• Sonuç bulunamadı

3. KORUMANIN TARİHSEL GELİŞİMİ

3.2. Türkiye’de Tarihi Çevre Korumanın Gelişim Süreci

3.2.2. Cumhuriyet dönemi koruma anlayışı

Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte Batılılaşma eğilimi, yeni kurulan Türkiye’de de etkisini artırarak devam ettirmiştir. Bu bağlamda, batıya öykünme ile başlayan “batılı yaşam tarzı” hayatın her alanında etkisini göstermeye başlamıştır. Yeni olan her şeye ilgi ve alaka artarken, eskiyi görmezden gelme baş göstermiştir. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte medeni bir topluma dayalı “ulus devlet” oluşturmayı amaçlayan kültürel politikalar doğrultusunda, Osmanlı Devleti’nden kalan kurumlar, laik kurumlara çevrilmeye başlanmıştır (Çekül, 2010; Şimşek & Dinç, 2009).

23 Nisan 1920 yılında TBMM’nin kurulmasının ardından MEB tarafından yetkilendirilen Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü13 oluşturulmuştur. Daha sonra ise M. Kemal’in 5 kasın 1922 tarihinde valiliklere gönderdiği “Müzeler ve Asar-ı Atika Hususunda Yönerge”

başlıklı yazı ile Milli Eğitim Müdürlükleri, illerde eski eserler ile ilgili tüm bakım, onarım ve belgeleme işlemlerinden sorumlu olmuşlardır (Madran, 2002). 1924’te Meclis, Osmanlı zamanında kurulmuş olan “Eski Eserler Sürekli Kurulu”nun görevini son dönem de sürdürmesi gerektiğini belirlemiştir. Görev yetki alanı İstanbul ili ile sınırlandırılmış ve il sınırları içerisinde bulunan anıt yapıların ve eski eserlerin belgelenmesi, bu yapıların bakım ve onarımının yapılması, gerektiği durumlarda yıkım kararının verilmesi ve bunlarla ilgili yayınların hazırlanması şeklinde düzenlenmiştir (Özdemir Dağıstan, 2005; Şimşek &

Dinç, 2009; Madran, 2013, s. 33).

13Türk Eski Eserler Müdürlüğü

Mustafa Kemal Atatürk, tarihi değerlerin korunması konusunda oldukça özenli ve ilgili davranmıştır. Atatürk’ün 19.02.1931 yılında yaptığı Konya gezisi sırasında tarihi yapılara karşı ilgisiz kalınmasına gösterdiği tepki ve bunun sonucunda dönem Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği telgraf, korumanın gerekliliği düşüncesinin ciddi bir ivme kazanması adına büyük bir adım olmuştur. Konya’daki anıt eserleri inceleyen Atatürk telgrafında14 (Madran, 2013) tarihi eserlere gereken duyarlılığın gösterilmesini istemiştir. Telgrafın hemen arkasından; konu ile ilgili bir komisyon toplanmış ve mevcut durumu anlatan önemli saptamalar yapmışlardır. Komisyonun bu raporu üzerine 1932 tarihinde, onarılacak yapıların saptanması ve gerekli tedbirlerin alınması üzere “Anıtları Koruma Komisyonu”

ismiyle bir oluşum tasarlanmıştır (Alioğlu, 2013; Dinçer, 2019).

30’lu yıllarda başta parasal kaynak ve yok denecek kadar az olan uzman sayısı sebebiyle yeteri kadar koruma çalışması yapılamamış olsa da Yeni Türk Devleti’nin kültürel değer ve tarihi köklerini arama çalışmalarına 1933 yılında Ahlatlıbel, Ankara Tarihi Roma Hamamı ve 1935 yılında Alacahöyük, Alişar, Boğazköy arkeolojik kazıları ve bilimsel çalışmalar ile fon bulunmaya uğraşılmıştır. Tüm bu örneklerle birlikte ilk onarım çalışması da Ayasofya’da yapılmıştır(Ahunbay, 2018, s. 18).

Koruma hususuna ayrılan bütçede 1950’li yıllara kadar kayda değer bir değişme olmamıştır. 1924-25’li yıllarda koruma çalışmaları için ayrılan ödenek genel bütçenin

%0,05’i (on binde beş) iken daha sonraları bu oran %0,025 (onbinde iki buçuk) düzeyine çekilmiştir (Madran, 2013). 1930’lu yılların ortasından sonra korumanın halktan destek almadan ve kamuoyuna indirgenmeden gerçekleşmeyeceği düşünüldüğünden bu konuda yeni stratejiler geliştirilmiştir. Vatandaşa ulaşmanın en etkili kolay yolu olarak görülen

14 " Son tetkik seyahatimde, muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.

