• Sonuç bulunamadı

3. KORUMANIN TARİHSEL GELİŞİMİ

3.3. Arkeolojik Alanlarda Koruma Kavramının Gelişim Süreci ve Yaklaşımlar

Arkeolojik alanlardaki koruma yöntemi, diğer koruma bölgelerindeki koruma yöntemlerinden farklılaştığı için özelleşmektedir. Bu ayrılma, üst ölçek bağlamında arkeolojik yerleşimler ile alt ölçek bağlamında ise antik dönem anıt yapıları ile ilişkilendirilebilir.

Arkeolojik alanların taşıdığı spesifik özellikler, konumlanmalarına ve günümüz kentleriyle ilişkili olup olmama durumuna göre farklılaşmaktadır. Yerleşim alanlarından uzak arkeolojik sit alanları, insanoğlunun tahribatına uğramamış, çoğunlukla doğal bitki örtüsü ve coğrafik özellikleri sayesinde zarar görmemiş halde bulunabilirler. Öte yandan, günümüz kent yaşamı ile birlikte varlığını sürdürmeye çalışan kentsel arkeolojik sit alanları ya da tarihi yapılar, kent yaşamının gerektirdiği bazı ihtiyaçlar sebebiyle zarar görmüş hatta yok olmuş olabilirler veya bu alanlar fazla kullanım sebebiyle kendilerine özgü niteliklerini yitirmiş olabilirler. Her iki sonuçta da duruma özgü bir koruma süreci

tanımı yapılmalıdır (Arabacıoğlu & Aydemir, 2007; Kortanoğlu, 2013; Ayrancı &

Gülersoy, 2009).

Sahip oldukları fiziksel ve kültürel niteliklere bakıldığında, arkeolojik eserlerde koruma sürecinin başka kültür varlıklarının koruma süreçlerinden farklı olduğu görünmektedir. Bu sürecin birçok değişkeni olmakla birlikte bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz; ölçek farklılaşmaktadır (i), işlevsizdirler (ii), çoğunlukla bu yapıların büyük bölümleri yıkılmıştır (iii), eğer alan çağdaş kentsel doku içinde yer alıyorsa, güncel tüm kent planlarını etkilerler (iv).

Tekeli’ye göre, “gelecek nesillerin geleceğin gelişmiş teknolojisi ile araştırma yapabilmelerine olanak bırakmak için belli yerlerin koruma altına alınması” önemli görülmüştür (Tekeli, 2009, s. 107). Arkeolojik eserlerimiz herhangi bir sebeple zarar gördüğünde, tüm insanlığa ait olan bu miras bir daha geri getirilemeyecektir. Bu alanlarda üretebileceğimiz bilgi, elimizdeki teknik bilgi ve ekipmanlara bağlıdır. Yani teknik ekipmanlarımız ve teknolojik olanaklarımız bilgi üretimi ile doğru orantılıdır.

Kültürel miras bağlamında nelerin korunacağı, hangi kapsamda ve ne şekilde korunacağı soruları, eskinin değeri anlaşıldığından beri yanıt aranan sorulardır. Koruma uğraşları en başlarda dini değerleri olan ve anıt niteliği taşıyan tek yapılarla başlamıştır. Zamanla tek yapıyı korumanın yetersiz kaldığı farkedilmiş ve çevresiyle birlikte ele almanın daha uygun olacağı anlaşılmıştır. Bununla birlikte koruma kavramının tanımı genişletilmiş, tarihi çevre bağlamında ele alınmıştır. Giderek, kültürel eserlerin yalnızca maddi unsurlarının korunmasının yeterli olmadığı ve eserin maddi olmayan unsurlarının da birlikte koruma altına alınması gerektiğine karar verilmiştir (Tekeli, 2009, s. 108;

Gürpınar, 2001).

Uluslararası alanda arkeolojik alanlarda koruma fikrinin alan yönetimine evirilmeye başlaması; 1975 tarihinde yayınlanan “Amsterdam Deklarasyonu”nda “bütünleşik koruma”

(integrated conservation) tanımlamasına yeni bir bakış açısı getirilerek koruma uygulamalarının yasal dayanağı, mali, teknik ve yönetimsel anlamda desteklenmesi gerekliliği önemle belirtilmiş, çevreye tesir edecek kararların alınmasında, halkın da hak sahibi olduğu vurgulanmıştır (The Declaration of Amsterdam, 1975). Avusturya Icomos’u aracılığıyla oluşturulan “Burra Tüzüğü’nden ise 1964 tarihli “Venedik Tüzüğü”nün 1.

maddesinde özellikle vurgulanan “tarihi anıtlarda kültürel önem/anlam” kavramları yeniden ele alınmıştır. Bununla birlikte, Burra Tüzüğü; “tarihi bir yerin çevresinde, onunla ilgili alanlar ve nesneler onun kültürel değerine değer katıyorsa korunmalıdır” demektedir.

