• Sonuç bulunamadı

SALUR KAZAN’IN EVİNİN YAĞMALANMAS

Belgede Modern Türk tiyatrosunda mitoloji (sayfa 169-176)

Alas Hatun, “Bir ‘Dede Korkut’ öyküsünden sahneye uygulanmıştır.” (Neyzi, 1997: 9) Önce 1948’de İngilizce yazılmıştır. Türkçeyle yeniden yazıldıktan sonra Devlet Tiyatrosu’na yollanmış, fakat Oidipus’u anımsattığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Yazar, içeriğin Oidipus’a yaklaşmakla birlikte sonucun tamamen Doğu fatalizmine göre şekillendiğini öne sürerek bu görüşe karşı çıkar. Oyun, yazılışından kırk yıl sonra yayımlanmış, sahnelenmemiştir. (Neyzi, 1997: 4-6)

Öykünün kökeni Şamanist döneme kadar uzanmaktaysa da, olay İslami döneme taşınmıştır. (Neyzi, 1997: 10) Mekân, “minareleri sayı ile sayılamayan” Semerkant’tır. Sahnede deklamasyona yer verilmesi gerektiğine dikkati çekmek için satırlar bölünmüş, bu, şiir etkisi oluşturmuştur.

Oyunda zaman düzenlemesi aksar. Tekin’in 25, Yıldız’ın 23 ve Alas Hatun’un 50’yi geçkin olduğu belirtilir, aynı zamanda kırk yıllık arayışından söz edilir.

Oyun Orhon Abideleri’ne göndermeyle başlar: / “Kara toprak, altımıza serildi. / Gök kubbe, üstümüze kapandı. / Ortasında yaşar / İnsan oğlunun oğlu / Altında kara toprak / Üstünde mavi gök.” (Neyzi, 1997: 13)

Koro güneşi selamlar. Yüceliğini dile getirir. “Kutsal alev” diyerek, ataların onu tanrı saymasına hak verilir. Ama onu da tutuşturanın Ulu Tanrı olduğu belirtilir. Alas Hatun’un kara yazgısı tüm Oğuz eline yayılmıştır. Çinlilerce yıkılan Hanbalık kentinin kağanı Salur Kazan’ın eşidir. Kocası kenti savunurken ölmüş, kendisi sağ kalmıştır.

Gün batarken, değişik putlara tapınan uzun saçlı Çinliler Hanbalık’ı kara bir bulut gibi sardığından, Alas Hatun iki çocuğuyla, tutuşmuş sarayından çıkar. Kaçmakta olan bir saray bekçisine seslenir. Dönen asker, sadece Alas Hatun’u tanımış ve almış, çocuklar orada kalmıştır. Bu sırada Alas Hatun kendinden geçtiği için olanların farkında değildir. Bundan sonra yıllarca her yerde; kaba, tanrısız insanların yaşadığı yüce dağlarda, beş nehrin suladığı, tanrının her kış öldüğüne ve her bahar yeni bir tanrının doğduğuna inanılan inançsız insanlar

157 arasında, dünyanın içinden yükselen alevlerle ısınan vahşi yaratıkların arasında çocuklarını aramış, en son, Semerkant şehrine gelmiştir. Kendileriyle kentin sorunlarını tartışmak üzere yanlarına gelecek olan kağanı bekleyen kentin ulularıyla konuşur. Kağan o gün kentin sorunları yerine kendi derdini açınca, hakikat de ortaya çıkar. Kağan, ölen kağanın kendi oğlu değildir; hayatını kurtardığı kağan tarafından evlat edinilmiştir. Kağanın öyküsünü duyan Alas Hatun, kolundaki çift başlı kurt dövmesinden, onun kendi oğlu olduğunu anlar. Bu, ülkede büyük sevinçle karşılanır, o gün bayram ilan edilir. Fakat Alas Hatun’un tarifsiz sevinci, edindiği yeni bilgiyle büyük bir yıkıma dönüşür. Tekin’in kendisi gibi ailesini bilmeyen Yıldız’la evlendiğini, iki çocukları olduğunu öğrenir. Ailesinden yadigâr olarak boynunda taşıdığı gerdanlık onun gizini Alas Hatun’a aşikâr eder: Yıldız da kaybettiği kızıdır. Bunu, kendisinden başka bilen yoktur. Fakat şenlikten sonra çıkan şiddetli rüzgâr, bir şeylerin ters gittiğinin işaretidir.

