• Sonuç bulunamadı

Siyasal Sosyalleşme ve Eğitim

3. Siyasi Partilerin İşlevler

3.5. Siyasal Sosyalleşme ve Eğitim

Siyasi partilerin önemli bir diğer işlevi de eğitici olmalarıdır. Partiler, siyasal katılmanın temel aracı olarak, geleceğin yönetici kadrolarını yetiştirmek, ulusal ve uluslararası sorunlar üzerine halkın dikkatini çekmek ve onların bu konularda belli görüşlere ulaşmalarına yardımcı olmak şeklinde eğitme işlevleri yerine getirmektedirler. Partiler, halk yığınlarını temel sorunlarla ilgili olarak eğitirler ve toplumsal bir taban oluşturabilmek için de halkı, kendi doktrinleri doğrultusunda bilinçlendirmeye çalışırlar (Teziç, 2003: 334).

Buna bağlı olarak da, seçim dönemlerinde, seçmenlerin oy kullanmalarını sağlamak için yoğun faaliyet gösterirler. Siyasal partilerin kitleleri eğitme ve bilinçlendirme yolundaki çabaları, seçmenleri harekete geçirerek (mobilizasyon) daha aktif davranışa yöneltme, seçimlerde sandık başına gidip oy kullanmalarını teşvik etme bakımından oynadıkları ve “siyasal sosyalleşme” olarak tanımlanan bu rolleri, onları, toplumda siyasal kültürün yayılması ya da değiştirilmesi açısından en etkili kuruluşlar haline getirmektedir (Kapani, 1998: 166).

AYM siyasal partilerin eğitim işlevine 1989 yılında aldığı bir kararla şöyle değinmektedir: “Cumhuriyet rejiminin herkese açık, herkes için eşit ve serbest siyasi katılımla, bunun da siyasi partiler yoluyla gerçekleşeceği, siyasi partilerin, halkın demokrasi alanında yetişmesi, olgunlaşması için bir okul hizmeti gördükleri ve demokrasinin oluşum aracı oldukları gözetilirse, demokratik düzenin işleyişi, devletin yönetilmesi yolundaki kolaylaştırıcı ve hazırlayıcı bütün bu ve benzeri sürekli faaliyetlerin, siyasi partileri kamu yararına çalışan kuruluşlar durumuna getirdiği belirgindir. Siyasi partilere bu niteliği kazandıran yalnız çalışma biçimleri de değildir.

Aslında Anayasa, yukarıda değinildiği üzere, içerdiği hükümlerle onları böyle bir niteliğe kavuşturmuştur” 8.

Siyasal partiler geleceğin yönetici kadrolarının yetiştirilmesinde, toplumun dikkatinin ulusal ve uluslararası sorunlar üzerinde toplanmasında ve sorunlara açıklık kazandırılmasında eğitici ve halkı aydınlatıcı bir işlev yüklenmelidirler (Aliefendioğlu, 1999: 106). Siyasi partiler hem kendi üyeleri veya örgüt görevlileri, hem de toplum için, birer “eğitim ocağı” veya “siyaset okulu” olma niteliği taşırlar. Siyasi partiler, parti toplantıları, eğitim çalışmaları, parti yayınları, parti sözcülerinin kamuoyuna hitap eden beyan ve açıklamaları gibi çeşitli faaliyetleriyle bir bütün olarak toplumun siyasi eğitimine katkıda bulunurlar. Vatandaşların büyük çoğunluğu, siyasal sürecin nasıl işlediği, bu sürecin belli başlı aktörlerinin kimler olduğu, başlıca siyasal kurumları ve bunların görevlerinin neler olduğu yönündeki temel bilgileri bu yolla edinirler. Bu bakımdan siyasi partilerin toplumun siyasal kültürünün biçimlenmesinde hayati bir rol oynadıkları söylenebilir (Erdoğan, 2005: 128). Siyasi partilerin yerine getirdikleri bu çalışmalar bir yandan da siyasal katılımı arttırıcı bir etki yaratmaktadır.

Özetle, siyasi partiler, ülke içi ve dışı çeşitli unsurların değerlendirilmesinde, değişik hedef ve yöntemler ortaya koyarak, bireylere bakış açısı kazandırılması ve eğitilmesinde küçümsenmeyecek bir rol oynamaktadırlar. Benzer şekilde, mevcut siyasi kültür unsurlarının pekiştirilmesi, değiştirilmesi ya da geliştirilmesi ile siyasal toplumsallaşma sürecinin hızlandırılmasında ve ülkenin çeşitli konulardaki öncelik ve sorunlarına ilişkin parti programlarının yaygınlaştırılması ve propaganda yoluyla kamuoyunun etkilenmesi ve biçimlendirilmesinde önemli görev ve işlevler yerine getirmektedirler (Berberoğlu,1997: 10).

