• Sonuç bulunamadı

4. PARÇACIL KORUMANIN ALAN YÖNETİMİNE EVİRİLMESİ

4.1. Alan Yönetimi (Yönetilmesi)

4.1.1. Çevresel bağlamda alan yönetimine bakış

1970’li yıllardan bugüne, sanayinin ve teknolojik gelişmelerin sonuçları, hızla artan nüfus, kaynakların kontrolsüz tüketimi ve gittikçe artan kültürel turizm faaliyetleri çevre ile ilgili endişelerin artmasına sebep olmuş; kaynaklardan yararlanma ve koruma için yeni fikirler öne çıkmış, bu bağlamda sorunu kapsamlı olarak ele alacak öneriler geliştirilmiştir. Bu konu ile ilgili birçok uluslararası kuruluş endişelerini belirtmişlerdir. Bu anlamda Stockholm Çevre Konferansı, birçok ülke temsilcilerini problemleri tartışmak, kısa ve uzun vadeli çözüm önerileri sunmak; sorunları belirlemek amacıyla konuya ilk kez değinen uluslararası sorumluları bir araya getirmiştir (Sönmez, 1995; Efendi, 2005).

5-16 Haziran 1972 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından Stockholm’de düzenlenen konferansta çevresel bağlamdaki ilk belgelerden olan “İnsan Çevresi Bildirgesi”

yayınlanmıştır. Konferans sonunda yayınlanan bildirge, çevrenin korunması ile ilgili tüm tedbirleri alacak ve bu düşünceyi insanlığa empoze edecek, bu konuda kılavuzluk edecek olan sürekli yargı ve görüşleri içermektedir. Bu şekilde çevre sorunlarının evrenselliği kabul görmüş ve “tek bir dünyamız var” deyişi hafızalarda yer edinmiştir (Keleş &

Hamamcı, 1997; Pallemaerts & Duru, 1997).

Stockholm konferansı tüm dünyada çevresel sorunları anlamaya başlamada meşaleyi yakan ilk toplantı olmuştur. Bu konferansın deklarasyonu, örnek olması ve tekrarlarına özendirmesi açısından özellikle önemlidir. Dünya’da çevre konusunu ilk kez bu kadar geniş ele alan konferansın sonuç bildirgesinde ağırlıklı olarak şu konular öne çıkmaktadır;

insan hakları ve çevre arasındaki bağlantı, devletler-topluluklar ve fertlerin yükümlülükleri, uluslararası kuruluşların görevleri, milletlerarası dayanışma, gelişmemiş ülkelerin özel durumu, çevre ekonomi ilintisi, planlama, hızlı nüfus artışı ve eğitim.

Kararlaştırılan bu konulara ek olarak doğal kaynakların kapsamı genişletilerek hava, su, bitki, hayvanlar ve ekosistemler de çevre başlığı altında değerlendirilmiştir. Konferanstan hemen sonra Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNDP) kurulmuştur. Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bildirinin ardından “kirleten öder” prensibini açıklamıştır. Bu ilke, açıklandığı dönemde ses getirmekle birlikte çevrenin korunmasında önemli etkiye sahip olmuştur (Efendi, 2005; Pallemaerts & Duru, 1997).

Yukarıda anlatılan tüm gelişmelere rağmen 1970’li yıllar, engel olma çabalarının, ekonomik kararlar vermede çevreyi önemsemenin, dayanışma fikrinin yerleşmeye başlamasının ve bir kısım çevresel örgütlerin bu alandaki gayret ve somut isteklerine rağmen; çevreye ve onunla ilişkili olan insana değer vermenin fikirlerde kaldığı, neden ve sorun ilişkisinde ayrıntılara inmeyen ve göremeyen, dar kapsamlı bir yaklaşımdır (Efendi, 2005). Ülkemizde bu yıllarda çevresel problemlere çözüm arama amaçlı beş yıllık kalkınma planlarında ve yıllık açıklama raporları ve programlarında birkaç cümle ile bahsedilmiştir. Bu açıklamalar ise sağlık konusu ile ilişkilidir. 1978 tarihinde Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı kurulmuş ancak görev süresi de etkisi de kısa sürmüştür. 1984 yılında kaldırılarak genel müdürlük seviyesinde çekilmiştir (Baykal, 2010).