Alas Hatun, bu güç meseleyi, kendisinden izinsiz hiç kimseye bahsetmeyeceklerine dair yemin alarak kentin ulularından oluşan koroya açar. Bu felaket karşısında onlar da derinden sarsılır ve bir çıkar yol gösteremez. Çok eski çağlarda, insanoğlunun Tanrı’nın bilincine ulaşamadığı karanlık çağlarda Mısır’da, firavunlar döneminde böyle şeyler olduğunu duyduklarını dile getirirler. Gizin açığa çıkması, ülkenin sonunu getirecektir. Alas Hatun, uğradığı felaket karşısında çözümü kendini asmakta, sırrını kendisiyle birlikte mezara taşımakta bulur. Annesini bulduğu gün kaybeden kağan şaşkındır:

“Yaşamında aradığını bende bulan / Alas Htun / Bende buldu, yaşamının sonunu! / Ne demektir, sonunu bulmak, / başlangıcında?” (Neyzi, 1997: 66)

Yıldız Hatun, kağanın dağılan zihnini toplamak üzere kentin ulularına danışır. Kentin uluları; ülkenin bekasını ileri sürerek, aklındaki yönetme gücünü gönlündeki acıya boğdurmamasını; Yıldız Hatun da çocuklarını ileri sürerek, onlara kendileri gibi babasızlığın acısını yaşatmamasını telkin ederek kendini bırakmasına engel olurlar.

Alas Hatun’un sırrının ağırlığını taşıyan koro, unutmak ve dayanmak için Tanrı’ya duaya gider. Kadere karşı konulamayacağını, gizli günahların gizleyene ait olduğunu ve suç, ancak Tanrı açığa vurunca suç olduğunu dile getirir. (Neyzi, 1997: 12-73)

KÖROĞLU İLE İLGİLİ OYUNLAR

Köroğlu, bir Anadolu halk şairi ve 16. yy’daki Celali isyanının başıdır. Efsaneleri Anadolu sınırlarını aşarak Kafkas ve İran Azerbaycan’ı, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tobollu ve Tatarlara kadar yayılmıştır. Gürcü, Ermeni, Kürt, Tacik gibi Türkçe

158 konuşmayan bölgelerde de bilinmektedir. 17. yy’a ait Osmanlı belgelerinde de Köroğlu adına rastlanmaktadır. Bolu bölgesinde Köroğlu dağları, bu dağların zirvesinde Köroğlu’na ait bir ikametgâhın kalıntıları vardır. Destanda mitolojik unsurlar yer alır. Prologda; Köroğlu’nun babasının gözlerinin kör edilmesi, Kırat’ın, bir kısrak ile bir deniz beygirinin çiftleşmesinden doğan olağanüstü bir savaş atı olması, kanatlarının oluşması için kapkaranlık bir ahırda tutulması, Köroğlu ve Kırat’ın hayat çeşmesinden içmesi anlatılır. Epilogda; Köroğlu’nun yiğitlerinin, modern silahlar karşısında yenilgiye uğraması işlenir. Destan, kahramanlık döneminin sona ermesiyle Köroğlu’nun bir dağda veya bir kaya mağarasında kırklara (ölümsüzlere) karıştığı veya ateşli bir silahla öldüğü şeklinde biter. (Boratav, 2012: 97-98)

