• Sonuç bulunamadı

GRAFİK 3: KURULDUKLARI ÜLKELER İTİBARİYLE ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER (2000)

3. Siyasal Etkiler

Küreselleşmenin siyasal etkilerine bakıldığında, siyasal sınırların bir devlete belirli bir toprak parçası üzerinde mutlak egemenlik sağlamadaki gücünü yitirmesi; yönetim sistemlerinin karşılıklı etkileşiminin artması; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler temelinde dış müdahalelerin yoğunluk kazanması; dil, din, etnik köken, bayrak vb. siyasal- kültürel yapıya dayanan ulus devletin önemini kaybederek uluslararası üst kuruluşların öne çıkması olarak değerlendirilebilir.

Örneğin AB içersinde dünyanın diğer bölgeleri için önerilen ulusal sınırlar ortadan kalkmaya devam ederken, diğer taraftan önemini kaybeden sınırların gerisinde ulus devlet yurttaşlarının serbest iradesi olmayan bir şekilde zayıflatılmakta, yerini ufak ancak güçlü bir azınlığın dikte ettiği küreselleşme modeli almaktadır. Bu demokrasi yönünden dünyanın küçük bir azınlığın yönetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır. Klasik demokrasilerde güçlerin ayırımı henüz devam etmekte, ancak ekonomi ile politikayı ayıran çizgi ortadan kalkmaktadır. Bu gelişmeler sonrası sosyolojik olarak da siyasi gücün, kendisine bağımlı alt sistemleri kullandığı ifade edilebilir. Bu durum, uluslararası ağır dış borçlarla siyasi egemenliği ezilerek, iç politik kararları dışardan dayatılan ülkeler için geçerliliği daha yüksek olan bir konudur123.

Bu çerçevede küresel toplumun BM marifetiyle ulus-devletlerin iç işlerine özellikle “insani” amaçlarla müdahale edebileceği kabul edilmekte, egemenliğin hiç bir devlete insani yardımı reddetme yetkisi vermediği görüşü yaygınlaşmakta, içişlerine karışmama” kuralının değeri azaltılmaktadır. Devlet egemenliğini aşındıran başka bir gelişme, suç işlediği iddia

122 Fanon, Frantz Omar; “Urgent Lessons for the Bolivarian Revolution”, http://ambazonia.indymedia.org/en/2005/03/966.shtml (02.04.2005).

123 Sergio, Berneal Restrepo; “The Social and Cultural Dimension of Globalizm” Proceedings Of The Workshop

olunan kişileri–bunlar devlet adına işlenmiş olsalar bile-doğrudan doğruya yargılamak üzere uluslararası mahkemelerin kurulmasıdır. Bu demektir ki, mutlak egemenlik yerini kayıtlı egemenliğe –yani, bir devletin dünya sistemine üyeliği onun kendi yurttaşlarına iyi davranmasına bağlı olduğu anlayışına-bırakmaktadır124. Ancak bu gerekçelerin yalnız Merkez’in menfaatlerine uyan konularda işlediğini, çifte standart uygulandığını belirtmek gereklidir. Örneğin yıllarca ülkesini istismar eden, halkına kötü davranan Filipin diktatörü Marcos veya Nikaragua diktatörü Somoza, ABD çıkarlarının elemanı olarak çalıştığı için herhangi bir takibata uğramamış, ülkelerini terk ettikten sonra çaldıkları milli servetle büyük bir lüks içinde yaşamışlardır.

Öte yandan, küreselleşen çağda devletler arasında etkileşimin eski modeli değişmektedir. Eski modelde devletler arasındaki temasın araçları dış politika, diplomasi ve askeri müdahaledir. Ülkelerinde egemen sayılan devletler uluslararası platformun da yegâne aktörleridirler. Oysa bugün bir dünya ekonomisinin, uluslararası organizasyonların ve küresel bilgi akışlarının ortaya çıkması bu modeli değiştirmiştir. İnsanların ve sermayenin dünya üzerinde dolaşması yüzünden devletlerin artık “kendi” halkları ve kaynakları ellerinden alınmış gibidir125.

Bu bağlamda hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için devlet ortadan kalkmıyorsa da rolü değişiyor, evrimleşiyor, küreselleşmenin gereklerine cevap veren stratejiler geliştirmek durumunda kalıyor. Devletler küresel rekabet çağında kendi firmalarının ayakta kalmalarını ve halklarının refaha kavuşmalarını sağlayacak şekilde daha koordine edici yapılar haline geliyorlar. Yaşanılan küreselleşme sürecinin ulusal devletlerin ve siyasetin üzerinde özellikle de gelişmekte olan ülkelerde etkileri çarpıcıdır. Bu ülkelerin ekonomik ve siyasal açıdan etkinliklerinin azalmasıyla birlikte IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların ve ÇUŞ’lerin uyum ajansı şeklinde çalışması söz konusudur126.

