• Sonuç bulunamadı

2. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.1. Koruma

2.1.1. Tarihi çevre koruma

Kültür, toplum, insanoğlu, eğitim süreci ve kültürel muhteva gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir (Güvenç, 1970, s. 95). Tarihin ve doğanın kente bırakmış olduğu bu birikimin temel ögesi, o kentin kimliğidir. Her kentin kimliğinde, o kentin süreklilik kazanmış olan ayırt edici özellikleri saklıdır (Koçak, 2011). Tarihi çevrenin taşıdığı izler farklı dönemlerin farklı kuşakları tarafından, farklı imkan ve koşullara göre yaratılmıştır. Bu da sürekli bir yenilenme, yeni ile eski olgularının birbirine geçtiği anlamına gelmektedir (Arabacıoğlu & Aydemir, 2007). Tarih zaman içinde insanoğluna ait faaliyetlerin diyalektik gelişimiyle oluşan dinamik bir süreçtir (Özer, 1993;

Arabacıoğlu & Aydemir, 2007).

Geçmiş medeniyetlerden günümüze ulaşan yerleşme alanları ve buluntular tarihi çevremizi meydana getirmektedir. Tarihi çevre tamlaması ile genellikle kentsel sitler anlaşılmakla beraber tarihi ve arkeolojik sit alanları da bu kapsamda değerlendirilmektedir (Madran, 2009, s. 6-15). Yirmi birinci yüzyıl gibi teknolojinin nimetlerinden oldukça fazla yararlandığımız, uzay yolculuklarının yaşandığı ve robotların evlerimize kadar girebildiği bir çağda Şanlıurfa’nın tarihi kent dokusunun korunmaya çalışılmasını boşa harcanan zaman ve çaba olarak değerlendirenler olabilir. Ancak tarihi çevreler eşsiz genel görünümleriyle, çeşitli tarz ve biçimleri içinde barındıran zengin düzenlemeleriyle, itinalı

işçilikleriyle her zaman heyecan uyandırmıştır. Tarihi kent ve mahalleleri araştırmak, irdelemek yeni bir bakış açısı kazandırmakla birlikte geçmişi anlamaya ve bugünümüzü tanımlamamıza yardımcı olur. Ayrıca eski uygarlıkların tarihi, sosyal ve kültürel hayatları hakkında birçok ipucu bulmamıza olanak tanır (Ahunbay, 2018, s. 14; Anonim, 2009).

Anıtsal yapılar gibi tek yapı ölçeğinde koruma düşüncesinden kent koruma fikrine evirilme, tarihi alanlarda yerleşme dokusunu bir araya getiren unsurların şekilsel ve tarihi kıymetlerinin fark edilmesinden itibaren olmuştur (Madran, 2009, s. 6-15). Avrupa’da 19.

yüzyılın sonunda başlayan tek yapı ölçeğinden tarihi çevre korumaya geçiş uygulamaları, uluslararası platformda ilk kez Atina Konferansı Sonuç Bildirgesinin (1931) tarihi anıtların estetik değerinin artırılması maddesi (3.madde) kapsamında “Yapılar inşa edilirken yerleşmelerin kimliğine ve profiline, bilhassa çevresi özel bir önem gerektiren anıt yapıların yoğun olduğu mahallelere saygı gösterilmesi tavsiye edilir. Ayrıca bazı yapı grupları ve istisnai olan manzaraların varlığı muhafaza altına alınmalıdır (Atina Tüzüğü (Carta Del Restauro), 1931).” şeklinde dile getirilmiştir. Cümleden anlaşılacağı üzere buradaki kaygı özellikle tarihi anıtlara temel oluşturan tarihi çevrelerin korunması ile ilgilidir; tarihi yerleşim alanlarının salt kendi biçimsel özellikleri ile korunmaya değer olma düşüncesinin henüz gelişmediği anlaşılır (Ahunbay, 2018, s. 15; Alioğlu, 2013, s. 68-97; Kuban, 2000, s. 11).

II. Dünya Savaşı ile birlikte büyük yıkım yaşanan Avrupa’da 1945’ten sonra kentsel ve kırsal alanlarda koruma çabaları hız kazanmıştır. Savaş sırasında yıkılan, çağdaş yapılanma ya da endüstrileşme hareketi ile birlikte karakteri bozulan tarihi kentler için bilinçlenen kamuoyu bu durum karşısında çözüm yolları arayışına girmiştir (Binan, 1999, s. 15). Bu konuda tarihi ve kentsel çevrenin korunma düşüncesi 1960’lı yılların ortalarında daha sağlıklı bir şekilde oluşmaya başlamıştır. 1964 yılında bir araya gelen ‘İkinci Uluslararası Tarihi Anıtlar Mimar ve Teknisyenleri Kongresi’nde’ kırsal ve kentsel sitlerin korunması düşünceleri tartışılmış ve alınan kararlarla “Venedik Tüzüğü” yayınlanmıştır (Erder, 1977;

Venedik Tüzüğü, 1964). Venedik tüzüğünün 1. maddesinde ‘tarihi anıt’ kavramının kentsel ve kırsal bir yerleşmeyi içine alacak şekilde açıklanması çevre koruma bağlamında ciddi bir adımdır. Bununla birlikte tüzüğün 6. maddesinde anıt yapılarla birlikte yakın çevrelerinin de önemine dikkat çeken bir ilke kararı bulunmaktadır: “Anıtın korunması, ölçeği dışına taşmamak koşuluyla, çevresinin de bakımını içine almalıdır. Eğer geleneksel ortam varsa olduğu gibi bırakılmalıdır. Kütle ve renk ilişkilerini değiştirecek hiçbir yeni

eklentiye, yok etmeye, ya da değiştirmeye izin verilmemelidir (Venedik Tüzüğü, 1964)”

şeklinde açıklanmaktadır.