1. İstanbul'dan başka, Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya'da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda, şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir. Ancak, memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin, ileride tarafımızdan meydana çıkarılacak olanların ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap hale gelmiş olan abidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerinde ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kat'i lüzum vardır.

Bunun için, Maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisinin muvafık olacağı fikrindeyim.

2. Konya'da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymettar bazı mebani vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahipata Medrese, Cami ve Türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare, derhal ve müstacelen tamire muhtaç bir haldedir. Bu tamirin gecikmesi, bu abidelerin kamilen inhirasını mucip olacağından, evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kaffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyrulmasını rica ederim."

“Halkevleri” eski eserlere dair konuların anlatıldığı, korumanın gerekliliğinden bahseden ve bilinçlendirme çalışmalarının yapıldığı platformların başında gelmekteydi. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Atikiteler (Eski Eserler) ve Tarihi Eserlerden Derslerde Nasıl İstifade Edileceği Hakkında Andıç (Genelge)” başlıklı bir genelge yayımlanmış ve halkevlerinde bilim insanları tarafından bilgilendirmeler yapılması ve rehberler tarafından da kamuoyuna anlatılması programlanmıştır(Baykal, 2010; Binan, 1999, s. 15). Bu genelge özellikle, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yerleştirilmeye çalışılan fikirlerin ve projelerin tanıtılmasını içerdiği ve bu süreçte tarihi eserlerin vasıta olarak görülmesi, bu yılların eğitim yapısının üstlendiği bir oryantasyon olarak varsayılabilir.

Kurumsallaşmaya çalışan yeni Türkiye’de 1936 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk “Vakıflar Kanunu” çıkartılmıştır. Tek yapı ölçeğinde koruma fikrinin hâkim olduğu bu yıllarda uluslararası değişim ve gelişmelerin etkisiyle anıt eserlerin imar planları yapımı esnasında korunmalarına özen gösterilmiş, 1933 yılında yayımlanan “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu”nda anıt eserlerin her tarafından on metre açıklık bırakılması kararlaştırılmıştır (Madran, 2013, s. 41).

İmar planlarıyla anıt eserlerin korunması görüşünün artmasını takiben şehir planlama prensipleri konusunda kültürel tarihi ve doğal varlıklara değer verme fikri de ehemmiyetli hale gelmiştir. Ülkemizde kentsel koruma bağlamında ilk manalı ve irdelenmeye değer bakış açısı, 1932 yılında H. Jansen tarafından hazırlanan “Ankara İmar Planı”nda görülmektedir. İmar planı raporunda, kalenin kentin her bölgesinden algılanabilmesi ve ulusal yaşamın simgesi addedilerek korunmasının gereği savunulmuş; kale ve çevresi 1937 yılında “Protokol Alanı” şeklinde düzenlenmiş ve muhafaza kararı verilmiştir. Ayrıca raporda kenti korumanın gerekliliği şu şekilde açıklanmaktadır (Tunçer, 2013); eski kente dokunulmadan yeni bir kent kurulmalı ve bu iki kent birbirine en uygun şekilde bağlanmalıdır. Önemli olan, hiçbir şekilde eski kent dokusuna dokunulmadan gelecek kuşaklar için korunmasıdır. Raporda bu durum vazife olarak görülmüş ve kenti her türlü zararlı etkilerden korumanın öneminden bahsedilmiştir. Jansen, planında kalenin simge olması gerektiğini savunmaktadır. Yeni kentin eski kente dokunulmadan ancak eski kent ile uyum içerisinde gelişmesi gerektiğini belirtmektedir. Fakat bugün kale, değil kentin her bölgesinden algılanması, varlığının fark edilmesini dahi engelleyici yapılarla çevrelenmiştir. Günümüz Ankara’sı Jansen planında verilmeye çalışılandan çok uzaktadır (Tunçer, 2013; Cinel, 2010; Kejanlı, Akın, & Yılmaz, 2007).

O dönemki önemli planlama çalışmalarından birisi de İstanbul’da gerçekleşmiştir.1932-1933 yıllarında Tarihi Yarımada’nın korunması düşüncesiyle bir fikir yarışması açılmıştır.