Belirtmek gerekir ki, siyasi partilerin yerine getirdiği işlevlerin sayısı arttırılabilir. Yukarıda ele alınan işlevler, siyasi partilerin temel işlevleri olup, yerine getiriliş biçimi ve etkileri, içinde bulunulan ortama ve sisteme göre değişiklik göstermektedir. Örneğin; totaliter ve aşırı tek parti sistemlerinde, siyasal toplumsallaşma süreci daha çok aşırı uçta bir alt kültür yaratmaya yönelikken, yerleşik

8 AYMK, E. 1988/39, K. 1989/29, Kt. 6.7.1989, Erişim:

bir siyasal kültür ortamında bu işlev, daha çok pekiştirme yönünde gerçekleşmektedir. Siyasi partilerin, çok sesli demokratik bir ortam yaratabilme işlevinin geçerliliği, tekilci ve tek parti sistemlerinde ya çok düşük düzeydedir ya da mümkün değildir (Berberoğlu, 1997: 11). Oysa, çok partili sistemlerde, siyasi partilerin bu işlevi kendiliğinden gelişebilmektedir. Bu da siyasi partilerin işlevlerini yerine getirirken, içinde bulunulan ortam ve sistemden büyük ölçüde etkilendiklerini göstermektedir.

Siyasal partilere anayasal ya da yasal olarak tanınan işlevler, bu işlevlerin gereğini yerine getirebilmelerini sağlamak üzere, onlara bazı ayrıcalıkların tanınmasını gerekli kılmaktadır. Örneğin, siyasi partilere; seçimlerde başrol oynama, belli şartların gerçekleşmesi halinde devletten maddi yardım alma, partilere yapılacak bağışlarda vergi indirimi ya da bağışıklığı, kitle iletişim araçlarından yararlanma, parti kapatma kararının AYM’ce alınması gibi ayrıcalıklar tanınmaktadır. Bu ayrıcalıkların tanınmasındaki temel amaç, siyasal partilerin devletten ve iktisadi güç odaklarından bağımsızlığının sağlanmasıdır. Siyasi partilere tanınan bu ayrıcalıkların denetimi, özellikle de mali denetimi son derece önemli olup, Türkiye’de bu denetimin AYM tarafından yapılması, anayasal bir zorunluluktur (Sağlam, 2000a: 199-201). Ancak, mali denetimin AYM’ce yapılması tartışmalı bir konu olup, bu yöndeki görüş ve tartışmalara, ikinci bölümdeki “siyasi partilerin finansmanı ve mali denetimleri” başlığı altında kısaca değinilecektir.

II. DEMOKRASİ

Parti içi demokrasi konusu, demokrasinin anlam ve içeriğine bağlı olduğundan, demokrasi kavramının anlamı, hangi temeller üzerinde değerlendirildiği, demokrasi ile ilgili olarak son dönemlerde gündeme gelen yeni yaklaşımların neler olduğu gibi konuları da incelemek gerekmektedir. Bu inceleme sınırlı olmakla birlikte, konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır.

Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak dünyada yaygınlık kazanması 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Bu tarihe kadar, demokrasi bir istisna olmanın ötesine gidememiştir. Aslında, ilkel toplumlarda kabile üyelerinin eşitliği, karar alma sürecine herkesin katılması gibi demokratik yönetim biçiminin bazı unsurları gözlenmiştir. Ancak, ilkel toplumlarda siyasal iktidar tüm topluma yayılmışken, devletli

topluma geçişle birlikte, bu özellikler yok olmuş ve yöneten-yönetilen ayrımı ortaya çıkmıştır. Mezopotamya’da yaklaşık 5000 yıl önce kurulan ilk devletlerden bu yana, demokratik unsurların görüldüğü ilk siyasal sistemlerin 2500 yıl önce Yunanistan’da ortaya çıktığı görülmektedir (Uygun, 2003:17).

Demokrasi kavramının yaklaşık 2500 yıllık uzun bir geçmişi olmasına rağmen, demokrasinin tarihi oldukça inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Demokrasiye, tarih içerisinde değişik anlamlar yüklenmiş, çeşitli şekillerde uygulanmaya çalışılmıştır. İlk çağda, eski Yunan döneminde ortaya çıkıp, Atina şehir devletinde kısmen uygulamaya geçirilmesinden sonra demokrasi ortaçağ boyunca etkisini yitirmiştir. Ancak, yeniçağ ve Aydınlanma döneminin etkisiyle, demokrasi, yeniden çekici bir sosyal-siyasal ideal haline gelmiştir (Erdoğan, 2005:105).

