• Sonuç bulunamadı

Dışlanmış ve Aşağılanan Ötek

BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

B. Dışlanmış ve Aşağılanan Ötek

“Öteki”, “biz”den olmayandır. İnsanlar kendi aidiyetlerini (kimliklerini) paylaşmayan toplumsal/kültürel çevreleri yabancılaştırma eğilimindedir. Bu yabancılaştırmayı en iyi ifade eden kavram “öteki”dir. “Irk, etnisite, din, mezhep, hemşehrilik, aşiret, akrabalık, cinsiyet” gibi etkenlere göre durumsal olarak belirlenen ve konjonktürel duruma göre değişebilir olan29 öteki, farklı olmayı ifade

29 Uluslararası diplomaside, ulusların arasındaki ilişkiler temelde çıkar ilişkileridir. Dolayısıyla, uluslararası ilişkilerde bugün “biz” olan, kısa zaman sonra “öteki”ne dönüşebilir. Örneğin, 1990’lara kadar ABD’nin önemli bir müttefiki konumunda bulunan, dolayısıyla “düşman olmayan öteki” olarak

44 ettiği gibi, düşman olmayı da ifade edebilir ya da potansiyel olarak düşmanlaştırma eğilimini içinde barındırır.

Ötekinin yaratılmasına birey düzeyinde yaklaşan psikologlar, grup düzeyinde yaklaşan sosyal psikologlardan farklı açıklamalar getirmektedir. Onlar, bireylerin önyargılarına psikolojik sağlıkları bakımından yaklaşmaktadırlar. Freud’dan beri, benliğin varlığını sağlıklı biçimde sürdürebilmesi için, bir düşman yaratmaya gereksinmesi bulunduğu, böylece kendisine olan kızgınlığını ve nefretini bu düşmanlara yönelterek, psikolojik sağlığını korumaya çalıştığı üzerinde durulmaktadır. Birçok bilim adamı önyargının temelinde kendinden nefreti görmektedir. Kendinden nefret eden bireyler, kendi yetersizliklerini farklı olana (ötekine) yönelterek ondan nefret etmektedirler. Bu yetersizlikler, siyasal hareketlerce kolayca yabancı düşmanlığı biçiminde kanalize edilebilmektedir. Bu güçlülük ve haklılık iddialarının altında, aslında hep bir haksızlık ve eziklik bulunmaktadır (Tekeli, 2007: 4).

Modernlik ve kapitalizm ile geleneksel toplum yapısını kıran batı toplumları, kendi gelişmişliklerini göstermek için sürekli olarak bir “öteki”ni tanımlamaya yönelmişlerdir. Bu süreçte batı toplumlarının gelişmişliği, “öteki” olarak tanımladıkları toplumların gelişmemişliği doğrultusunda anlam ve değer kazanmıştır. Etnosantrik bir bakış açısıyla ‘modernleşmiş batı’, şimdi ve kendisi olanı “ileri” ve “gelişmiş” olarak; kendisine benzemeyen farklı olanı da “geri”, “ilkel”, “modern olmayan” “öteki” olarak tanımlamaya başlamıştır. Böylece, “öteki” olarak tanımlanan geleneksel toplumlar için, modernleşme bir seçim olmaktan çıkarak, bir zorunluluk, bir mahkûmiyet halini almıştır (Berman, 2005: 175).

“Ötekileştirme”, bir tanıma / bilme biçimi olmanın ötesinde; aşağılama30, kaçınma, düşmanlaştırma, evlilik ilişkisi kurmama gibi tutumları da içerir. “Öteki” değerlendirilebilecek olan Irak, yeni çıkar ilişkileri gereği, Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’in şahsında ötekileştirilmiştir. Irak ve yöneticileri, ortadan kaldırılacak düşman öteki kategorisine yerleştirilmiştir (Çapar, 2006: 39).

30 Bora’ya göre; “her tür milliyetçilik açısından milli devletin bünyesindeki azınlıklar ‘öteki’lerdir, düşman/yabancı imgelerdir, varoluşları istisnai/kazaidir” (Bora, 1995: 34).

Çok yakın zamanlara kadar, birçok Batı toplumunda, beyazlar için siyahlar (bugün Afrika kökenli Amerikalılar veya Afro-Amerikalılar terimi kullanılmaktadır) dışlanan ve aşağılanan “öteki” idi. Örneğin; ABD’de 1865’te köleliğin kalkması, Afrika kökenli Amerikalılar’ın birinci sınıf vatandaşlık

45 bu yönüyle, kişinin ve onun mensubiyetinin karşıtını tanımlayarak kendilik bilincini oluşturan bir kimlik bileşenidir ve “etnosantrizm”in kaynağıdır. Önceleri Avrupa- merkezci öznelliğe özgü olan ve şiddeti çağrıştıran “ötekileştirme”, 19. yüzyılda başlayan milliyetçi akımların kısa sürede bütün dünyayı sarmasıyla birlikte yayılmış ve insanların kendilerini tanımlamalarında birincil bir başvuru çerçevesi haline gelmiştir (Aydın, 2003: 661). Milliyetçi akımlar, bir yandan milli ben ve biz merkezli kimlikler oluştururken öte yandan da öteki kimlikler yaratırlar. Bu noktada, milliyetçiliklerin öz itibariyle ötekilik üzerine kuruldukları söylenebilir.