Yarışmada öne çıkan isimlerden Agache; özellikle mevcutta olan ve henüz arkeolojik kazıları yapılmamış eski eserlerin olduğu düşünülen bölgelerin saptanmasını, bu bölgelerin çevrelerinin yeşil alan olarak değerlendirilmesini, yeni tasarlanan yapıların koruma bölgelerine uyum sağlayacak nitelikte tertip edilmesini, mevcut ve yeni kentin iç içe karşılıklı olarak zarar vermeden gelişmesinin gerekliliğini savunmuştur. Elgötz;

modernleşme uygulamaları sürerken mevcut anıt eserlerin önemle muhafaza altına alınmasını, önemli yol bağlantılarından ayrılmasını ve bu anıtların ilişkilendirilerek birbirlerine küçük gezinti arterleriyle bağlanmasını önermiştir. Bu dönemlerde genellikle Avrupalı mimar ve plancılara yaptırılan planlama çalışmalarında, tarihi değerlerin ve kültürel özelliklerin muhafaza edilmesine ihtimam gösterildiğini anlayabilmekteyiz (Madran, 2002, s. 37; Kaderli, 2014; Cinel, 2010; Dinçer, 2012, s. 229-231).

Yarışmadan sonraki yıllarda İstanbul’u planlaması için davet edilen Prost 1936-1937 tarihleri arasında İstanbul için bir dizi değişiklik ve yenilikler içeren kararlar öngörmüştür.

Bu kararları içeren Nazım İmar Planı 1950 tarihine kadar yürürlükte kalmış ve Tarihi Yarımadanın fiziksel gelişiminde ve kültürel eserlerin korunarak devamlılığının sağlanmasında önemli rol oynamıştır (Madran, 2002).

1950’li yıllarda koruma konusunu amaç edinen ve bu yönde teşkilatlanan sivil toplum kuruluşu sayısı azdır. 1927’de İzmir’de ortaya çıkan “İzmir Asar-ı Atika Cemiyeti” bu amaçla örgütlenen ilk sivil toplum kuruluşudur. Onu 1935 yılında bir araya gelen “Edirne ve Yöresi Eski Eserleri Sevenler Kurumu” ile 1941 tarihinde kurulan "Türkiye Turing Otomobil Kurumu” izlemiştir (Çekül, 2010).

Koruma olgusunun 1970’li yıllara kadar bugün olduğu gibi korumanın gerekliliğine inanmış ve sahiplenmiş bir kamuoyuna dayanmayan “aydınlar kurumu” olarak varlığını sürdürdüğü görülebilir. Her ne kadar halkevleri, milli eğitim müdürlükleri ve Türk tarih kurumu gibi kurumlar aracılığıyla konuyu halka indirgemek amacıyla birçok program yürütülmeye çalışılmış olsa da bunların halk nezdinde karşılık bulmadığını yaşanan gelişmelerden ve sonuçtan anlamak mümkündür (Alioğlu, 2013). Bununla birlikte yerel yönetimlerin de koruma konusundaki yaklaşımları ve bu bağlamda gerçekleştirilmeye çalışılan etkinlikler değerlendirildiğinde tatmin edici bir sonuca ulaşmak olası değildir.

Yıllarca süren büyük bir savaştan çıkan, yanan ve yıkılan Anadolu’nun yeniden ayağa kaldırılması için mevcut yöneticilerin imar hareketlerini öncelikli görmesi sıradan bir tavırdır. Ancak bu süreçte bilinçli veya bilinçsiz şekilde birçok tarihi ve kültürel eserin tahrip edildiği de yadsınamaz bir gerçektir (Baykal, 2010; Binan, 1999, s. 18). Başbakan İsmet İnönü bu durumu fark etmiş olacak ki, 1935 tarihinde tüm bakanlıklara ve valiliklere bir genelge gönderilerek; devletin, tarihi ve kültürel eserlerin koruma altına alınması için olabildiğince parasal özveride bulunmasına rağmen, “imar konusunu idrak edemeyen bazı kamu görevlilerinin bu durum üzerinde en küçük bir uzmanlığı olmamasına karşın, değersiz zannettikleri ancak çok değerli olan milli varlıklarımızı yıktırmakta oldukları”nı üzüntü ile karşıladığı belirtilmiştir (Madran, 2002).

