• Sonuç bulunamadı

Modernizm: Özgürlük mü? Disiplin mi?

Hayır 5. Sembolik 6 Stereotip 7 Hayali 8 Etnik değil

B. Ulusal Azınlık – Etnik Azınlık Ayrımı

2. Modernizm: Özgürlük mü? Disiplin mi?

Kapitalist dönüşüm eşliğinde gelişen modernleşme, sadece ekonomik yaşam ve ilişkilerde değil; insan ve toplum yaşamının her alanında ortaya çıkan kapsamlı ve derin değişimi ifade etmektedir. Aydınlanma felsefesinden kaynaklanan toplum bilim anlayışı, akılcılık ve iyimserlik ile gönüllülüğün, yani insanın tarihin ilerici akışını, bilincine dayanarak hızlandırabileceği inancının sentezi üzerine oturmaktadır. Akıl ve bilimin insan ve toplum yaşamında belirleyici hale gelmesi, yeni ve ilerici bir tarih anlayışının egemen oluşu modernite çağının belirleyici parametreleri arasında sayılabilmektedir. Modernleşme, bireyin kurtuluşu ve özgürlüğünü onun akılcılığına

85 bağlamaktadır. Bu yönü ile, modernleşmenin beraberinde getirdiği aydınlanma “bireyin aydınlanmasıdır”. Aydınlanma ise, en geniş anlamında başlangıçtan bu yana insanlardan korkuyu kaldırmak ve onları kendilerinin efendisi durumuna getirmek amacını gütmüştür. Bu noktada, geleneksel olanın modernleşmesi anlamında, aydınlanma ile insanın kişisel, dinsel ve doğal sınırlamalardan kurtulacağı öngörülmüştür.

John Mc Gowan’a göre ise modernite, toplumun herhangi bir dış otorite ya da

deity (tanrısal kökenli bir iktidar) söz konusu olmaksızın kendi kendine ürettiği

ilkelere dayanarak meşruluğunu temellendirmesidir (McGowan, 1991: 3). Buradan yola çıkarak, Batı’nın son üç yüz yıllık tarihini ya da kapitalist dönüşümü modernite çağı olarak nitelenebilmektedir. Peter Wagner, “Modernliğin Sosyolojisi” adlı kitabında “bugün ihtiyaç duyulan şey, kapitalizm eleştirisini belli başlı izleklerinden biri olarak içerecek modernlik eleştirisidir” (Wagner, 1996: 51) demekte ve kapitalizmi anlamak için modernizmi; modernizmi anlamak için de kapitalizmi beraber irdelememiz gerekliliği konusunda vurgu yapmaktadır. Modernleşme ve bunun düşünsel dile geliş biçimini tarihsel olarak ileri bir düşünce olmasına rağmen; kapitalist ekonomik işleyiş ve onunla birlikte doğan daha fazla birikim, daha fazla kâr amacı, projenin yönünü değiştirmiştir.

Modernlik süresince insan benliğinin geçirdiği dönüşüm, özgürleşme66 ve disiplin altına alınmanın birbirine paralel ve çarpıcı bir süreci olarak görülmelidir. Modernliğin tarihsel dönüşümleri de toplumdaki bireylerin kendi toplumsal yerlerini yeniden tanımlamak üzere giriştikleri çabaları içermektedir. Böylesi çabalara duyulan ihtiyaç kurumların tarihsel genişlemeleriyle ve bu tip genişlemelerin gerektirdiği toplumsal kimliklerin kökünden sökülüp atılmasıyla ilişkilidir (Wagner, 1996: 16, 17).

66 Özgürleşme söylemi, modern zamanların kökenlerinde yer almaktadır. Özgürleşme söylemi, bilimsel devrim dönemi boyunca bilimsel uğraşılarda özerklik arayışına, Amerikan ve Fransız devrimleri gibi siyasal devrimlerdeki kendi kaderini tayin talebine ve iktisadi faaliyetlerin mutlakiyetçi bir devletin denetim ve düzenlemelerinden bağımsızlaşmasına kadar uzanmaktadır. Özgürleşme söylemi, hem bireysel hakların tesis edilmesi, hem de bu hakların kullanılmasının kolektif olarak haklılaştırılması açısından, modern toplumlar için ve bu toplumların kendi kendilerini yorumlamalarının bir aracı olarak vazgeçilmez bir önem taşımaktaydı (Wagner, 1996: 24).