Ahmet Kutsi Tecer’in Koçyiğit Köroğlu’su (1969), bir ana fikir etrafında örülmüş, yazar, efsanenin bazı yerlerini atmıştır. Köroğlu’nun oğlu olan Arslan Bey’in savaş macerası bunlardan biridir. Oyunun başarısı bu yapısal düzenden ileri gelir. Tanpınar, Tecer’in oyununun, destanlarımızdan yeni bir edebiyat kurmanın mümkün olduğunu gösterdiğini kaydeder. Yazar, bunu oyunun diliyle sağlamıştır. “Köroğlu’nda sevdiğim taraflardan birisi de eserin lejander havasına çok uygun olan dilidir. Kutsi Tecer’in Orhun Abideleri’nden ve Dede Korkut Hikâyeleri’nden başlayarak Türk nesrinin en hâlis taraflarını yakından tanıdığı görülüyor. İnsanı yadırgatacak hiçbir tarafı olmadan, bugünün lügatiyle ve bu kadar tabiî surette başka zamanın yahut zamanın hissini veren bir dil çalışmasını pek az biliyorum.” (Tanpınar, 2000: 102)

Metin And’a göre ise Tecer, ayıklama ameliyesini tam gerçekleştirmemiştir. Köroğlu; Bolu Beyi’yle, önderlik ettiği halkla ve kendisiyle çatışır. Kişisel kayıplarını ve özlemlerini halkın mutluluğu için hiç düşünmeden feda etmiştir. İç çatışması, onun destan kahramanından tragedya kahramanına geçtiği noktadır. Fakat yazar, oyunu belli bir yerinden alıp geliştirmek yerine destandaki ayrıntıları vermek uğruna oyunu dağıtmıştır. Bununla birlikte oyunun şiirli dili, doğaüstü unsurlarla kişilerin ilişkisini kurmada etkili olmuştur. (And, Eylül 1967: 10)

Bu farklı görüşlerin kaynağı farklı nüshalar olmalıdır. Oyun Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1969’da basılmıştır. Fakat bu noktaya gelene kadar birçok aşamalardan geçmiş, değişikliğe uğramıştır. Yazar oyunun ilk taslağını 1924’te oluşturmuş, sekiz defa düzenleyerek 6 Ocak 1940’ta tamamlamıştır. Oyun 1 Ekim 1941’de Ülkü mecmuasında tefrika edilmeye başlanmış, Devlet Tiyatrosu’nda 1949’da ve 1961’de sahnelenmiştir. Sahnelenen metin de Ülkü mecmuasından farklılıklar gösterir. (Yılmaz, Temmuz 1969: 20)

Köroğlu bundan on beş yıl kadar önce Muhsin Ertuğrul’un teşvikiyle kaleme alınmıştır. Muhsin Ertuğrul Ahmet Kutsi Tecer’e, millî Türk tiyatrosunun geniş halk kitleleri arasında asırlardır yaşamış efsanelerimizi, halk hikâyelerimizi ele alarak doğabileceğini söyler

159 ve ona Köroğlu destanını yazma fikrini verir. Bu fikrin yıllarca ısrarlı takipçisi olması neticesinde Tecer Köroğlu’nu yazar. Eser Muhsin Ertuğrul tarafından çok beğenilir ve 1937- 1938 tiyatro mevsiminde oynanacak oyunlar arasında gösterilir. Fakat yazar, eserinin Muhsin Ertuğrul tarafından beğenilmesini yeterli görür, oynanmasını istemez. Bu yüzden, oyunun sahnelenmesi on bir yıl gecikir. Bu arada yazar eseri yeniden ele alır, büyük değişiklikler yapar. 1949’da Devlet Tiyatrosu’nda oynanan Köroğlu, ilk yazıldığı ve 1941’de Ülkü’de ilk yayımlandığı halinden bir hayli farklıdır.

Köroğlu hikâyelerinde Köroğlu’nun, içinden çıktığı halkı beylerin baskısından kurtarma, yoksun bırakıldıkları haklarına kavuşturma gibi bir işlevi yoktur. Tecer Köroğlu’na bu işlevi yüklemiştir.

