• Sonuç bulunamadı

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ 1 Kavram

3. Parti İçi Demokrasiyi Etkileyen Faktörler

3.1. Parti İçi Demokrasiyi Etkileyen Çevresel Faktörler 1 Siyasal Yapı

3.1.2. Sosyo-Ekonomik Yapı

Her siyasal sistem doğduğu ortamdan etkilenmektedir. Dolayısıyla, siyasal yapıyı oluşturan kurumların, özellikle de siyasal partilerin bundan etkilenmemeleri olanaksızdır. Nitekim, yapısal ve toplumsal değişmeler ile etki-tepki ilişkileri, değişik toplumlarda farklı biçimlerde meydana gelmektedir. Diğer yönetim biçimleri gibi demokratik yönetim de kendisine en uygun ortamlarda gelişir ve uygulanır. Başka bir ifadeyle, yönetim biçimleri, kendilerini yaratan alt yapının üst yapı ürünleri olup, toplumu da kendilerine özgü bir şekilde etkilemekte ve yön vermektedirler. Toplumlar arasındaki farklı davranış ve tutumlar, o toplumların değişik sosyo-ekonomik tabanlarından kaynaklanmaktadır. Nitekim, uygulamada da endüstriyel bir toplum ile gelişmekte olan bir toplum karşılaştırıldığında, kanaat oluşumunda, davranış ve tutumlarda farklılıklar olduğu gözlenmektedir (Gülsoy, 2000: 76).

Sosyo-ekonomik yapı ile siyasal partiler arasındaki ilişkiler son derece karmaşık bir görünümdedir. Siyasal partilerin sosyo-ekonomik yapı ve siyasal kültür ile olan etkileşimi iki boyutlu olarak gerçekleşmektedir. Birisinde sosyo-ekonomik koşullar ve siyasal kültür siyasal partileri şekillendirmekte, diğerinde ise siyasal partiler sosyo- ekonomik yapının ve siyasal kültürün şekillenmesine etkide bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu karşılıklı şekillendirme fonksiyonu tam olarak ölçülebilir olmaktan uzaktır (Gülsoy, 2000: 77).

Parti içi demokrasiyi etkileyen pek çok sosyo-ekonomik faktör bulunmaktadır. Bunlardan bazıları; siyasi partilerin kurumsallaşması, sivil toplum örgütlerinin gelişmesi, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, devletin ekonomi içindeki ağırlığının küçülmesi, şeklinde özetlenebilir (Demir, 1997: 30-36). Aşağıda bu etkenler kısaca ele alınacaktır.

İlkin siyasal partilerin kurumsallaşmasını ele aldığımızda; Türkiye’de partilerin 1960’tan beri sık sık kapatılıp açılmalarının, parti içi demokrasinin bugüne kadar gelişememesinin nedenlerinden biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü, bu durum, parti kimliklerinin bugüne değin belirgin şekilde oluşamamasına yol açmıştır (Teziç- Panel, 1997: 31). Bu nedenle, Türkiye’de siyasi partilerin etkin bir biçimde kurumsallaşamadıkları ve dolayısıyla bir takım kimlik bunalımları yaşadıkları görülmektedir. Bu durum partileri daha farklı sorunlarla ilgilenmeye yöneltmekte ve dolayısıyla da parti içi demokrasiyi gerçekleştirememelerine neden olmaktadır.

Parti içi demokrasinin gerçekleşmesinin önündeki bir diğer engel de; siyasetin sadece siyasi partilerin tekelinde olduğunun düşünülmesidir. Gerçekten de Türkiye’de yakın zamana dek Anayasa ve SPK’ye yansımış olan bu anlayış nedeniyle, odalar, barolar, sendikalar, dernekler, vakıflar, kooperatifler ağır yaptırımlarla desteklenen bir takım “siyaset yasakları”yla karşı karşıya kalmışlardır (Demir, 1997: 31). Oysa, dinamik kuruluşların, baskı gruplarının çoğaldığı oranda partilerin programlarında değişmeler gibi, liderlerin ve yönetici kadroların da kendilerini yenilemeleri zorunluluk haline gelir. Bu nedenle, sivil toplumun oluşma kapılarının açılması gereklidir. Bu sayede dernekler, sendikalar ve baskı grubu gibi kurumlar aracılığı ile siyasi partileri yeni programlar üretmeye zorlayacak mekanizmalar oluşacaktır. Öte yandan, siyaseti sadece siyasi partilere bırakmak, sorunlara çıkış yolu bulunmasını zorlaştıracaktır (Teziç- Panel, 1997: 44).