86 Feodal toplumun çözülmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, Marx ve Engels’in “Komünist Parti Manifestosu”nda belirttikleri üzere, o güne kadar üstün kabul edilen ve değer verilen tüm eylem ve yargıların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip almış ve onları yeniden biçimlendirmiştir. Marx ve Engels’e göre;

“Üretimin sürekli altüst oluşu, tüm toplumsal koşullardaki kesintisiz sarsıntı, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte çözülüyorlar, bütün yeni-oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor67.” (Marx ve Engels,1998: 14).

Modern burjuva toplumu, insanın gelişme, sürekli değişme, kişisel ve toplumsal hayatın her alanında sürekli altüst oluş, yenilenme kapasite ve güdüsünü özgürleştirmiştir. Bu güdü, Marx’ın gösterdiği gibi, burjuva ekonomisinin gündelik işleyiş ve ihtiyaçlarında somutluk kazanmaktadır. Bu ekonominin sınırları içindeki herkes acımasız rekabetin baskısını hissetmektedir. Bu rekabet baskısı kimi zaman sokağın karşı kaldırımından, kimi zaman da dünyanın öteki ucundan gelmektedir. Bu baskı altında en küçüğünden en güçlüsüne kadar her burjuva, ayakta kalabilmek için yenilik yapmaya zorlanmaktadır. Kendi iradesiyle değişmeyen kişi, eninde sonunda piyasaya hükmedenlerin zorbaca dayattığı değişmelerin pasif kurbanı olacaktır. Bu, burjuvazinin, üretim araçlarında sürekli devrim yapmaksızın var olamayacağı anlamına gelmektedir. Üretimde devrim yönündeki yoğun ve acımasız baskı, üretim koşulları ya da üretim ilişkileri ve onlarla birlikte tüm toplumsal koşul ve ilişkilere yayılmaya ve onları dönüştürmeye mahkûmdur (Berman, 2005: 134, 135).

Bu sürekli altüst oluş ve değişim içerisinde, modern toplumun fertlerinin hayatları ise çıkarları sadece değişimde değil, aynı zamanda kriz ve kaosta yatan bir

67 “Komünist Parti Manifestosu”nun farklı çevirilerinde bu cümle şu şekilde çevrilmiştir: “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor, ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.”

Berman’a göre, “Marx, Manifesto’nun birinci kısmında, yüzyıl sonra modernizmin kültürünü biçimlendirecek ve ona can verecek kutupsallıkları ortaya serer: tatmin edilemez arzular, ve güdüler, sürekli devrim, sonsuz gelişme, daimi yaratma, hayatın her alanında daimi yaratma ve yenilenme. Bir yanda da onun radikal antitezi, nihilizm, durdurulamaz yıkım, hayatın darmadağın olması, çiğnenmesi, karanlığın yüreği, dehşet…” (Berman, 2005: 145).

87 egemen sınıf tarafından kontrol edilmektedir. “Tüm toplumsal koşullardaki kesintisiz sarsıntı, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik” (Marx ve Engels, 1998: 14), bu toplumu yıkmak yerine ona hizmet etmekte ve onu sağlamlaştırmaktadır. Yıkımlar, yeniden gelişme ve yenilenme için iştah kabartıcı fırsatlar halini almakta68; parçalanma ise harekete geçirici, dolayısıyla bütünleştirici bir güç olarak işlemektedir. “Modern egemen sınıfa gerçekten korku salan ve onun kendi imgesinde yarattığı dünyayı gerçekten tehdit eden tek bir hayalet vardır ki bu, geleneksel elitlerin (ve dolayısıyla geleneksel kitlelerin) hep özleyip durdukları şey: Kalıcı, katı istikrar.” (Berman, 2005: 135, 136). Modern toplumun bu sürekli devrim ve devinimi, değişimi arzulamak zorunda olan insanlar üretmektedir. Hangi sınıftan olursa olsun, insanların modern toplumda varlıklarını sürdürebilmeleri için, kişiliklerini toplumun bu akışkan ve açık biçimine uygun hale getirmeleri gerekmektedir. “Modern insanlar değişimi arzulamayı öğrenmek, kişisel ve toplumsal hayatlarında değişikliğe açık olmaktan öte, onu pozitif anlamda istemek, aktif olarak peşinde koşmak ve ona uymak zorundalar.” (2005: 136).