1950’den 1970’li yıllara kadarki dönem, koruma bağlamında birçok ilki barındırmakla birlikte olumlu ve olumsuz birçok gelişmeyi içinde barındırır. Türkiye’de kültürel eserlerin korunması çabalarının irdelenmesinde 1950’li yıllar koruma anlamında bu ülkenin köşe taşını oluşturur. Bu yıllarda çağdaş yasaların çıkarılması, kurum, kuruluşların şekillenmeye başlaması, Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile diplomatik ilişkilerin ve iş birliğinin artırılması, çok partili hayata geçilmesi ve gelirlerdeki göreceli artış gibi sebepler birçok değişime zemin hazırlamıştır (Keleş, 2003).

İlk olarak 1951 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu kurulmuştur.

GEEAYK yasayla oluşturulmuş, kendi prensiplerine yönelik kurallar koyan ve uygulayan ilk kurumdur. Üyelerin çoğu üniversitelerden seçilmekle birlikte kurul isterse kendi üyesini seçme hakkına da sahiptir. GEEAYK, 1957 tarihinde yürürlüğe giren 6785 sayılı imar kanununa değin yalnızca eski eserleri ile ilintili konularda kararlar alabilmiştir. Yeni yasayla birlikte çevre ölçeğinde kararlar alma yetkisine sahip olmuştur. Bu yetki ile kurul

“kentsel sit” ve “sit” kavramları ile ilgilenmeye başlamıştır. Kurul 1964 yılında uluslararası “Venedik Tüzüğü”nü benimsemiştir (Zeren Gülersoy, 2013, s. 94). Ancak, 1983 yılına kadar görevini devam ettiren kurulun 2863 sayılı yasa ile görevi sona ermiştir.

Bu sonuca ulaşılmasında kurul üyelerinin başka işlerinin olması sebebiyle zaman sıkıntısı yaşanması, koruma konusundaki çeşitlilik ve niteliksel zenginleşme vb. nedenler etkili olmuştur (Madran, 2013, s. 48).

Osmanlı Dönemi yasalarından 1906 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesi, Cumhuriyet Dönemi’nin 1710 sayılı ilk koruma yasasına değin 67 yıl geçerliliğini sürdürmüştür. 1973

yılında yayımlanan 1710 sayılı kanun ile koruma konusu yasallaştırılmış, “sit” ve “koruma alanı” gibi yeni kavramlar tanımlanmıştır. Bununla birlikte, bir alan veya yapıya ait tarihi değerin “eski eser” niteliğine sahip olması için zorunlu aşamaların belirtilmesi, GEEAYK’a tescil, bakım ve tamirat konusunda karar verme yetkisinin verilmesi, imar planı yapım sürecinde GEEAYK’dan görüş sorulma zorunluluğunun getirilmesi ve bahse konu planların korumayı sağlamak maksadıyla değişikliğe uğrayabileceği gibi birçok ilk yer almaktadır (Çekül, 2010; Dinçer, 2019; Gürpınar, 2001). 1975 yılında Avrupa Konseyi aracılığıyla “Avrupa Mimari Miras Yılı” faaliyetleri gerçekleştirilmiş ve Amsterdam Deklarasyonunda açıklanan ilke ve kararlar sonucunda, Türkiye’de “Tespit ve Tescil” ile

“Koruma Planlaması” şubeleri kurulmuştur. Böylece, ulusal anlamda ilk kez planlı bir envanter çalışması başlatılmıştır (Madran & Özgönül, 2005).

3.2.3. 1980 – 2004 yılları arası Türkiye’de koruma anlayışı

1980 sonrası dönem uluslararası alanda olduğu şekilde Türkiye’de de küreselleşme politikalarının daha etkin hissedilmeye başlandığı yıllardır. Bu süreçte, bilhassa kırdan kente göçün etkisiyle hızla büyüyen kentlerde; yeni alanlara ihtiyaç artmış, tarihi konut bölgeleri (kent merkezleri) yoğunlaşma baskıları ile karşı karşıya kalmış, korunması gereken tarihi yapılar için gerekli önlemlerin alınmaması sebebiyle anıt yapılar gün geçtikçe kayıtlardan düşürülmüş, kentsel koruma alanları küçültülmüş ve şehirlerdeki tarihi eserler tehlikeli şekilde yok olmaya başlamıştır. Kent merkezlerinin nüfus yoğunluğuna direnemeyen bölgelerinde kat sayıları yükselmiştir. Öyle ki; Ankara’nın Cumhuriyet ile birlikte geliştirilen bölgesi Kızılay; 15-20 sene içerisinde yer yer iki kez yıkılarak yenilenmiştir (Tunçer, 2004; Keleş, 2003).