“Köroğlu, en eski medeniyetlerle yaşıt olan yarı tanrı insan ülküsü ile kurtarıcı kahraman veya yeni bir fikir kaynağı olan büyük adam örneği arasında aynı temanın bütün incelikleriyle bağdaşabiliyor. Bu bakımdan Köroğlu, zaman dışında, her hale, her devre göre şekil alan bir düşünüş demektir. Onu belli bir zaman içinde, hele yakın çağlarda bağlamak doğru olmaz.” (Ay, 10 Mayıs 1949: 4)

Oyun efsaneye dayanmasına ve Türk tiyatrosunda bunun örnekleri bulunmamasına rağmen, yazar, mitolojik zeminin üzerinde sosyal ve beşerî bir hedefe yönelmiştir.

“Kutsi Tecer’in Köroğlu’su ‘Kaman’, ‘Gök Tanrı’, ‘Kır at’ gibi varlıklarla düşüp kalkarken, bütün bu mitoloji unsurları sayesinde Yunan tragedyalarının kahramanları gibi, tabiatüstü bir iklim içinde yaşadığı halde, bize yirmi yıllık bir mücadeleden sonra hakiki olgunluğa, iç huzuruna ermiş, nefsi ile muhasebesini tamamlamış, kin ve nefret, hattâ intikam duygularının üstüne yükselmiş, çilesine razı olmuş, hayatın ulusun hürriyetini, birliğini sağlayacak bir dâvanın kazanılmasına, kutsal bir ödevin yerine getirilmesine vakfetmiş bir bilge–kahraman gibi görünmektedir.” (Ay, 10 Mayıs 1949: 4)

Yazar üç perde altı tabloda seyircinin ilgisini gevşetmeyecek bir düzenleme yapmışsa da, yer yer bazı uzunluklar, fazlalıklar, ağırlıklar göze çarpar. “Esasen Tecer’in tiyatro eserlerinde diyalog halinde yazılmış bir roman çeşnisi yer yer kendini duyurur.” (Ay, 10 Mayıs 1949: 4)

Eserin asıl özelliği, destandan kaynaklanan üslubudur. Konuşma dilinde yer almayan ve bu yüzden yadırganan bazı öz Türkçe kelimeler, eserin mitolojik havasını, olayın geçtiği devri duyurmada etkili olmuştur.

Türk mitolojisinin yeteri kadar işlenmediği ve metotlu bir şekilde yayımlanmadığı, sanat ve edebiyatınıza henüz kaynak olmadığı vurgulanır. Köroğlu oyununun dekor ve

160 kostümlerini Tarık Levendoğlu çizmiştir. Köroğlu’nu Cüneyt Gökçer, Bolu Beyi’ni Âgâh Hün, Bolu Beyi’nin kızını Muazzez Lotus canlandırmıştır. (Ay, 10 Mayıs 1949: 4)

Ahmet Kutsi Tecer, Devlet Tiyatrosu’nda oyunları en çok oynanan ve yinelenen yazarlarımızdan biridir. Köroğlu farklı dönemlerde defalarca sahnelenmiştir. 27 Mayıs’tan sonra düzenlenen turne için seçildiği gibi, 1976-1977 sezonunda, Devlet Tiyatrosu’nun Anadolu’ya açılmak için seçtiği oyun da Köroğlu’dur.

Köroğlu, Altındağ Tiyatrosu’nda 1976-1977 sezonunda Bozkurt Kuruç’un yönetmenliği, Erkan Kurtunç’un dekor ve kostümleri, Nüvit Kodallı’nın müziğiyle yeniden sahnelenmiştir. Oyunda Halûk Kurtoğlu, Zafer Ergin, Suha Tuna gibi oyuncular rol almıştır.

