• Sonuç bulunamadı

Farklılığın Tarihsel Biçimler

BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

A. Farklılığın Tarihsel Biçimler

1. Antik Yunan’da Farklılık

Öteki’nin farklı ve aşağı kabul edilmesi, genel olarak Yunan kültürünün ve sitenin dışında olmasına (Barbarlar ve yabancılar) ya da başka bir yapı taşımasına (kadınlar ve köleler) dayanmaktadır. Ötekilerin algılanmasını ve farklı olanlarla ilişkilerin nasıl kurulacağını düzenleyen pek çok karşıtlık bulunmaktaydı; yerli ve yabancı, Yunanlı ve Barbar, yurttaş olan ve olmayan, özgür insan ve köle, erkek ve kadın. Çeşitli kategorilerin birbirlerinden farklı olduğu konusunda en ufak bir kuşku duyulmamakta; aksine bu farklar doğal sayılmaktaydı.

Yunan kültürünün ve siyasetinin, yapı olarak geri sayılan diğer kültürlerden ve siyasetlerden farklı olması önkabulü ile Atina’da eşitlik tutkusu, siyasal topluluk olarak örgütlenmiş yurttaşlardan oluşan dar bir çember içinde ifade edilebilmekteydi; Barbarlar, kadınlar, köleler toplumun ve dünyanın farkçı görüşle algılanması

22 Irkçılık, İngilizce’ye 1930’ların ortalarında girmiş bir kavramdır. Klasik ırkçılık tanımının odak noktasında çeşitli grupların ırksal bir hiyerarşi sıralandığı inancı yatmaktadır. Jones, ırkçılığı, “kendi ırkının diğer ırklardan üstün olduğu inancı ve buna eşlik eden davranış kalıpları” olarak tanımlamaktadır (Aktaran, Somersan, 2004: 43). Çağdaş ırkçılar ise, biyolojik üstünlükten ziyade kültürel bir hiyerarşiyi temel almaktadır. Çağdaş ırkçılar, gruplararası eşitsizliklerin nedeni olarak da, “ ‘aşağılık’ ve ‘alttaki’ grupların, çalışma ahlakı, kendine güven, kendi kendini disiplin ve bireysel başarı gibi temel değerleri çiğnediklerini öne sürerek” düşüncelerini meşrulaştırmaktadır (Somersan, 2004: 43).

37 kapsamındaydı. Bireyler, kamu yaşamına farklı bir biçimde katılımı sağlayan kategorilere ayrılıyorlardı, bazıları da kesinkes dışlanmıştı (Schnapper, 2005: 36, 37).

Atina, kan haklarıyla bağlanmış ve siyasal bir yapı oluşturan Atinalılar’dan oluşmaktaydı. Polis23, çeşitli sıfatlarla toplumsal yaşama katılan köleleri, çocukları, bazen yaşlıları, metoikosları24 ve yabancıları dışlıyordu. Yurttaş yapısının üyesi olan erkekler bile siyasal yapıya otomatik olarak katılamıyorlardı; yaş, servet ve meslek gibi koşullar kamu yaşamına katılan yurttaşların sayısını sınırlıyordu. Polis, yalnızca yurttaşlar ile sınırlı kalmaktaydı, yurttaşlığa alınmak ise her zaman zordu ve sıkı denetim altında tutuluyordu.

Toplum içindeki çeşitli kategoriler arasındaki farklılıklar, dönemin birçok düşünürü tarafından hem akla, hem de doğaya uygun görülmekteydi. Köleliğin doğaya ve dolayısıyla da doğal hukuka uygun olduğu yolundaki “doğal kölelik” kuramını geliştirmeye çalışan Aristoteles’e25 göre varlık, hiyerarşik bir düzen içindedir. Bu hiyerarşide, bir üstteki bir alttakinin sahibidir, onu yönetir. Bir alttaki bir üsttekinin aracıdır, ona boyun eğer. Doğuştan kendini yönetebilecek nitelikte akla sahip olamayan insanlar vardır. Onların bir efendinin yönetimine girmeleri, efendi kadar kendilerinin de yararına olacaktır (Şenel, 1996: 82; Şenel, 1999: 168, 169). “Doğanın kendisi, özgür ile kölenin bedeni arasında fark gözetmiştir. Birini hizmet için kuvvetli yapmıştır; diğerini (...) siyasal yaşamda iş görecek biçimde farklı [akıllı] yaratmıştır. Öyleyse kimi kimselerin doğadan özgür, kimilerinin köle olduğu, bu kimseler için köleliğin hem faydalı hem doğru olduğu apaçıktır.” (Aristoteles, 2008: 14). Aristoteles, vatandaşların bedeni bozucu işlerle ve ruhu alçaltıcı zanaatlarla zaman harcamalarını istemez. Vatandaşların savaş zamanında askerlikle, barış zamanında felsefeyle ve politikayla uğraşmaları için boş zamanlarının olması gerekir; bu boş zamanı onlara kölelerin çalışması sağlayacaktır (Şenel, 1999: 169;