Milliyetçi akımlar, bir yandan biz merkezli kimlikler oluşturup, öte yandan da öteki kimlikler yaratırlarken, çoğunlukla kendi ideolojilerine destek olacak argümanları tarihte bulmaya çalışırlar. Bunun için tarih yazıcılığı kimi zaman/çoğu zaman bilinçli, kimi zaman da bilinçsiz olarak, üstünlük iddialarını temellendirecek, çatışmalara meşruiyet kazandıracak “ötekiler” yaratmaya katkıda bulunur. Tarihçi Buttenfield’in konu ile ilgili şu yorumu oldukça dikkat çekicidir; “Okullarda öğretilen tarih dersleri, övünme, gurur ve küstahlık getirdi. ‘Herkes haksız sadece biz haklıyız’ inancını (etnikmerkezciliği) kuvvetle besledi. Öğrendiklerimizin çoğunu unutmaktan başka çare yok.” (Aktaran, Güvenç, 2007: 27).

Kimin öteki, kimin biz/ben olduğuna gelince; kentliye göre köylü, burjuvaziye göre işçi, Avrupalıya31 göre Doğulu – Afrikalı ve Güney Amerikalı, Müslümana göre Hıristiyan, dindara göre dinsizler, Türk’e göre Kürt veya diğer azınlıklar, beyaza göre zenciler veya sarılar, kapitalistlere göre komünistler vb. “Her bir kategori diğerinin ötekisi gibi görünmekle birlikte, gerçekte ve toplumbilimlerindeki anlamıyla öteki, egemen kültürün, erkin, siyasanın vs. hegemonyası altında yaşamak zorunda bulunan, güçsüz ve azınlıkta olandır.” (Çapar, 2006: 38).

haklarına kavuşmalarını sağlamamıştır. 1964’te “Sivil Haklar Yasası” çıkana kadar, ABD’de çoğu eyalette siyah çocuklar beyazlar ile aynı okula gidemez, otobüse aynı kapıdan binemez, aynı apartmanda oturamaz, aynı restoranda yemek yiyemez, kamusal alandaki tek çeşmeyi, “halka açık” bir tuvaleti en temel ihtiyaçları için kullanamazlardı (Somersan, 2004: 143).

31 Saul Bellow, “Zulular, bir Tolstoy çıkardıkları zaman onu okuruz”, dediğinde, bu söz yalnızca Bellow’un Zulu kültürünün değerlerine karşı de facto duyarsız olduğunu gösterdiği için değil, çoğu zaman insanların eşitliği ilkesinin inkâr edildiğini yansıtan bir söz olarak anlaşıldığı için Avrupa’ya özgü saygısızlığın ve “ötekileştirme”nin özünü dile getiren bir önerme olarak görülmektedir (Taylor, 2005: 55).

46 Üstünlük iddiasında bulunarak ya da bulunmak için (Erikson, 1966: 156) yaratılan öteki kavramı, başkalarını denetim altına almaya ve onları sömürmeye gerekçe oluşturmaya yaramaktadır. Tekeli’ye göre, denetleyenler, hâkim olanlar, ötekini sadece kendi denetimlerine bir meşruiyet söylemi kazandırmak için değil; aynı zamanda ötekinin üzerindeki denetimi sürdürmek için araçsal amaçlarla da yaratmaktadır (Tekeli, 2007: 2). Uluslararası ötekileştirmenin ekonomik, siyasal, askeri/militarist güçle bağlantısı olduğu, güçlü devletlerin ve toplulukların daha güçsüzler üzerinde baskı32 kurmasından, onları yönlendirmesinden ve onlara çeşitli değerler atfetmesinden anlaşılmaktadır. Kavramsal olarak ötekileştirilen toplumlara, uluslararası boyutta uygarlık götürme iddiası ve onları “biz”denleştirmek söylemleri –yani ötekini “ehlileştirme”, demokratikleştirme, uygarlaştırma söylemleri– ve bu söylemlerin eyleme dönüştürülmeleri, temelde “insani” nedenlerden ziyade, ekonomik çıkarlara dayanmaktadır. Bu konunun en güncel örneği olarak, “Irak halkını özgürleştirme ve Irak’a demokrasi getirme” söylemleri ile 2003 yılında başlayan ABD’nin Irak’ı işgali verilebilir.