Demokrasinin bu inişli çıkışlı tarihi gelişiminin son iki yüzyıldaki serüveni de bir hayli dalgalı olmuştur. Amerikalı siyaset bilimci S. P. Huntington’a göre (1993:10- 15) ilk demokratikleşme dalgasının kökleri Amerikan ve Fransız devrimlerine dayanmaktadır. 1820’li yıllarda ABD’de seçme hakkının önemli ölçüde genişletilmesi, yani erkek nüfusun büyük kısmına oy hakkı tanınması ile ilk uzun demokratikleşme dalgası başlamış ve yaklaşık bir yüzyıl kadar sürerek 1926’da sona ermiştir. Birinci demokrasi dalgasını, 1922’de Mussolini’nin İtalya’da iktidara gelmesiyle başlayan ters yönde bir dalga izlemiştir. Bunun sonucunda 1942’ye gelindiğinde dünya üzerindeki demokrasilerin sayısı 12’ye düşmüştür.

İkinci Dünya Savaşı’nın müttefiklerin zaferiyle sonuçlanması, yeni bir demokrasi dalgasını başlatmış ve böylece dünya üzerindeki demokrasilerin sayısı 1962’de yeniden 36’ya yükselmiştir. Ne var ki bunu 1958-1975 yılları arasında daha az etkili olan ikinci bir ters dalga izlemiş ve demokrasilerin sayısını bu kez de 30’a indirmiştir. Bu ters dalga 1970’lerin sonuna dek sürmüştür. Demokratlaşma dalgaları ile bunları izleyen ters dalgalar iki adım ileri, bir adım geri örüntüsünü çağrıştırmaktadır (Huntington,1993:15-18).

Nihayet, 1974 yılında Portekiz’de demokratik sisteme geçilmesiyle birlikte üçüncü demokratikleşme dalgası başlamış ve Avrupa, Asya ve Latin Amerika’daki

yaklaşık 30 ülkede demokratik rejimler, otoriter rejimlerin yerini alarak dünyaya yayılmaya başlamıştır (Huntington,1993: 18). Ancak, bu dalganın ne zamana dek süreceği veya nasıl sonuçlanacağı şimdilik bilinmemekte, yeni bir ters dalganın etkili olmayacağı garanti edilememektedir.

1. Kavram

Bütün dünyayı etkisi altına alan demokrasi kavramının tanımlanması ile ilgili birçok sorun vardır. İlkin, herkesin demokrasiyi iyi bir şey olarak düşünmesinden dolayı bir takım sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı, insanlar sadece bir sistemi onayladıkları için ona “demokratik” deme eğilimindedirler. Nitekim, Sovyetler Birliği’nin totaliter siyasal sisteminin bile demokrasi olduğundan söz edenler olmuştur. Demokrasinin son derece yaygın olarak başvurulan bir terim olması, onu anlamsızlaştıracak ölçüde belirsiz hale getirmektedir. Diğer bir sorun da, terimin anlamının tarihsel olarak değişikliğe uğramış olmasından kaynaklanmaktadır (Erdoğan, 2005:105). Sayılan bu sorunlara rağmen, çeşitli demokrasi tanımları yapılmaktadır. Bunlara kısaca değinmek, konunun anlaşılması bakımından faydalı olacaktır.

Demokrasi teorisi Platon ve Aristo’ya kadar giden bir temel söylemden oluşmakta ve birbirinden çok farklı anlamları barındırmaktadır. Demokrasi kavramı, Yunanca halk anlamına gelen “demos” ile, egemen olmak, hükmetmek veya iktidarı kullanmak anlamına gelen “kratein” sözcüklerinden oluşmaktadır. Sözcük anlamına göre demokrasi “halk iktidarı”, iktidarın halka ait olması anlamına gelmektedir (Schmidt, 2002: 13). Anlaşılacağı gibi, demokrasinin sözcük anlamı oldukça açıktır. Ancak, sözcük anlamı dışındaki tanımlarda kapsam ve nitelik bakımından farklılıklar bulunmaktadır. Abraham Lincoln demokrasiyi, “halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” şeklinde tanımlanırken, Karl Popper ise “diktatörlükten kaçmayı mümkün kılan yönetim” şeklinde tanımlamıştır (Eren, 2001: 103).