Anıtlar Yüksek Kurulu 1973-1983 yılları arasında korumayı tek elden yönetmiştir. Bu süre zarfında da koruma uygulamalarının; gelişmenin ve yenilenmenin önündeki en büyük engel olarak görülmesi kanısı hiç değişmemiştir(Kuban, 2000). 1983 yılında Türkiye;

“Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşme”yi, 1989 yılında ise

“Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi”ni imzalamıştır. Türkiye’deki mevzuat ise 1983 yılında 2863 sayılı KTVKK, daha sonra 1987 yılında 3386 sayılı Değişiklik kanunu ile yeniden düzenlenmiş ve 2004 tarihinde 5226 sayılı “KTVKK ile çeşitli kanunlarda değişiklik yapılması” hakkında kanun kabul edilmiştir (5226 Sayılı KTVKK, 2004).

1983 tarihinde yürürlüğe giren ‘kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunu’ ile “eski eser”

kavramı yerine “kültürel varlık” ve “kültürel miras” tanımlamaları getirilmiş, koruma hususu daha geniş perspektiften ele alınmıştır. Koruma kavramı tek yapı ölçeğinden tarihi çevre algısı oluşturacak şekilde “sit”, “koruma”, ve “koruma alanı” tanımları yapılarak kentsel çevre kapsamında değerlendirilmiştir. AYK’nın görevi sona ermiş, yerine ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları’ ve ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’ oluşturulmuştur. 1989 yılında Kültür Bakanlığı kurulmuş, tüm koruma imar planları ile bütün müdahale projelerine bölge kurullarının onayından geçme zorunluluğu getirilmiştir. Anıtlar Yüksek Kurulunun görevi sona ermiş, yerine ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları’ ve ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’ oluşturulmuştur. 1989 yılında Kültür Bakanlığı kurulmuş ve tüm koruma imar planları ile bütün müdahale projelerine bölge kurullarının onayı şart koşulmuştur (Kejanlı, Akın, & Yılmaz, 2007; Keleş & Hamamcı, 1997).

2863 sayılı KTVKK’da sit kavramı; “tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak bulunduğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gerekli alanlardır” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu açıklamaya göre sit alanı tanımı, yalnızca tarihi yapı ya da çevreleri ifade etmemektedir.

Alana ait doğal niteliklerin, belli bir dönem içinde yaşanmış herhangi bir tarihi hadisenin gerçekleştiği alanların veya yaşayan ya da ortadan kaybolmuş uygarlıklardan günümüze ulaşabilmeyi başarmış kalıntıların tamamını kapsamaktadır.

Dönemin kurumsal yapılanması bakımından genel durumu; kentin birbiriyle ilişkili ya da ilişkisiz her bölümündeki gelişim ve değişikliklerin farklı kurumlar aracılığıyla takip edilmeye ve yönlendirilmeye çalışılmasıdır. “Belediyeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, Arsa Ofisi” kentsel alanı kümelere bölerek üreten ama birbiriyle uyum sağlayamayan bir düşüncenin ürünü olarak gelişmiştir (Dinçer & Akın, 1994). Bu durum plan ve projelerin yürütülmesi konusunda yetki karmaşasına sebep olmuştur. Yasal düzenlemeler ile bazı kurumların koruma konusu kapsamında özel yetkilendirilmesi durumu kolaylaştıracaktır. Bu durumun sonucu olarak değerlendirilebilecek gelişme, 2863 sayılı KTVKK’nın 10. Maddesinde

“kültürel değerlerin korunması” hususunda “Kültür Bakanlığı”nı sorumlu kuruluş olarak

atamasıdır. 1989 tarih ve 379 no’lu KHK ile “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü” ve “Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü” yetkili kılınmıştır. Anıt eserler hususunda da iki farklı genel müdürlüğün yetkili olması koruma konusunda, kurumsal anlamda problemlerin merkezden başlamasının delili niteliğinde olmuştur.