Stockholm Beyannamesi bekleneni tam manasıyla karşılayamayınca akademisyenler, çevre gönüllüleri ve bilim insanları tekrar girişimde bulunmayı kararlaştırmışlardır. 1982

yılında, Stockholm’de yayınlanan deklarasyonun tam da onuncu yıldönümünde UNDP’nin özel statülü toplantısında Zarie Devlet Başkanı Zabutu şu konuşmayı yapmıştır:

“Orman Kanunu’nun geçerli olduğu günler bitti. Dünyadaki tüm sorumlu insanların, kişisel çıkarları adına dünyayı kirletmek ve tahrip etmek için duraksamayacak doymak bilmez akbabalara karşı, yaşadıkları yer kadar kültürel mirası da savunmak görevi vardır” (Pallemaerts & Duru, 1997).

Bu birleşimden birkaç ay sonra onaylanan Dünya Doğa Şartı17hükümetlerin ve kişilerin geniş anlamda eylem kararlarının belirlenmesi bakımından takdire şayan bir gayreti oluşturur; ancak “Şart” geniş olarak incelendiğinde korumacılık ve doğal kaynakların kullanılması konularından bahseder. Bununla birlikte hukuksal anlamda Stockholm Bildirgesi’nden daha fazla etki oluşturmak gibi bir amaç da edinmemiştir (Pallemaerts &

Duru, 1997).

Bu gelişmelerden hemen sonra, Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (WCED) 1983 yılında kurulmuştur. Komisyon kurulurken salt gelişme uğruna çevrenin göz ardı edilmesi yönündeki endişeler dile getirilerek esas alınmış, çevre ve kalkınma ilişkisinin sağlıklı şekilde kurulmasını ve anlaşılmasını sağlamak hedeflenmiştir. Bu bağlamda 1987 tarihinde

“Brundland Raporu” olarak da adlandırılan “Bizim Ortak Geleceğimiz” (Our Common Future) raporu hazırlanmıştır. Bu raporun en önemli tarafı, “sürdürülebilir kalkınma”

kavramını ileri sürmesi ve tanımlamasıdır. Bir grup seçkin çevre hukuku uzmanları tarafından hazırlanan bu rapor ne yazık ki Rio Konferansı da dâhil olmak üzere hem BM genel kurulu hem de UNCED hazırlık komitesi tarafından layığıyla incelenmemiş ve önemsenmemiştir (Pallemaerts & Duru, 1997; Keleş & Hamamcı, 1997).

Bu yıllarda ülkemizde de çevre hakkı ile ilgili 56. Madde18 1982 tarihli anayasamıza eklenmiş, bununla birlikte ilgili kanun ve yönetmelikler yürürlüğe girmiştir. 70’li yıllarda çevre konusunda gerekli düzenlemeleri yapamamış olan ülkemizin de içinde bulunduğu az gelişmiş ülkeler 80’li yıllarla birlikte düzenlemeler yapmaya başlamışlardır (Keleş &

Hamamcı, 1997).

17 BM Genel Kurul Kararı 37/7, UN Doc A/37/51 (1982)

18“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir…”

1990’lı yılların çevresel açıdan en etkin olayı Brezilya’nın Rio kentinde 1992 yılında yapılan BM Çevre ve Kalkınma Konferansıdır. Konferansın amacı; tüm ulusların çevresel bağlamda sürdürülebilir ortak bir geleceği paylaşabilmesini olanaklı kılmak için küresel anlamda yapılabileceklerin tespit edilmesidir. Bu amaçtan yola çıkılarak Rio Bildirgesi ve Gündem 21 (Agenda 21) tüm dünyaya açıklanmıştır. Ülkemizde de özellikle bu dönemden sonra “Tıbbi ve Katı Atık”, “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED), “Zararlı ve Tehlikeli Kimyasallar” gibi konulara dair yönetmelikler yayınlanmıştır. Bu zaman aralığında, oldukça önemli olan “Türkiye Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP)” yapılmıştır.

Çevre konusunun yasal dayanağının da oluşmaya başladığı bu yıllarda uluslararası ve bölgesel sözleşmeler imzalanmıştır (Pallemaerts & Duru, 1997).