Osmanlı imparatorluğu döneminde arkeolojik kazılar 19.yy. ortalarında, genellikle yabancı bilim adamlarının öncülüğünde, Mezopotamya’da başlamış ve zamanla Anadolu’ya da yayılmıştır (Aydeniz, 2009). 1. dünya savaşı ve kurtuluş savaşı dönemlerinde kazılara ara verilmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte kazı çalışmaları yeniden başlamıştır. Türk bilim insanlarının idaresindeki ilk arkeolojik kazılar 1930’lu yıllara denk düşmektedir.

GEAYYK 1951 tarihinde kurulmuş, kendi kararlarını alabilen daha sonra ise aldığı kararları uygulayabilen ilk kurum olmuştur. 1956 yılında imar kanunu ile birlikte kurumun kapsamı genişletilmiş “sit” kavramı ile ilgilenmeye başlamıştır (Özkut, 2013, s. 120).

1983 tarihli 2863 sayılı KTVKK uluslararası anlamda Türkiye’yi çağdaş platformlara çıkarabilecek bir yasa olmamıştır. Ancak, buna rağmen, çevresel ölçekte korumaya dikkat çekmesi ve koruma kavramını yerel ölçeğe taşıması övgüye değerdir. 1920-50 yılları arasında koruma yetkisinin çeşitli kurum ve kuruluşlar arasında gidip gelmesi, kültür varlıklarının değişik yasaların yönetimine bırakılması, koruma olgusunun halkın desteğini alacak şekilde yeterli programlarla desteklenmemiş olması ve bunun yanı sıra yetersiz bütçe olanakları da dikkat çekmektedir (Madran & Özgönül, 2005). 1980 ve 90’lı yıllara gelindiğinde, teknolojik gelişmeler kentlerde değişimlere sebep olmuş, birçok disiplin, çalışmalarını daha geniş açılardan yeniden ele almaya başlamıştır. Multidisipliner çalışmalar artmış, ekonomik ve sosyal değişimlerle birlikte kentler de gelişmeye başlamıştır.

Kültür ve tabiat varlıklarını koruma yüksek kurulunca karara bağlanan 1999 tarihli 658 sayılı “arkeolojik sitler, koruma kullanma hükümleri” konulu ilke kararı ile arkeolojik alanlarda yapılabilecek müdahalelerin şartları belirlenmiştir (658 nolu İlke Kararı, 1999).

Arkeolojik değerlerin korunmasını temel alan kararda, bu alanlardaki yerleşimlerde bulunan tarihi yapıların saptanması, sınırlarının belirlenmesi ve gelişim süreçlerinin kararlaştırılması önemli sayılmıştır. Bu bağlamda, uzun zamandır işlevlerini yerine getiremeyen bu alanlara yerleşmeye eklenti olacak şekilde yeniden işlev verilmesi olanaklı görülmemektedir. Verilebilecek kullanım işlevi büyük ölçüde turistik amaçlı ziyaretlerle sınırlı kalmaktadır (Tekeli, 2009, s. 109). Fakat kültür turizmi kavramı ortaya çıktıktan

sonra bu alanlara yeni işlevler kazandırılması gündeme gelmiştir. Bu konudaki en iyi iki örnek “Efes Antik Tiyatrosu” ve “Aspendos Antik Tiyatrosu” dur. Her iki tarihi alan da kültür sanat etkinlikleri kapsamında geniş çaplı konserlere sahne olmuşlardır. Ancak gerek ses titreşimlerinin mimari üzerindeki olumsuz etkisi gerekse kapasiteyi aşan izleyici sayısı tarihi tiyatrolara zarar vermiştir. Bu durumun anlaşılmasıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı yapıları bu etkinliklere kapatmış, ses düzenine yer vermeyen ve tiyatronun kendi akustiği ile gösteri yapabilecek düşük desibelli konserlere, kontrollü şekilde izin vermiştir (Erşan, 2006). Burada görülmektedir ki, zaten yorgun olan ve yıpranmış bir kültürel yapının bir de yoğun şekilde kullanma açılması, yapılarda ciddi tahribatlara sebep olabilir hatta yapının tamamen kaybedilmesine yol açabilir.

Ülkemizde “koruma aşamaları temel şemasının oluşturulmasında etkin ve önemli olan meşru araçlar, aynı zamanda onarım, karar ve biçimlerinde de etkin olmaktadırlar.

Uluslararası kartalar, ilke kararları, yüksek kurul ve koruma kurulu kararları ile vakıflar genel müdürlüğü ve kültür ve turizm bakanlığı gibi kurumlar, mimari koruma sürecini tanımlarken” (Özkut, 2013) konuya dahil olmaktadırlar.