Parti içi demokrasinin iyi çalışmasında ve kamuoyu tarafından bilinmesinde önemli bir görev de basına düşmektedir. Bu noktada 1982 Anayasası’nın da 28/1. maddesinde hükme bağlandığı gibi “basın özgürlüğü” büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, şeffaf bir parti yönetiminin ortaya çıkmasında, parti organlarının parti içi demokrasiye uygun olarak çalışıp çalışmadığının bilinmesinde, seçmen kitlenin

bilgilendirilmesinde basının rolü çok büyüktür (Demir, 1997: 32). “Basın özgürlüğü”nün gerçek anlamıyla işletilebilmesi halinde parti içi demokrasinin de daha iyi işleyeceği düşünülebilir. Zira, kamuoyu tarafından bilinmesi ve oy kaybı yaratacağı gibi endişeler nedeniyle, siyasi partilerde lider sultasının ve keyfi yönetimlerin kısmen de olsa önlenebileceği ve karar alma mekanizmalarının daha demokratik hale geleceği düşünülebilir.

Yargı bağımsızlığı da parti içi demokrasiyi etkileyen bir diğer konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargının “tam bağımsızlığı” gerek parti başkanlarının gerek parti organlarının yasadışı işlemlerinin önüne geçmek, gerekse de parti üyelik güvencesini sağlamak bakımından büyük önem taşımaktadır. Özellikle de iktidar partisi liderinin hükümet içinde geniş yetkilere sahip olduğu Türkiye gibi ülkelerde yargı bağımsızlığının önemi daha da artmaktadır (Demir, 1997: 33). 1982 Anayasası, yargıçların yönetsel denetimini, Adalet Bakanlığı’na vermiştir. Yargıç ve savcıların görevlerinden, ya da görevleri sırasında işledikleri suçlardan dolayı inceleme ve soruşturma yapma yetkisi de, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan (HSYK) alınarak, Adalet Bakanlığı’na verilmiştir. Disiplin cezalarının verildiği makam HSYK olmakla birlikte, inceleme ve soruşturmanın Adalet Bakanlığı’na bağlı müfettişlerce yapılması, HSYK’nın yürütme organından bağımsızlığına zedeleyebilecek niteliktedir. Ayrıca, HSYK’da bakanlık müsteşarının bulunması ve kurulun başkanının Adalet Bakanı olması, hakim ve savcıların mesleki güvencelerini de zedeleyebilecek niteliktedir. Zira, bu durum siyasi iktidar tarafından suistimal edilebilir (Gözübüyük, 2000: 264; TÜSİAD, 1998: 26-30).

Yargı bağımsızlığını sağlayacak anayasal ve yasal düzenlemelerin bir an önce yapılması gerekmektedir. Böylelikle, özellikle iktidar partisi genel başkanlarının (Başbakan) geniş yetkilerini kullanması, “hukuka uygunluk” açısından bağımsız yargı organları aracılığı ile dengelenecek; öte yandan bu dengelemenin parti içi organların çalışmasına demokratik bir şekilde yansıması da sağlanmış olacaktır (Demir, 1997: 34).

Parti içi demokrasiyi etkileyen bir diğer faktör de, merkezi yönetimin sahip olduğu yetkilerin genişliği ve ağırlığıdır. Türkiye’de yönetime egemen olan katı merkeziyetçilik anlayışı, ülkenin yönetilmesine ilişkin tüm önemli kararların başkentte