Aristoteles okulunun devlet şekilleri öğretisine göre demokrasi, “çoğunluğun egemen olduğu devlet şekli veya egemenlik şekli” olarak tanımlanmaktadır. Bu öğretiye göre demokrasi, aristokrasi ve oligarşi gibi azınlığa dayanan ya da monarşi ve tiranlık gibi tek kişinin egemenliğine dayanan eski yönetim şekillerinden temelde ayrılmaktadır.

Demokrasi, sekülerleşmiş dünyevi düzen içinde kendini gösteren bir egemenlik olmaktadır. Devlet otoritesini elinde tutma ve kullanmanın, somut olarak halka dayanması ve ona karşı sorumlu olması gerekmektedir (Schmidt, 2002: 13- 16).

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde, yurttaşlar devletin hizmetinde değil, devlet yurttaşların hizmetinde olmaktadır. Demokrasi ancak, “halk, hükümet için değil, hükümet, halk için vardır” ilkesine bağlı kalındığı takdirde yaşayabilir. “Demokrasi” sloganı, çoğunluk egemenliği olarak değerlendirilse bile, demokrasiyi dinamik ve ayakta tutacak olan şey, azınlık haklarına saygı ve güvencedir (Sartori, 1996: 35- 36). Yani, azınlık hakları demokrasi için zorunlu bir koşuldur.

Demokrasilerde, politikalarla ilgili hükümet kararlarını kontrol etme işi anayasalar tarafından seçimle belirlenmiş memurlara verilmiştir. Bu nedenle büyük ölçekli demokratik hükümetler temsilidir. Seçilen memurlar, özgür, adil ve sık sık yapılan seçimler ile belirlenir. Vatandaşların politik konularla ilgili olarak; sert bir biçimde cezalandırılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmadan, memurları, hükümeti, rejimi, hakim düzeni eleştirme de dahil olmak üzere kendilerini ifade etme hakkı vardır. Bu durum, günümüzde ifade özgürlüğü olarak tanımlanmaktadır (Dahl, 2001: 89-90).

Bunların yanında, demokrasilerde, herhangi bir politik grubun kontrolü altında olmayan ve yasalar tarafından etkin bir şekilde korunan alternatif bilgi kaynakları bulunmaktadır. Vatandaşların; diğer vatandaşlardan, uzmanlardan, gazete, dergi, telekomünikasyon araçları ve bunun gibi kaynaklardan alternatif ve bağımsız kaynaklar arama hakları vardır. Vatandaşların, göreceli olarak bağımsız kurumlar ya da organizasyonlar kurmaya hakları vardır. Bu kurumlar, bağımsız siyasi partiler ya da çıkar grupları olabilir (kurumsal özerklik). Bir ülkede sürekli olarak ikamet eden ve ülkenin kanunlarına tabi olan hiçbir yetişkin, diğerlerinin sahip olduğu haklardan mahrum edilemez (vatandaşların dahil edilmesi) (Dahl, 2001: 89-90). Bunlar demokratik bir ülke için gerçekleşmesi gereken minimum şartlardır. Bunların etkinlik düzeyi, ülkede hakim olan düzenin demokratlığını ortaya koymaktadır. Yani, bu hakların şeklen mevcut olup, uygulamada sıkıntılarla karşılaşılması, ülkenin demokrasi düzeyinin düşük olduğunu, aksi durum ise yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.

Demokrasi çoğu zaman yanlış, daha doğrusu eksik olarak “çoğunluk yönetimi” şeklinde tanımlanmaktadır. Oysa, ortaçağ Avrupa’sında, engizisyon kararları ile, kitap okuduğu için “dinsiz” olarak nitelenip ateşe atılanlara, çoğunluk hiç karşı çıkmamıştır. Bu örneğin de gösterdiği gibi, ”çoğunluk yönetimi” anlayışı, demokrasi ile aynı şey değildir. Nitekim, günümüzdeki otoriter rejimlerde, halkın çoğunluğu mevcut baskı rejimini destekliyor olabilir. Bu noktada, demokrasinin ancak “azınlıkta kalanların, çoğunluk haline gelebilme hak ve olanağının bulunduğu bir çoğunluk yönetimi” olabileceğini belirtmek gerekir. Tarih içinde farklı anlamlar ve biçimler almakla beraber günümüzde demokrasi, “mevcut yönetimle, ülke çözümleri hakkında aynı düşüncede olmayanların, bu düşüncelerini açıklama ve yayma haklarının bulunduğu bir çoğunluk yönetimi” olarak tanımlanabilir (Kongar, 2005a: 13).