3). Sözcüğün sıfat hali, ethnicos, Latinceye ethnicus olarak girmiş ve sözcük, “yabancılar”, “bizden olmayanlar”, “ötekiler”, “dinsizler”, “ilkeller”, “bizimle aynı dini paylaşmayanlar” anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır (Somersan, 2004: 22). “Böylelikle, Hıristiyan Roma döneminde ethnic kavramının, evrensel ve doğru tanrının emirlerine göre şekillendirilmeye çalışılan ekümenik düzenin önündeki antik çağdan kalma Greko-Helen ve barbar tortularla beslenen mikro kimlikleri ve kültürleri anlatan dışlayıcı bir anlamı olduğu düşünülebilir.” (Sağır ve Akıllı, 2004: 3). Kavram, 14. yüzyıldan 19. yüzyılın yarısına kadar İngilizce’de de bu içerikle anlaşılmış; ancak bundan sonra ırk özelliklerine de değinir bir şekilde ifadelendirilmiştir.

20. yüzyıl başlarından itibaren, etnik kavramının ve bu kavramla bağlantılı kavramların sosyal bilimler ve günlük dildeki kullanım alanlarının önceleri yavaş; daha sonraları ise giderek artan bir şekilde genişlemeye başladığı söylenebilir. 1950’li yıllarda etnisite terimi sosyal bilimlerde çok fazla yer almazken, 1960’lar

52 kavramın giderek önem kazanmasına tanıklık etmiştir. 1960’larda sömürgelerin çözülmesi, Afrika ve Asya kıtalarında yeni devletlerin kurulmasıyla birlikte, kavram giderek önem kazanmıştır. 1970’li yıllardan sonra etnisite ile etnisitenin dirilişinin ve biçimlerinin anlamı üzerine sayısız kitap ve çalışma yayımlanmıştır.34 Daha yakın zamanlarda ise, eski sömürge ülkelerinde yaşanan çatışmaların sürekliliği, Komünist rejimlerin yıkılmaya başlaması, eski Yugoslavya topraklarında yaşanan etnik temizlik olayları, etnisite olgusunu sürekli olarak sosyal bilimlerin gündemine oturtmuştur. Etnisite kavramının artan kullanımının bir diğer nedeni de, sömürge sonrası toplumlardan ve bağımlı ekonomilerden kuzey Avrupa ülkelerine gelen göçmenler; bu göçmenlerin Avrupa Birliği içindeki varlığının yarattığı siyasal, kültürel problemler ve kimlik problemleridir.

Etnisite eski bir kavram olmasına rağmen35, “siyasi bir kavram olarak 1953’teki ilk kullanımı, Amerikan sosyolog David Riesman’a atfedilir.” (Yıldız, 2001: 39). Klasik sosyolojide, etnisite terimini anlamaya yardımcı olabilecek bir çözümleme getirilmemiştir; Max Weber öncesinde ve klasik sosyologlar arasında etnisite konusu incelenmemiştir.36 Örneğin, Karl Marx, etnisiteyi, dine benzer bir

şekilde, bir tür yanlış bilinç olarak değerlendirmiş ve zaman içinde yerini başka unsurlara (ortak menfaate) bırakacağını belirtmiştir. Ferninand Tönnies ve Emile Durkheim geleneği ise, etnisiteden ziyade geleneksel ve modern toplum karşılaştırmaları üzerinde durmuştur (Guibernau ve Rex, 1997: 2). Durkheim’a göre, karmaşık topluma özgü mantık geliştikçe ve toplumsal işbölümü arttıkça, ırkın ve kalıtımın (kalıtım ırkın göstergesidir) rolü de azalacaktır. Aynı zamanda, ulusçuluk çağında yaşayan Fransa yurttaşı Durkheim’a göre kolektif yaşamdaki etnik boyutu göz önüne almak, ulusal birliği tartışma konusu yapmaktır.

34 Bu süreçte, etnik grup ve etnisite terimleri, çoğu kez tanımlarının bile yapılmasına gerek duyulmaksızın aşikâr gerçeklikler olarak bilimsel literatüre kendilerini kabul ettirmişlerdir. 1974’te

Ethnicity adındaki derginin çıkarılmasıyla, etnisite gerçek bir kült halini almıştır (Schnapper, 2005:

282).

35 Ancak Wallerstein, “etnik grup” kavramının ırk, ulus gibi kavramlara göre oldukça yeni olduğunu ve önceden yaygın olarak kullanılan azınlık teriminin yerini aldığını belirtmektedir (Wallerstein, 2000b: 98).

36 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında geleneksel kimliklerin modernlik ile beraber kısa sürede kaybolacağına dair inanç, bu ilgisizliğin nedenlerinden biri olabilir.

53