“(…) birtakım kimseler, ‘Koçyiğit Köroğlu’nun Oğuzlarla ilgisini görünce M.C.’nin kültür politikasının bir uygulaması sanıyorlar. Oysa, Tecer’in Köroğlu’su yazıldığından beri Türk–İslâm kültüründen çok ‘paganlık’ döneminin tema ve motiflerini taşır. Tecer, bunu özellikle belirtmiştir. Ne var ki, oyunun o dönemlerde önemli gözükmeyen bu yönü bugün birden öne çıkıyor, seyirciyi de ister istemez etkiliyor, irkitiyor.” (Ömer Atilâ, 7 Ocak 1977: 23)

1949’da oynanan ilk Köroğlu’nu Mahir Canova, 1960’ta Ziya Demirel sahneye koymuştur. Köroğlu, Tecer’in oyun yazarı ve şair kişiliklerini birleştiren bir eserdir. İlk oynanışta Canova, dilin güzelliğine karşılık aksiyonun azlığını göz önünde bulundurarak, oyunun destansı yönüne ağırlık vermiş, toplumsal içeriğinden çok mitolojik motifleri ve şiiri vurgulamıştır. 27 Mayıs ertesine rastlayan yapımda ise, günün yönelimlerine uygun olarak toplumsal öze dikkat çekilmiştir. Köroğlu kişisel öcünün peşinde koşan bir kişi değildir, kişisel tutkularını ikinci plana atmış bir önderdir.

Yazara göre oyunda üç grup kişi vardır: Köroğlu takımı, Bolu Beyi takımı, köylü ve dağlı obalar. Savaş, obaların da katılmasıyla kazanılır. “Çünkü halkın gücü, hakkın da gücüdür.” (Ömer Atilâ, 7 Ocak 1977: 23)

“Canova’nın şiire ağırlık veren yorumundaki dramatik aksiyonun yetersizliği oyunun izlenmesini güçleştiriyordu. Demirel’in yorumunda oyunun toplumsal özü daha belirgindi. Ama aksiyon yine azdı. Bu kez oyunu yöneten Bozkurt Kuruç hem aksiyon bakımından en canlı, en dinamik sahne düzenini sağlıyor, hem de oyunun özünü vurguluyor. Tecer’in oyununda kişiler, düşünceleri somutluyor. Bu nedenle, onları gerçek kişiler kılmaya çalışmak hem güç, hem de boşuna. Kuruç, oyun kişilerini simgeledikleri düşünceler için kullanmış. Bu nedenle, Köroğlu takımında da Bolu Beyi takımında da tek tek kişiler üzerinde durulmuyor uzun boylu. Oyuncular topluca kullanılıyor. İki oyun kişisi öne çıkıyor yalnız: Köroğlu ile Bolu Beyi. Halûk Kurtoğlu on beş yıl arayla yeniden Köroğlu olurken tam Tecer’in isteğine

161 uygun bir oyun kişisi yaratıyor. Olgunluk çağında bir Köroğlu. Kimilerinin anlattığı gibi, insana korku veren, devsi, asık yüzlü, gözü kanlı bir kahraman değil, yirmi yıllık bir çileden sonra halkın kendisine biçtiği kişiliğe ve kimliğe uymayı kabul eden bir bilge. Ölümlülere özgü kusurlardan arınarak, tenin isteklerinden, tutkularından kurtulmuş, ince duygulu bir düşünür, bir ozan bu Köroğlu. Halûk Kurtoğlu da bu olgunluğa erişmiş oyunculuğunda. Karşıtı olan Bolu Beyi’nde ise Zafer Ergin, cinsel istekleri, mal iştahını, doymaz dünyasal tutkuları çok iyi veriyor.” (Ömer Atilâ, 7 Ocak 1977: 23)

Ahmet Kutsi Tecer, “Oyun Üzerine Notlar”da oyunu; konusunu Köroğlu hikâyelerinden alan, oyun biçimine sokulmuş bir destan olarak niteler. Köroğlu’nun daha eski bir Oğuz destanından geldiğini ileri sürer. Halk hikâyecilerinin günümüze taşıdığı bu hikâyelerin 16. yy’dan itibaren Anadolu’da yaşanan tarihî olayların etkisiyle yerelleştiğini, fakat Kır At, uçan at gibi motiflerin mitolojik zihniyetle derinden ilgisinin belirgin olduğunu, 18. yy’dan itibaren halk realizminin soy bir at şekline sokmaya çalıştığı Kır At’ın olağanüstü özelliklerinin korunduğunu vurgular. Hikâyelerde çoğu zaman Celali tipinde yansıtılan, çağın gerçeklerine uygun olarak İslami bir ahlak telakkisine sahip olarak tasvir edilen Köroğlu’nun hayatı boyunca savaşçı olmasına karşın cihat fikriyle ilgisinin olmadığını belirtir ve bunu da İslamiyet’ten önceki destan zihniyetine bağlar. Koçyiğit Köroğlu’nda zaman, Oğuzların İslam’a girmelerinden önceki çağa kadar götürülmüş ve Şaman kültürünün sürdüğü, “Oğuz mitolojisi”ndeki Gök Tanrı’nın tek tanrıya evrildiği bu çağın özellikleri yansıtılmıştır. (Tecer, 1977: 115-116)