Kısa sürede kabul gören Venedik tüzüğünün kararları başta Avrupa olmak üzere birçok ülkeyi etkilemiş yasal düzenlemelerde dikkate alınmıştır. Öyle ki Erder, bu çalışma için

“Venedik Tüzüğü tarihi bir anıt gibi korunmalıdır (Erder, 1977)” derken tüzüğün önemine dikkat çekmektedir. Aynı yıllarda ülkemizde bulunan ve koruma uygulamalarının oryantasyonu işini yapan ‘Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (GEEAYK)’ tarafından da benimsenen tüzük kararlarını tam manasıyla hayata geçirmek mümkün olmamıştır (Kejanlı, Akın, & Yılmaz, 2007). Söz konusu dönem, tüzük ile birlikte genişletilen anıt kavramının yasalarımızda karşılığının bulunmayışı bunun en büyük sebebidir. Mevcut yasalarımızla tarihi bir mahalleyi ya da bir sokağı koruma altına almak pek mümkün görülmemiştir. Onun yerine halen tek tek yalı, konak gibi gösterişli yapılar tescillenmiş çevresi ile değerlendirilmesi gereken değerli ancak görkemsiz yapılar koruma kapsamında değerlendirilmemiştir (Ahunbay, 2018, s. 15; Erder, 2018). Bu sebeptendir ki ülkemizde bu gibi alanlara geç müdahale edildiğinden birçoğu amacına uygun olmayan veya yanlış kararlar içeren imar planlarıyla yıpratılmışlardır.

Ülkemizde tarihi çevreyi tam manasıyla muhafaza edebilmek için uygun olan yasal altyapı 1970‘li yıllarda sağlanabilmiştir. Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin ulusal çapta tartışılmaya başlanması, tarihi çevre konusunda üniversitelerin çalışmaları, GEEAYK kararları, Unesco, Icomos ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşların uluslararası alanda sürdürdükleri kampanyaların geniş yer bulması gibi gelişmelerle birlikte 1973 yılında

“1710 sayılı Eski Eserler kanunu” çıkarılmıştır (Eski Eserler Kanunu, 1973). Ülkemizde tarihi çevrenin bir bütün olarak ele alınması bu tarihten sonra mümkün olmuştur. Kanun ile birlikte GEEAYK Antalya, Hatay, Bursa, Şanlıurfa, Edirne, Muğla, Kütahya, Mersin gibi kentlerde sit alanı ilan kararları almıştır. Bu kararlar sonucunda konutunun yerine çok katlı apartman inşa edilmesini isteyen hak sahipleri ile birlikte; halk, devletin konuya parasal ve teknik destek sağlayamaması ve kamuoyunda yeterli bilgilendirme yapılmaması ile birlikte korumaya karşı tavır almış ve hedeflenen bütüncül koruma tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir. Buna rağmen bu tahripten etkilenseler de günümüze değin ulaşabilen tarihi yerleşmeler mevcuttur (Ahunbay, 2018, s. 16; Eyüboğlu, 2009).

Ülkemizde gelişigüzel şekilde ve halk nezdinde karşılığı bulunmadan gerçekleştirilmeye çalışılan tarihi çevre koruma denemelerinin aksine Avrupa’da süreç daha farklı gelişmiştir.

Koruma konusu rastlantıya bırakılmadan yerel yönetimlerin parasal desteği alınarak, planlama, ortak akıl ve hak sahiplerinin katılımı ile birlikte yapılmıştır (Ünal, 2014, s. 34-35; Çekül, 2010). Uluslararası kampanyalar düzenlenerek gönüllülerin de destek vermesi sağlanmıştır. 1975 yılının“Avrupa mimari miras yılı” kabul edilmesiyle desteklenen ve yılsonunda açıklanan Amsterdam Bildirgesi’nde “mimari mirasın koruma altına alınması”

teması vurgulanmıştır. Bu bağlamda bütünleşik koruma ele alınmış ve kamuoyu katılımı ile birlikte başarıya ulaşarak birçok ülkede benimsenmiştir (Ahunbay, 2018, s. 16).

Erder, kentsel koruma kavramını “halkın eskiden kalan sosyal, ekonomik şartlarını ve kültürel taraflarını gösteren fonksiyonel yapısının günümüzde farklılaşan sosyal ve ekonomik şartların etkisiyle kaybolmasını engellemek ve modern yaşantıyla, uygar ilerlemelerle bir araya getirerek sağlamak (Erder, 2018)” olarak tanımlamıştır. Koruma eylemi, toplumsal farkındalığın artırılması ve toplumu bilinçlendirme ile eşdeğer bir olgudur. Bu bakımdan özünde sosyal bir amaç barındırır; bu amacın paylaşılması bireyleri birbirine yaklaştırarak toplumsal bağı güçlendirir. Toplumu birbirine bağlayan binlerce yıllık ortak geçmişidir. Bu geçmişin de en belirgin işaretleri, içinde bulunduğumuz tarihi çevrede yer alan kültür varlıklarımızdır. Bireyin köklerine ve köklerinde var olan değerlere özenli ve saygı ile yaklaşmasını sağlayan koruma eylemi, medeni olmanın bir aracı olarak görülmektedir. Bu bağlamda uygarlığın belirtisi olan bireyin bireye saygı göstermesi, binlerce yıldır oluşturulmuş değerlere saygı ile başlamakta ve gelecek kuşaklara geçmiştekileri aratmayacak kadar başarılı ve değerli ürünler vermekle sürmektedir (Dinçer, 2012, s. 229-231).