alınmasını gerektirmekte, yerel yönetimlerin yetkileri çok sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bu noktada, “devlet merkezli” bir yönetim sisteminden, sivil toplum modelinin gereği olan “insan merkezli” bir yönetim sistemine geçilmesi zorunludur. Merkezi yönetimin bir takım yetkilerinin yerel yönetimlere aktarması, parti içi demokrasiyi olumlu yönde etkileyebilecektir. Zira, bu uygulama sonucunda Hükümet Başkanının (Başbakan) sonuçta da parti başkanlarının gücü sınırlanmış olacaktır. Dolayısıyla, iktidara geçtiğinde de gücü sınırlanmış olan bir parti başkanının, parti içinde sulta kurması zorlaşacaktır (Demir, 1997: 34-35). Bu bağlamda, son dönemlerde çok sık tartışılan “yerel yönetimler reformu” taslağı cumhurbaşkanından dönmüş; ancak, 2004 ve 2005 yıllarında belediyeler, büyükşehir belediyeleri, il özel idareleri ve mahalli idareler birlikleri hakkında ilgili kanunlarda, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi amacıyla bazı yasa değişiklikleri yapılmıştır. Yapılan bu yasal değişikliklerinin, bu konuda olumlu sonuçlar vermesi umulmaktadır.

Siyasi partilerin demokrasi içindeki rolleri ve ekonomiye bakışları siyasi hayatın düzenlenmesinde de etkili olmaktadır. Ekonomik hayatın, siyasi hayatı etkilemesi gibi, siyasi hayat da ekonomik hayatı etkilemektedir. Demokrasi, siyasi partiler ve siyasi partilerde, yönetim ve ideolojik yönden kalkınma ile doğrudan ilişkilidir. Her siyasal düzen, kendi yapısına uygun bir ekonomik düzeni de gerektirdiğinden, ekonomik olarak kalkınmış ve kişilerin gelir düzeyinin yüksek olduğu ülkelerde, siyasal rejime katılımın daha yüksek olduğu, ekonomik anlamda gelişmemiş ve geri kalmış ülkelerin ise otoriter bir sistemle yönetildikleri siyaset bilimciler tarafından kabul edilmektedir (Tuncay, 1996: 97-98).

Demokratik özgürlük ile ekonomik özgürlük kavramlarının örtüştüğü piyasa ekonomisinde ekonomik yapı ile siyasal yapı arasındaki etkileşim en yüksek seviyede gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi adeta birbirinden ayrılmaz birer parçadır. “Demokrasi serbest piyasa ekonomisini gerektirmekte, serbest piyasa ekonomisi ise ancak demokrasilerde gerçekleşebilmektedir” (Yanık, 2002: 110). Ekonomik gelişme, daha fazla gelir, daha sağlıklı bir ekonomi, daha gelişmiş bir sosyal güvence sistemi ve daha yaygın ve yüksek seviyede eğitim olanağına kavuşan sosyal tabakaların, sınıf mücadelelerinin şeklini ve

gücünü de etkilemektedir. Bu durum, demokratik toplumlarda parti içi demokrasinin işleyişini olumlu yönde etkilemektedir (Tuncay,1996: 104-105).

Devletin ekonomi içindeki ağırlığı, parti içi demokrasiyi etkileyen önemli faktörlerden birini oluşturmaktadır. Türkiye gibi ekonomide devletin ağırlığının büyük olduğu ülkelerde, lider sultasının kurulması kolaylaşmaktadır. Zira, ekonominin büyük bir kısmına egemen olan Başbakanın rant dağıtımında oynadığı rol, onu ister istemez “en büyük başkan” konumuna getirmektedir. Liderin bu derece güçlü olması parti içi demokrasiyi olumsuz yönde etkileyen bir faktördür. Zira, ekonomideki gücü büyük olan bir başbakanın, mensubu olduğu parti teşkilatının da bir “ihale” merkezi haline dönüşmesi çok kolaydır. Bu durum, genel başkan etrafında kenetlenen ve rant dağıtımından pay alan “çıkarcılar grubunun” da ekonomik çıkar nedeniyle yönetime olan bağlılıklarının artmasına neden olmaktadır (Demir, 1997: 35-36).

Bu sorunun çözümü için Demir’in (1997: 36) önerisi, devletin ekonomi içindeki ağırlığının küçültülmesi, yani “özelleştirme”dir. Bu sayede, gücü azalacak olan genel başkanların, parti içi demokrasiye daha saygılı, daha özverili davranışlar benimsemeleri kaçınılmaz olacaktır. Yine bu sayede, parti teşkilatları, rant paylaşımı yapılan yerler olmaktan çok, kamu hizmetinin nasıl daha iyi verilebileceğinin tartışıldığı birer siyasi okul hüviyetine kavuşabilecektir.