İnsanları kategorilere ayırıp ötekiler yaratma ve ötekini aşağılama, küçümseme tavrının izlerini pek çok düşünürde bulmak mümkündür. Örneğin, Platon’un insanları üçlü sınıflandırmasında tipik bir ötekileştirme görülür. Platon’a göre, birinci tür insan doğa tarafından yönetmek için değil, çalışmak için yaratılanlardır ve bunların mayasına demir ve tunç katılmıştır. İkinci tür ise tampon bir grup gibidir; mayasında gümüş bulunan bu grup başkalarının kontrolü ve yönetimi altında yönetmek için yaratılanlardır. Mayasında altın bulunan üçüncü tür ise, araçları ve amaçları nihai olarak belirlemek gibi en yüksek düzeyde devlet adamlığı görevlerine uygun olarak yaratılanlardır (Platon, 2008: 111).

Aristoteles de “bazıları yönetecek, bazıları da yönetileceklerdir” diyerek insanlar arasında bir kategorizasyona gitmektedir (Aristoteles, 2008: 13). Aristoteles’e göre, “bu yöneten-yönetilen ilişkisinin birçok çeşitleri vardır ve bu

32 Bir grubu, bir ulusu ötekileştirmek, onlar üzerinde baskıyı meşru kılma çabasını da beraberinde getirebilmektedir. Örneğin, Kızılderililer en etkili ötekileştirme araçlarından temsil yolu ile vahşi, uygarlıktan yoksun, barbar ve tehlikeli yamyamlar olarak kurgulanınca, onlara uygulanan baskılar da meşru kılınmaktadır. Hıristiyanlığı yaymak gibi kutsal bir misyonu da ekleyince, öteki Kızılderili’yi fethedip onu köleleştirmek için artık ahlaki bir kılıf da bulunmuş olmaktadır (Yumul, 2000: 100).

47 ilişkilere her yerde rastlanır. (...) Bu bütün doğaları gereğince, özellikle canlı yaratıklarda görülür; canlı yaratık ilk önce zihin ile bedenden oluşur, bunlardan birincisi yöneten, ikincisi yönetilendir. (...) Zihnin beden üstündeki yönetimi (efendinin kölesini yönetişi gibi) mutlaktır.” (2008: 13). Aristoteles, doğadan gelen bu temel ayrımı, yani yöneten-yönetilen ilişkisini açıkladıktan sonra, özgür insanlar ve köleler; erkek ve kadın arasındaki doğal farklılıklara değinmektedir. Bu noktada Aristoteles, ötekiler yaratmakta ve doğaları gereği köle ya da kadın olan ötekileri şu sözler ile küçümsemektedir;

“(...) erkekle dişi arasında, önceki doğadan üstün, beriki aşağı ve uyruktur. Bu genel olarak tüm insanlık için de geçerlidir. Bundan ötürü, diyebiliriz ki, iki insan topluluğu arasında, (...) işleri bedenlerinin kullanımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi bir şey beklenemeyecek olanlar, bence, doğadan köledir. Sözü edilen benzerlerinde olduğu gibi, onlar için de böylelikle yönetilmek ve uyruk olmak daha iyidir. Öyleyse, ‘doğadan köle’ bir başkasına bağlı olabilen, dolayısıyla de bağlı olan ve akıl yürütme yetisinden anlayacak kadar pay alan, ama ona sahip olacak kadar pay almayan bir kimsedir. (...) Kölelerin kullanılması da, evcil hayvanlarınkinden hiç ayrılmaz; biz her ikisinden de bedensel gereksinimlerimizin giderilmesinde yararlanırız.” (Aristoteles, 2008: 13, 14).

Açık bir ötekileştirme paradigması Nietzsche’de de görülmektedir. Nietzsche, hem etnik azınlıkları, hem kadınları hor görmekte ve onların hiçbir hakka sahip olmadıklarını düşünmektedir. Nietzsche’ye göre, onlar haklı olarak zulüm ve aşağılanmanın doğal nesneleridirler. Nietzsche etnik azınlıkları hasta, tehlikeli olarak tanımlamakta, onları (ezilenleri, itilip kakılanları, en zayıfları) “insanlar arasında yaşamı baltalayanlar, yaşama olan güvenimizi sorgulayarak [bizi] en tehlikeli biçimde zehirleyenler” olarak nitelendirmektedir (Aktaran, Çapar, 2006: 45).