23 Polis, (Yunan kent devleti) aynı topraktan çok, aynı yasaya bağlı yurttaş insanların oluşturduğu bir topluluktur.

24 Bir Atina vatandaşının oğlu olarak doğmuş olmayan, dolayısıyla Atina vatandaşı sayılmayan özgür, yerleşmiş yabancılar.

25 Aristoteles’in köleliği ve farklılığı kuramsallaştıran düşüncelerini okurken, şunu bilmekte fayda vardır ki; Selanik yakınlarında Stagira’da doğan Aristoteles’in kendisi, Atinalı değildir, yabancıdır. Ancak 17-18 yaşlarında Atina’ya ilk kez gidebilmiştir. Yabancı olması nedeniyle de Atina’da aktif politikaya karışma hakkına sahip değildir. Bazı düşünürlere göre, bu durum onun gözlemci olarak kalmasını ve hocası Platon (Eflatun)’dan daha gerçekçi olabilmesini sağlamıştır (Sarıca, 1996: 21, 22).

38 Sarıca, 1996: 8; Schnapper, 2005: 39). “Kölelerin kullanılması da, evcil hayvanlarınkinden hiç ayrılmaz; biz her ikisinden de bedensel gereksinimlerimizin giderilmesinde yararlanırız.” (Aristoteles, 2008: 14).

Erkek ile kadın arasındaki farklılığa gelince, yurttaşlığın silah kullanmaya sıkı sıkıya bağlı olduğu savaşçı toplumlarda erkeklerin üstünlüğü doğal karşılanıyordu. Aristoteles, hayvanlar âleminin tümünde erkeklerin üstün olmasının bir başka doğal olgu olduğunu belirtmektedir (Aristoteles, 2008: 13). Antik Yunan’da erkekler kendilerini savaşa ve siyasete, kadınlar ise ev yaşantısına adamaktaydılar. Kadınlar kamu yaşamından dışlanmış yaşıyorlardı ve hukuk, din, yurttaşlık statüsü bakımından tamamen aşağıdaydılar.

Klasik Atina’nın siyaset felsefesi farkçı tutumu ve farklılıkları kuramlaştırmıştır. Site, yabancıları itmez, onları içine de almaz; onlara tahammül ederdi. Bu felsefe içinde, “öteki, öteki olarak kaldı. İtilmedi ama kendi özellikleriyle kabul edilmedi de. Bu yaklaşım, en azından çok yakın kategorilerin birbirine tahammülünü, en iyi ihtimalle göreli olarak kolaylaştırmaya yaradı.” (Schnapper, 2005: 41).

2. Ortaçağ’da Dışlama Sistemi

12. ve 13. yüzyıllarda, gerçek bir dışlama siyaseti, “dinsel ırkçılık” yürürlüğe girmiştir. 12. yüzyılın başında “açık” olma özelliği ile ayırt edilen Avrupa, 14. yüzyılın ortasına gelindiğinde “kapalı” bir kıta haline dönüşmüştür. “Hristiyanlık mesajının evrensel boyutu, marjinallere karşı sistemli bir dışlama ve zulüm siyasetinin izlendiği, farklı statülerdeki gruplara dayanan toplumun örgütlenmesine engel olmadı.” (Schnapper, 2005: 42, 43).

Ortaçağ’ın feodal toplum yapısı, rahipler, savaşçılar ve köylüler arasında statü farklarına dayanıyordu. Birbirini tamamlayan bu farklar hep birlikte, toplumun uyumlu bedenini oluşturuyordu.

“Tek olduğuna inanılan tanrı evi aslında üçe bölünmüştür: Bazıları dua eder, bazıları savaşır, nihayet sonuncuları da çalışır. Bir arada yaşayan bu üç bölüm birbirinden ayrı olduğu için zarar görmez; içlerinden birinin sunduğu hizmet diğer ikisinin eserlerinin

39 koşuludur, (...) Böylelikle, bu üçlü birliktelik yeterince birleşmemiş sayılamaz (...) ve dünya barışa kavuşmuştur.” (Schnapper, 2005: 43).