Küreselleşmenin çeşitli boyutlarına bakıldığında, siyasi boyutu uluslararası ilişkilerde daha önce kullanılmaya başlanmıştır. Küreselleşme kavramının uluslararası siyasi yazına girdiği tarih, 1970'li yılların başlarıdır. Bu yıllardan sonra "dünya sistemi"nin sadece devletlerden ve devletlerin kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemek amacıyla oluşturdukları kurumlardan ibaret olmadığı görülmektedir. Uluslararası platformda devletlerin yanı sıra uluslararası kuruluşları, şirketleri de içeren küresel yapılanma söz konusu olup, devletlerarası

124 Gündoğmuş, Bülent; “Küreselleşmeye Dair”, TÜSİAD Görüş Dergisi, İstanbul, Temmuz 2002, s 21. 125 a.g.e., s.21.

126 Koray, Meryem; “Küreselleştirmeye Eleştirisel Bir Bakış ve Yeni Küresel Anlayışın ve Örgütlenmenin

ilişkilere müdahale eden ve adına "küresel aktör" denilen güçler bu yeni yapılanmanın unsurlarıdırlar. Bunlar ulusal ve uluslararası arenada sosyal ve politik kararlar alabilen, aldığı kararları uygulatabilen "güç ilişkileri" sisteminin başat unsurlarıdırlar127.

Bu değerlendirmeler ışığında küreselleşme hareketinin ulus devleti, pek çok alanda olduğu gibi siyasi olarak da etkisizleştirme konusunda değişik kültür, demokrasi, insan hakları gibi sosyal kavramları, sloganları kendi amaçları için kullandığı anlaşılmaktadır. Genelde bu savlar merkez ülkeleri tarafından çevre ülkelere karşı kullanılmakta ve bölgesel küçük devletlerin ortaya çıkarılmasında yararlanılmaktadır.

Küreselleşmenin siyasi etkileri hukuksal süreci de etkilemektedir. Bugün artık devletleri geleneksel anlamdaki egemenlikle tanımlamaya imkân yoktur. Hemen bütün devletler kurallarını kendilerinin koymadıkları uluslar arası -hatta AB gibi örneklerde uluslar üstü hukuka göre yükümlülükler üstlenmek durumunda kalmaktadır. Aynı şekilde uluslararası ortak “insan hakları hukuku” da devletlerin kendi takdirlerine göre kural koyma ve uygulama yetkilerini büyük ölçüde sınırlandırmaktadır.

Bu süreçte küreselleşme, insan haklarına saygıyı devletlerin iç sorunu olmaktan çıkarmış ve “küresel toplum”un veya daha doğru ifadeyle ABD ve Merkez ülkelerin müdahale alanına sokmuştur. Bu ise geleneksel egemenlik anlayışının ve hukuka bakışın büyük ölçüde değişmesi anlamına gelmektedir. Ulus devletler küresel toplumda meşru ve saygın siyasi birlikler olarak muamele görebilmeleri için ülkelerinde yaşayan insanların temel haklarına riayetkâr olmak zorundadırlar. İnsan haklarına saygı ve demokrasi önemli bir kıstas haline gelmiştir. Ancak bu konuda büyük çifte standartlar hüküm sürmektedir.

Diğer taraftan küreselleşme sürecinde özellikle ticaret ve sermaye hareketleri ulusal hukukun dışına taşınmakta, bunun yerini uluslararası tahkim sistemi almaktadır.Uluslararası tahkim, uyuşmazlığın taraflarca seçilen kişi veya kurumlar tarafından nihai olarak çözümlenmesidir. Tahkim uluslararası ticari uyuşmazlıkların çözümünde kullanılan yöntemlerin en yaygın olanıdır. Tahkim, bağımsız ve tarafsız yargı olarak algılanır. Tahkimde taraflar, hakemlerin uyuşmazlık konusu ilişkinin dahil olduğu sektörlerde geçerli olan kuralları ticari teamülleri ve özellikle tarafların anlaşmalarını iç hukukun emredici ve kamu düzeni kuralları dışına çıkarak uygulamasını isteyebilmektedir128.

Bu gelişmeler kapsamında küreselleşme olgusu, uluslar ekonomileri ortadan kaldırarak tek merkezli küresel kararların yönettiği ÇUŞ’ler eliyle yürütülen bir ekonomik yapılanmayı geliştirirken, diğer taraftan bu yapılanmanın siyasal ve hukuksal ayağını

127 Gülalp, Haldun; “Ulusal Devlet, Global Demokrasi” Türk-İş 99 Yıllığı, Ankara, 1999, s.689-692.

128 Ünal, Yeliz; Ticari Uyuşmazlıkların Çözümünde Uluslararası Tahkim, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi Yayını,

tamamlamak ve ulus devleti denetiminden kurtulabilmek amacıyla, ulus devlet egemenliğini zayıflatarak bölgesel veya uluslarüstü yapılanmaları geliştirmektedir. Ekonomik bütünleşmenin gerektirdiği bu siyasal birleşme, sosyo-ekonomik alt yapının gelişmediği ancak enerji ve ham madde kaynaklarına sahip ülkeler söz konusu olduğunda mikro milliyetçilik körüklenmekte, Yugoslavya, Irak örneklerinde izlendiği gibi ülke parçalanmaktadır. Diğer taraftan ABD, Sovyetler Birliği dengesine dayalı iki kutupluluğun kalkmasıyla günümüzün hâkim güçlerinin küçük ve hatta orta ölçekli güce sahip ülkelere baskı ve işgale kadar varabilen dış müdahaleleri çok kolay hale gelmiş, yayılmacı güçlerin çıkarlarına karşı koyma zorlaşmıştır.