Habermas, “modern”in “yeni”yi ifade ettiğini belirtmekte ve bugünü geçmişten, antikiteden ve gelenekten ayırdığına değinmektedir (Dellaloğlu, 1998: 220). Geleneksel olanın karşına modernliğin çıkışı, başından itibaren yıkıcılıkla birlikte var olmuştur. “Modern toplumun inşası için dinsel mitlerin, geleneksel değerlerin ve daha önceki bütün üretim ve tüketim ilişkilerinin yıkılması gerekmiştir.” (Ercan, 2003: 36). Harvey’e göre “yaratıcı yıkma”69 imgesi, “moderniteyi anlamak açısından büyük önem taşır, çünkü tam da modernist projenin uygulanmasının karşılaştığı pratik ikilemlerden türemiştir.” (Harvey, 2003: 29). Yine

68 Berman’a göre burjuva toplumunun inşa ettiği her şey yıkılmak üzere inşa edilmektedir. “ ‘Katı olan her şey’ –sırtımızdaki giysilerden onları dokuyan tezgah ve makinelere, makinelerin başında çalışan insanlara, işçilerin yaşadığı ev ve mahallelere, işçileri sömüren şirketlere, kasabalara, şehirlere, koca koca bölgelere ve onları içine alan uluslara kadar– bütün bunlar ertesi gün yıktırılmak, dağıtılmak, parçalanmak, yerle bir edilmek üzere yapılıyor. Öyle ki ertesi hafta yeniden işlenebilsin, yerine konabilsin ve bütün bu süreç, inşallah sonsuza değin, tekrar tekrar, çok daha karlı şekillerde devam etsin.” (Berman, 2005: 142).

69 İktisatçı Schumpeter, “yaratıcı yıkıcılık süreci”ni kapitalizmin temel gerçeği olarak kabul etmekte ve kapitalist gelişme süreçlerini anlayabilmek için “yaratıcı yıkıcılık (creative destruction) ” imgesine başvurmaktadır. Schumpeter’e göre, girişimci, yaratıcı yıkıcının en mükemmel örneğidir, çünkü teknik ve toplumsal yeniliğin sonuçlarını en uç noktalara kadar taşımaya hazırdır. İnsanlığın ilerlemesi de ancak bu tür yaratıcı kahramanlık sayesinde güvence altına alınabilecektir. Schumpeter için yaratıcı yıkma, hayırlı sonuçlar doğuracak bir kapitalist gelişmenin ilerici ‘leitmotif’idir (Aktaran, Harvey, 2003: 30).

88 Harvey’in ifadesi ile, daha önce yapılmış olan çok şeyi yıkmaksızın yeni bir dünya yaratmak mümkün değildir. Birçok modernist düşünürün de işaret ettiği gibi, yumurtaları kırmadan omlet yapmak olanaksızdır (2003: 29). Kapitalizmin sorunu da, her şeyde olduğu gibi burada da, yarattığı insani olanakları yok etmesindedir. Kapitalizm, herkesin kendisini geliştirmesini teşvik eder ve hatta bunu zorlar. Ama insanlar ancak sınırlı ve çarpıtılmış şekillerde gelişebilirler; piyasanın kullanabileceği özellik, güdü ve yetenekleri gelişmeye itelenir ve geride hiçbir şey kalmayana dek tüketilir. Bunun dışında, bireyin içinde pazarlanması mümkün olmayan ne varsa ya zorbaca bastırılır, ya da kullanılmamaktan körelir (Berman, 2005: 136, 137).

Modern çağda, standartlaşmış bilgi ve üretim koşulları altında, “doğrusal ilerlemeye, mutlak hakikate ve toplumsal düzenlerin rasyonel biçimde planlanmasına inanç” (Harvey, 2003: 50) oldukça güçlüdür. Bu nedenle modernizm, “pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist” (2003: 50) bir karakter taşımaktadır. Ancak Harvey’e göre, modernizmin asıl ters yüzü, makineye tapınma biçimi altında, tekelci bürokratik iktidar ve rasyonalitenin gizliden gizliye kutsanmasında yatmaktadır (2003: 51). Yani başlangıçta batı toplumlarını olumlu etkileyen ve özgürleşme sürecini başlatan modernleşme, daha sonraları bir dizi olumsuz özellikler kazanmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, toplumun belirli bir hiyerarşi içinde disiplin altına alınmasıdır.