Oyunun trajik unsuru, Türk mitolojisindeki Gök–Yer ikilisi ve bu ikisi arasında yer alan insanoğlunun kendini aşma isteğinden doğar. Yazar, eserin kompozisyonundaki düzenin bu diyalektik karakterden çıktığını vurgular. Bolu Beyi ferdî ihtirasın, zengin olma tutkusunun ve bunun kendisini götürdüğü zorbalığın simgesidir. Şehvet ve hükûmet bu tabloyu tamamlar niteliktedir. Köroğlu ise sosyal adaletin, eşitliğin savunucusudur. Bunlar Oğuz töresi bağlamında ortaya konur. Başlangıçta kişisel intikam peşinde koşan Köroğlu, zamanla toplum adına hareket eder. Bolu Beyi küçük bir bölgenin derebeyidir, toprak rejimine bağlı düzenin ortaya çıkardığı bir tiptir. Onun karşıtı olan Köroğlu’nun hareket kabiliyeti de dar bir bölgeyle sınırlıdır. Burada da destansı idealizmin beşerî çizgiye yaklaştırılması söz konusudur. (Tecer, 1977: 116-117)

Destanın belli bir yeri olmadığı, Çamlıbel’in ve Bolu’nun da belli bir yerin adı olmadığı, olayların Oğuzların İslam olmasından önceki bir zamanda geçtiği kaydedilir. Oyunun dili de bu etkiyi duyuracak şekilde eski ve yöresel kelimeler içerir, cümle kuruluşu Dede Korkut’tan izler taşır. Tecer, oyununu mitolojik bir düzleme oturtmuştur. Mitolojik bir

162 tip olarak çizilen Kaman, kamlık görevi dışında toplumun normal bir üyesidir. Tecer ise onu bütünüyle doğaüstü bir varlık olarak betimlemiştir. Oyunda Gök Tanrı dini vurgulanır.

Yazar, bireysel bir intikam için yola çıkan Köroğlu’nun kişilik gelişimi üzerinde durmuş, kendini topluma adaması temasını öne çıkarmıştır. (Tecer, 1977: 9-114)

Sabahattin Engin’in Köroğlu (1996) adlı oyunu üç bölümden oluşan mensur bir eserdir. Kent Beyi’nin, kendisi için seçtiği atı beğenmeyip gözlerini kör ettiği Deli Yusuf, Kent Beyi’ne ve onun temsil ettiği zorbalığa karşı oğlu Ruşen Ali’yi ve kır atı hazırlar. Ruşen Ali, babasının talimatları doğrultusunda, tayı büyük bir özveriyle yetiştirir. Deli Yusuf oğlunun bileği gibi yüreğini de pek yetiştirir. (Engin, 1996: 7-127)

Ruşen Ali yola çıkmak üzereyken, Kır At’ın ününü duyan Kent Beyi’nin adamları atı almak üzere gelir. Ruşen Ali ata karşılık Bey’in iki gözünü ister. Deli Yusuf, oğluna, erdemli olduğu sürece kendisine güç verecek tılsımlı bir pınarı tarif eder. Bir derviş de gelerek, bundan sonra ona Köroğlu denileceğini, babasının söylediği pınardan köpükler geçeceğini, köpükleri zamanında içerse murada ereceğini bildirir.