Schnapper’ın ifadesi ile, “Ortaçağ Hıristiyanları, insanlığın geri kalanını Hıristiyanlığa göre tanımladıkları, kendilerini ötekilere göre konumladıkları için Hıristiyan olmayanlarla kurulan ilişkiler de bu birlik iradesini yansıtıyordu.” (Schnapper, 2005: 43). Hıristiyanlara göre, Müslümanlar, yani kâfirler, alt insanlardı. Haçlı Seferleri’nin amacı, şeytanın kölesi olmuş, aşağılanmayı hak eden, insanlık onuru bakımından soysuzlaşmış bu kâfir ırkı bozguna uğratmaktı. Böylece, Haçlı Seferleri ile birlikte Hıristiyanların Müslümanlara karşı duyduğu nefret git gide belirginleşti (2005: 44).

13. yüzyıldan itibaren, tıpkı son iki yüz yılda kâfirlere karşı düzenlenen Haçlı Seferleri gibi, içerde sürdürülen zulüm toplumun birliğini sağlamanın aracı oldu. Hıristiyanlık dinine mensup olmak, değerlerin ve davranışların tek mutlak ölçütü haline geldi. Hıristiyanlık, toplum içindeki kimi gruplara karşı din adına gerçek anlamda dışlamayı ve zulmü örgütledi; bu süreçte sapkınlar26, Yahudiler27 ve cüzzamlılar28 alt-insan düzeyine indirildi. Hastalar, sakatlar ve özürlüler de benzer muameleye tabi tutulmaktaydı; çünkü fiziksel yoksunluk günahın dış işareti ve Tanrı tarafından günah işleyene verilen ceza olarak görülüyordu (Schnapper, 2005: 45-47).

26 Sapkınlar, Kilise’nin iktidarını yeniden düzenleyen ve ona yaşamın ve düşüncenin tüm alanlarına müdahale yetkisi veren Gregorius devrimi sonrasında, Havarilerin ilk alçakgönüllülüğüne ve İncil’in hakikatine dönülmesini talep eden, çoğunlukla mütevazi kökenden gelen insanlardı. Bu tepkiler genellikle eşitsizlikçi toplumsal ve dinsel düzene karşı, aşağı sınıfların, dinsel giysiler içinde ortaya çıkan başkaldırmalarıydı. Kilise, sapkınları kâfir olmakla ve Hıristiyan toplumunun iyi düzenine kastetmekle suçlayarak, sapkınlarla ve onların yandaşlarıyla her türlü ticareti ve alışverişi yasaklamıştır. Bunu yapanlara aforozun yanı sıra, mal varlığı ile arazilerinin müsaderesi cezaları getirilmiştir. Ayrıca, sapanları koğuşturmak üzere Engizisyon örgütü kurulmuştur (Schnapper, 2005: 45, 46).

27 Şeytanın ayrıcalıklı uşakları olarak görülen Yahudiler ise, Hıristiyanları baştan çıkarmakla ve iblisin hizmetine sokmaya çalışmakla suçlanmışlardır. Silah taşıma ve arazi sahibi olma hakkını kaybeden Yahudiler, şehirlerde örgütlenen zanaatkar ve tüccar loncalarından dışlanmışlardır. Onlara bırakılan tek alan, gereksinim duyulan ve küçümsenen ticaret ve tefecilik gibi marjinal konumlardır (Schnapper, 2005: 46).

28 Cüzzamlılar ise diğer insanlardan mutlak olarak ayrılmışlardır. Kiliseye, değirmenlere, fırınlara, pazarlara, çeşmelere, meyhanelere ve hastanelere gitmeleri, Hıristiyan mezarlarına gömülmeleri yasaklanmıştır. Kentlerden kovulan cüzzamlılar, şehir mekanının dışında kurulan cüzzam hastanelerine kapatılarak ağır bir disiplin altında tutulmaktaydılar. Herkes tarafından tanınabilsinler diye giymeleri gereken “cüzzamlı giysileri” olmadan bu kapalı dünyayı terketmeleri, Hıristiyanlar onlardan uzaklaşabilsinler diye yürürken kaynana zırıltılarını sallayarak çevrelerini uyarmadan dolaşmaları yasaktır. “(...) Cüzzamlı, ne yargıya başvurabilirdi ne de miras alabilirdi, ne korunma ne de mülkiyet edinme hakkı vardı; yaşayan bir ölüydü artık o.” (Schnapper, 2005: 47).