David Hume ise, sömürge Afrikalı zencilerin, hatta Avrupa’ya yerleşmiş ve uzun süredir orada yaşayan Avrupalı zencilerin aşağı ırktan oldukları ve bunun “doğal” olarak böyle olduğu tezini savunmaktadır;

“Zencilerin genel olarak tüm diğer beyaz insan türlerinden (çünkü dört beş değişik cinsi vardır) doğal olarak aşağı olduğu kuşkusunu taşıyorum. Beyazlardan başka hiçbir oluşumda ne uygar bir ulusa, ne de eylem ve birikimde seçkin bir bireye rastlanmamıştır. Aralarından ne usta bir imalatçı, ne sanatçı, ne de bilim adamı

48 çıkmıştır. (...) Sadece sömürgelerimizden söz etmiyorum, tüm Avrupa’ya yayılmış zenci köleler vardı, bunların hiçbiri bir yetenek belirtisi göstermemiş, eğitimsiz aşağı tabakalardan insanlardır ve her meslekte kendi farklılıklarıyla aramıza gireceklerdir.” (Aktaran, Çapar, 2006: 52).

“Öteki”nin imhası ya da ilerleme düşüncesi içinde “öteki”nin “kendi”ne – yani olumlu tanımlanana– dönüşmesi aslında neredeyse tüm erken dönem düşünürlerinin düşüncelerinde görülmektedir. Örneğin Hegel, “ilerlemiş” ya da “geri

kalmış” arasındaki ilişkiyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Uygar milletler, devletin

aynı cevhersel momentine erişmemiş olan öteki milletlere barbar gözüyle bakmakta ve onlara karşı böyle davranmakta haklıdırlar. Böylece, bir çoban kavim, avcı kavimleri; bir çiftçi kavim, bunların her ikisini, vs. Barbar olarak görebilir.” (Aktaran, Ercan, 2003: 72). Hegel, “Dünya Tarih Felsefesi” üzerine çalışmasında, halklar arasında tarihsel olan ve olmayan halklar ayrımını yapmıştır. Hegel tarihsel

halkları, kültürel olarak gelişmiş, güçlü ve dünya tarihinin gelişmesine katkıda

bulunabilen halklar olarak tanımlarken; tarihsel olmayan halkları ise, manevi olarak zayıf, kendi kendilerini geliştirmekten yoksun olan ve dolayısıyla da tarihte hiçbir uygarlaştırıcı misyona sahip olmayan halklar şeklinde tanımlamaktadır. Bu nedenle, Hegel’e göre tarihsel olamayan halklar, tarihsel olanlara tabi olmalıdırlar. Örneğin Çin, Hegel’e göre dünya tarihinin gelişimine herhangi bir katkısı olmayan toplumlardan biridir (Aktaran, Ercan, 2003: 72).

Nietzsche, Platon, Aristoteles, Hegel ve Hume; ötekileştirme, aşağılama ve düşmanlaştırma tavırları ile düşünürler arasındaki yegâne örnekler değillerdir. Özellikle, oryantalist33 düşünürler için Doğu ve Doğu toplumları istisnasız “öteki”dir. Düşünürlerin Avrupa dışı toplumları ötekileştirmelerinde Türkler ile ilgili yorumlarla da karşılaşılmaktadır. Örneğin, Leibniz’e göre Türkler, dünyanın en aptalı da olsalar, içlerinde Türklere Hıristiyanların sahip olduğu bütün ilahi ve insani

33 “Oryantalizm daha genel bir ötekileştirme biçimidir. Diğer ötekileştirmelerden farklı olarak oryantalizm, yalnızca bir küçük grubu değil, bir çok ülkeyi hatta kıtaları kapsayan bir ötekileştirme biçimidir. Bu doğrudan Doğu’yla, Doğu’ya bakışla ilgili bir durumdur. Fakt bu aynı zamanda, Afrika kıtasını da içine alacak kadar geniş bir Doğu coğrafyasıdır. (…) Oryantalist bakış açısıyla Doğu, zavallı, güçsüz, araştırma nesnesi, gizemli bir yerdir. İlginçlikler içeren, farklı olan ve bu farklılığıyla Batı’yı tahrik eden, Batı’nın üzerinde daha çok çalışmasını güdüleyici özellikler taşıyan bir ‘coğrafya’dır. Bu yalnızca fiziki bir coğrafya değil, aynı zamanda kültürel ve siyasi bir coğrafyadır.” (Çapar, 2006: 48).

49 bilimleri öğretecek sayıda dönme Hıristiyan bulunmaktadır; Türklerin eksikliği ciddi bir uygulama ve sebattır (Hentch, 1996: 131). Oryantalist Avrupa’da Türkler (ve Osmanlılar) çoğunlukla olumsuz imajla anılırken, Türklerin içeriye ve çevreye bakışları da oryantalistçe olmuştur. Avrupalı, Türk’ü çoğu zaman öteki olarak görmüş ve aşağılamış, birçok olumsuz sıfatla nitelemiştir; ama Türklerin de kendi içinde ötekileri vardır. Söz konusu ötekiler, gayrimüslim azınlıklar, Kürtler ve Alevilerdir.