Toplumun disiplin altına alınması için atılan adımlardan biri de, uzmanlaşma ve işbölümü ile birlikte bürokrasinin gelişmesidir. Bürokrasi70, devletin ekonomi ile ilişkisinin, devlet ile bireyler arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesi için bir örgütlenme tarzıdır. Bürokrasi rasyonellikle, rasyonelleşme süreci de mekanikleşme ve ilişkilerin kişisellikten çıkması ile açıklanabilir (Ercan, 2003: 37). Bürokrasi, işbölümünün gelişmesine paralel olarak yapılması gereken işlerin belirli bir düzen ve

70 Bürokrasi sözcüğü (bureaucracy), İngilizce’de 19. yüzyılın ortalarında görülür. Sözcük Fransızca kök sözcük bureau’dan gelen, yakın kök bureaucratie’den alınmıştır. Bureau’nun ilk anlamı, çalışma masalarını kaplamak için kullanılan çuhadır. Bureau’nun İngilizce’de ofis anlamı ile kullanımı ise 18. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. İngiliz ve Kuzey Amerikan kullanımında bureaucracy, kamu yönetiminin katılığını ya da gereğinden fazla olan gücünü anlatmak için kullanılıyorken; kamu hizmeti ya da sivil hizmet gibi terimler tarafsızlığı ve benliksiz profesyonelliği anlatmak üzere kullanılmaktaydı. Ancak bunun ötesinde, bureaucracy’nin yalnızca memurlar sınıfını değil, eski aristokrat toplumların yanı sıra, halk demokrasilerinden de farklı kimi modern, örgütlü, merkezileştirilmiş toplumsal düzen türlerini de anlatan daha genel bir kullanımı da görülmektedir (Williams, 2005: 60, 61).

89 belirli bir hiyerarşik yapı içinde, hızlı ve kişisel olmayan bir dizi kural çerçevesinde yapılması esasına dayanmaktadır.

“Bürokrasinin tüm bu üstünlüklerine en çok ihtiyaç duyan yeni gelişmekte olan piyasa ekonomisi, yani kapitalizmdir. Bürokrasi bu anlamda bir bütün olarak kapitalizmle birlikte ortaya çıkan toplumsal ilişkilerin ‘kişisellikten arındırılması’ ilkesine uygun bir işleyiş/ortam hazırlar.” (Ercan, 2003: 38). Oysa kapitalizm öncesi toplumsal yapıda, yüz yüze ilişkiler hâkimdir ve her birey, kendisini içinde bulunduğu toplumsal bütüne bağlı olarak tanımlamaktadır. Kapitalist toplumsal formasyon içinde, toplumsal bir varlığın ürünü olan birey, toplumsal olandan, bütünsel olandan ayrılarak, toplumu oluşturan farklı birimlere karşı kendini tanımlama zorunluluğu içinde, bu mekanizmaların tanımladığı bireylere dönüşmektedir. Bu süreç, ilişkilerden bağımsız bir kimlik, soyut haklar, istekler ve uzman meslekler dolayımında gerçekleşen bir bireysel varoluş biçimine, yani bireyciliğin (individualism) ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bürokrasi, “bu anlamda hem kişisellikten arınmışlık sürecinin varoluş nedeni, hem de bunu sürekli yeniden üreten bir mekanizmadır.” (2003: 38, 39). Bürokrasi, ne denli insanlıktan

uzaklaşırsa, o denli kusursuz gelişmekte; resmi ilişkiler kişisel irrasyonel ve

duygusal öğelerden ne denli arındırılırsa, asıl niteliğine o denli yaklaşmaktadır. Bu nedenle bürokrasi, her geçen gün yaşamı “standartlaştırmakta” ve “tekdüzeleştirmektedir”.