3.2.4. 2004 yılından günümüze Türkiye’de koruma anlayışı

Koruma amaçlı imar planı ve alan yönetimi tanımlamalarının mevzuatta yer alması

Neo-liberal politikaların kent mekanında dönüştürücü etkisinin arttığı 2000 sonrası dönemde, çevre ölçeğinden yapı ölçeğine kadar tüm koruma çalışmaları, sürdürülebilirlik açısından sorgulanmaktadır. Özellikle Dünya Miras Listesi’nde yer alan kültürel ve doğal değerlerin yeniden tanımlanması, korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlaması için çok boyutlu önlemler alınması gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu gelişme endüstri mirası alanında da etkili olmuş uluslararası ortak koruma ilkeleri ve içeriği yeniden belirlenerek genişletilmiştir (Gültekin, 2016). Türkiye’de koruma olgusunun tek “anıt yapı” ölçeğinden

“tarihi çevre” korumasına erişmesi uzun bir zamana yayılırken, bugün uluslararası koruma standartlarına ulaşması 2004 tarih ve 5226 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile oluşturulmaya başlanmıştır.

2004 tarihli 5226 sayılı KTVKK ile mevzuatımıza eklemlenen koruma amaçlı imar planı ve alan yönetimi tanımlamaları, korumada sürdürülebilirliğin sağlanması adına yasal altyapısının temelleri atılmış ve daha sonra korumada etkin olarak kullanılabilecek iki önemli araç olarak karşımıza çıkmaktadır. 2004 yılında yayımlanan 5226 sayılı KTVKK ile birlikte koruma amaçlı imar planı tarifi yapılarak daha önceki düzenlemelerde açıklaması yapılan sit alanlarının, koruma amaçlı imar planları ile koruma altına alındığı belirtilmiştir. Aynı zamanda bugüne kadar yasal dayanağı bulunmayan alan yönetimi konusunda “yönetim alanı”, “yönetim planı” ve “bağlantı noktası” kavramları tanımlanarak mevzuata eklenmiştir. Bu yasayla getirilen bir diğer yenilik ise, Koruma, Uygulama ve Denetim Bürolarının (KUDEB) kurulması olmuştur. Daha önce merkezi idarenin yetkisinde olan kültür varlıkları ile ilgili işlemler; bundan böyle bünyesinde mimar, şehir planlama, arkeoloji gibi meslek dallarından uzmanların bulunduğu bürolarda yürütülecektir (5226 Sayılı KTVKK, 2004).

Koruma amaçlı imar planlarının (kaip) hazırlanması ve uygulanması

Korumaya değer bulunan alanlarda Koruma Bölge Kurulu’nun sit ilanı ile birlikte kaip süreci başlamaktadır. Bu aşamada ilk yapılan, sit alanının konu olduğu “tüm ölçeklerdeki planların durdurulması” uygulamasıdır. Koruma amaçlı imar planı yapılıncaya kadar koruma bölge kurulu tarafından en fazla üç (3) ay içerisinde geçiş dönemi koruma esasları ve kullanım şartları belirlenmektedir. Kaip ise idareler tarafından en geç üç (3) yıl içerisinde hazırlanarak koruma bölge kurullarınca sonuçlandırılmak zorundadır. Bu üç yıllık süre kurullarca gerekçeli15 olarak uzatılabilir. Uzatılan süre zarfında geçiş dönemi koruma esasları ve kullanım şekli uygulanır (Koruma Amaçlı İmar Planları ve Çevre Düzenleme Projelerinin Hazırlanması, Gösterimi, Uygulanması, Denetimi ve Müelliflerine İlişkin Usul ve Esaslara Ait Yönetmelik, 2005). Kaip uygulama aşamaları şekil 3.1’de ayrıntılı olarak gösterilmiştir.

15 Koruma amaçlı imar planlarını yapma ve yaptırmaya yetkili idarelerce bütçelerinde plan yapımı için yeterli ödenek bulunmadığının, ilgili kurumlardan ödenek temin edilemediğinin ve koruma amaçlı imar planı hazırlama yeterliliğine sahip teknik elemanlarının olmadığının birlikte belgelenmesi durumunda veya alanda kazı çalışmalarının devam etmesi, afet hali gibi zorunlu teknik gerekçelerle plan yapılamaması halinde süre uzatılabilir.

Şekil 3.1. KAİP hazırlanma süreci (Yener, 2018)

17 Ağustos 2011 tarihinde yayımlanan 648 sayılı “Çevre ve Şehircilik Bakanlığının

17 Ağustos 2011 tarihinde yayımlanan 648 sayılı “Çevre ve Şehircilik Bakanlığının