Bundan sonra Köroğlu’nun zalimlerle mücadelesi başlar. Padişah’ın haber salmasıyla savaşa katıldığı, savaştaki kahramanlığını görerek kendisini saraya almak isteyen padişahın teklifini usulünce geri çevirdiği, Padişah’ın, ısrarla, savaştaki hizmetlerine karşılık kendisinden ne istediğini sorması üzerine Köroğlu’nun Çamlıbel’i istediği, babasının öğütleri doğrultusunda Çamlıbel’e kale, sur yaptırdığı, yanında yirmi bin yiğit toplandığı anlatılır.

Ayvaz’ı Çamlıbel’e getirmesi, Kent Beyi’nin kardeşi Döne’ye âşık olup onu kaçırması, bu yüzden Deli Hoylu’yla geçici bir dargınlık yaşaması, Zor Bezirgân’a yenilmesi de aktarılır. Bu arada Kent Beyi, çıkarlarına dokunan Köroğlu’nun giderilmesi için Müftü’den fetva almak ister. Fakat onu işlerine alet edemez. Kent Beyi Çamlıbel’i kuşatır, fakat yenilip tutsak edilir. Aman dilemesi üzerine Köroğlu ona son bir şans vererek, haksızlık yapmaması, rüşvet almaması, halkı soymaması, adam öldürmemesi karşılığında serbest bırakır. Fakat Kent Beyi sözünde durmayarak, Demircioğlu’na Kır At’ı çaldırır. Demircioğlu, kendini savunmasız durumdayken öldürmeyen Köroğlu’na katılır.

Deli Hoylu ile Ayvaz yakalanırlar. Kent Beyi Ayvaz’ı bırakır, Deli Hoylu’ya karşılık Kır At’ı ister. Herkesin karşı çıkmasına rağmen, Köroğlu Kır At’ı Kent Beyi’ne gönderir, Hoylu Binbaşı kurtulur. Kır At ahırın kapısını kırarak Çamlıbel’e gelir. Köroğlu Gürcistan seferine çıkar; savaşı kazanır. Aradan uzun zaman geçer. Kent Beyi zulmünü artırmıştır. Durumu incelemek üzere Köroğlu kente iner, bir gammazın ihbarıyla yakalanır. Zindanda Kent Bey’in zulmüne daha yakından tanık olur. Koğuştakiler çok basit sebeplerle hapsedilmişlerdir. Bütün kurtuluş ümitleri Köroğlu’ndadır. Anlatıcı, bundan sonra gelişen

163 olayları özetler: Köroğlu zindandan kaçar. Bir sefer dönüşü Kent Beyi’ni ortadan kaldırır. Ardından kuşatma altına alınan Bağdat’ın savunması için yola düşer. Bu seferde Hoylu Binbaşı ölür. Ardından Hindistan seferine çıkılır.

Köroğlu dirlik düzenliği sağlamak için durmadan çalışır. Ama düşüncelidir. Bir gün Çamlıbel’e bir Frenk gelerek, yanındaki ucu delikli kara aleti Köroğlu’na vermek ister. Köroğlu, endişelerinin kaynağının bu alet olduğunu açıklar. Yorulmadan, kalleşçe adam vuran bu aletin yiğitliği ortadan kaldıracağını, namertlere, kötülere gün doğacağını sezmiştir. Ardından, kendi anlayışına uymayan böyle bir çevrede yaşayamayacağını, şerefini, haysiyetini, kişiliğini yitireceğini, bir hiç olacağını söyler. Kendisinin gitmesiyle dünyanın boş kalmayacağını, kendisinin yerine, çağın anlayışına ve gidişine uygun yiğitler, kahramanlar geleceğini, bunun böyle sürüp gideceğini anlatır, mertlikten ayrılmamalarını, hakkı ve halkı korumalarını tavsiye eder. Köroğlu Döne’yi de alarak Kır At’ına atlar. Kır At, göğe doğru ağar, kimsenin bilmediği kutsal bir yere gider.

Belgede Modern Türk tiyatrosunda mitoloji (sayfa 169-176)