Marx, Nietzsche ve onların yanı sıra daha birçok düşünür, modern teknoloji ve toplumsal örgütlenmenin, insan yazgısını nasıl belirlediğini fark etmişlerdir. Örneğin Weber, “modern ekonomik düzenin muazzam kozmosu”nu tümüyle “bir

demir kafes” olarak görmektedir. Weber’e göre, kapitalist, yasalcı ve bürokratik olan

bu kaskatı düzen, “bu mekanizma içine doğan tüm bireylerin yaşamlarını karşı konulmaz bir güçle belirler.” Araçsalcı rasyonelleşmenin gelişmesi, özgürlüğün evrenselleşmesi yerine, bunun tam tersine, bürokratik rasyonelleşmenin demir

kafesini yaratmıştır. Bu demir kafesten kaçış da mümkün değildir (Aktaran, Harvey,

2003: 28). Modernlik ve kapitalizmin yarattığı bu demir kafeste, yaşamın her alanı disipline edilmektedir. Ancak Berman’a göre, “modern toplum bir kafes olmakla kalmaz, içindeki insanlar da o kafesin parmaklıklarınca biçimlendirilir. Bizler ruhu,

90 kalbi, cinsel ya da kişisel kimliği olmayan, hatta diyebiliriz ki varlığı bile olmayan varlıklarız. (…) burada da bir özne olarak (dünya içinde ve üzerinde tepki, yargı ve eylem yetisine sahip bir canlı kimliğiyle) modern insan yok olup gitmiştir.” (Berman, 2005: 45).

Modern çağlar üzerinde çalışan çok sayıda tarihçi ve düşünüre göre, 19. yüzyıl büyük bir dönüşüm çağı olarak yorumlanmaktadır. Bu çağlar gerçekten de “göz kamaştırıcı bir atılım destanıdır” (Şaylan, 2002: 112); insanoğlunun büyük başarılarına sahne olmuştur. Bununla birlikte modernite, aynı zamanda büyük acıların, insanlık trajedilerinin yaşandığı zaman dilimi olarak da nitelenebilmektedir. Modernlik sadece rasyonalizasyonla özdeşleştirildiğinde, bunun özne planındaki zorunlu sonucu, bireylik kaybı (deindividuation) veya kişilik kaybı (depersonalization) gibi olgular olacaktır; bu olgular, rol tanımlarında çerçevelenmiş araçsal aklı kendisinde somutlaştıran bir insanın doğuşunun ve moralin tükenişinin işaretleridir. Militarizm, ırkçı kuramlar, ayrımcılığa ve ırk ayrımına dayanan siyasetler, halkları tümden yok etmeye dayanan Nazi projesi ve nükleer yok olma tehdidi modernliğin zorunlu ürünleri değil midir? Bu dönem, tarih sahnesine büyük savaşlar, Auschwitz ölüm kampları, soykırımlar, Hiroşima – Nagazaki deneyimi ve kapitalist dönüşümün kurbanı olan büyük emekçi yığınlarının acıları ile damgasını vurmuştur. Kapitalist dönüşüm bir dünya sistemi haline gelirken, büyük insan yığınları olağanüstü baskılara hedef olmuş ve büyük acılar yaşanmıştır (Harvey: 2003: 26, 27). Modernitenin temel etik anlayışı hümanizmdir; ancak modernitenin tarihi her yönüyle hümanist değildir. Bu noktada modernite, postmodernitenin önemli düşünürlerinden biri olan Foucault tarafından “baskı altına alma, disipline

etme süreci” olarak tanımlanmıştır. Benzer bir şekilde, Aydınlanma çağı da

insanoğlunun büyük başarılarını ve özgürleşmesini hedeflerken; kendi amacının tam tersine insanlığın yabancılaşmasına ve baskı altına girmesine neden olmuştur. Aydınlanma’dan esinlenen modernlik siyaseti, Boer’e göre, “kapitalist yabancılaşmaya, şehirli çözülmeye, Batı emperyalizmine, bencil bireyciliğe, soğuk akılcılığa ve sonuçta –Durkheim’ın terimleri ile– anomiye” yol açtığı için kuşkuyla karşılanmaktadır (Aktaran; İrem, 2006-07: 160).

91 Köklerini Aydınlanma çağından alan Modernizm, çok boyutlu bir süreçtir.

İktisadi boyutu sanayi devrimi sonrasında gelişen üretim formasyonu ve kapitalist birikim rejimine; siyasal boyutu ise bireyin özgürleşmesi, burjuvazinin doğuşu ve kapitalizmin bir sosyal yapı olarak inşa ettiği ulus-devlete dayanmaktadır.