40

III. “ÖTEKİ” KAVRAMI

“Hayatım boyunca Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar gördüm; Montesquieu sayesinde, Acem bile olunabileceğini biliyorum; ama hiç insan’la karşılaşmadım.”

Joseph de MAISTRE

“Öteki” (other) ve “ötekililik” (otherness) kavramları, ideoloji çözümlemelerinde, kimlik ve kimlik politikalarına ilişkin tartışmalarda ve toplumsal- siyasal kuramda, özellikle son zamanlarda, fazlasıyla öne çıkan kavramlar haline gelmiştir. Kimliğin ötekine yaptığı vurgulu gönderme, benim o olmayışım ya da bizim onlar olmayışımız, benliğin oluşum sürecinin temelinde yatmaktadır.

Bir kavram olarak sosyal bilimlerde kullanılan öteki, sözlük anlamını aşan bir içeriğe sahiptir. Sözcük anlamıyla öteki, “ben” ve “biz”den farklı olanı, “ben” ve “biz” dışında kalanı belirtmek için kullanılır. Ancak, toplumsal yapı içerisinde öteki; ben, biz, sen, siz gibi zamirlerden farklı olarak toplumsal bir birimi, bir grubu kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.

“Hem fiziksel hem de kültürel anlamda ‘biz’e benzemeyen, ‘biz’in yaşadığı gibi yaşamayan, hayatı ‘biz’den farklı gören ve dünyayı, olayları ‘biz’den farklı değerlendiren, kültürel olarak ‘biz’in uzağında bulunan toplulukların ve toplumların var olduğu bir vakıadır. ‘Biz’in ‘onlar’ ol(a)mayacağı gibi, ‘onlar’ın da ‘biz’ ol(a)mayacağı apriori olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda ‘onlar’ (öteki) da esasen tıpkı ‘biz’ gibi bir ‘özne’dir.” (Çapar, 2006: 19).

“Öteki kimdir?” sorusuna Hobsbawm’ın verdiği yanıt; öteki “‘biz’ olmayandır; [ve onlar] en çok derilerinin rengi, başka fiziksel farklılıkları ya da konuştukları dille tanımlanırlar” şeklindedir (Hobsbawm, 2002: 23). Fakat deri renkleri, başka fiziksel farklılıklar ya da dille ilgili olmayan ötekiler ve ötekileştirmeler de vardır. “Biz”im dışımızdaki herhangi bir topluluk, bir grup, aynı dili paylaşsak da, aynı deri rengine sahip olsak da, “biz”im dışımızda olduklarını

41 varsayıyorsak (bir şekilde “biz”e rakip olabilirler veya “biz”im için potansiyel tehlike olabilirler); “onlar” bizim için ötekidir. Onların hiçbiri “bizden biri” değildir ve kendi kimliğimizi anlamamız için onların varlığına ihtiyaç vardır.

Ötekiliğin kimlik bağlamında anlam kazanan bir kavram olması, kimlik oluşumunun özdeşleşme ve farklılaşma süreçlerini bir arada barındırması, kendi kimliğine olan güvenini koruyup tazelemek için farklılığı ötekiliğe dönüştürmesi (Yumul, 2000: 99) olağan bir süreç olarak algılanmaktadır.

İnsan, benliğini en iyi biçimde, kendi olmayanları reddederek belirlemekte ve diğer benliklerden farkıyla ortaya koymaktadır. Bu süreçte, reddedilecek ‘öteki’ daima kimlikle birlikte bulunmakta; ‘öteki’ ne ölçüde varsa ve belirginse, kimlik de o ölçüde belirginleşmektedir. Bugün bu kimlik bilincine, ötekiliği düşünmeden, ötekinin bakışını ve mevcudiyetini hesaba katmadan varılması her zamankinden çok zorlaşmıştır (Hentch, 1996: 270). “(...) ‘ben’ ancak ‘öteki’ ile var olabilirim. Çünkü

ben, o olmayanım. Bu durum hem bireysel hem de grupsal kimliklerde geçerlidir.

(...) bu noktada ilginç olan, kimliklerin ‘öteki’ tarafından belirlenmesi ve kimliğe sahip grubun bundan rahatsız olmak yerine bunu benimsemesidir.” (Türkbağ, 2003: 211).