• Sonuç bulunamadı

Ölüm gerçeğinin insan üzerindeki etkilerinin çarpıcı bir şekilde ortaya konulduğu Deli Dumrul karakteri tiyatroya elverişli bir özellik gösterdiği için oyunlara konu olmuştur. Deli Dumrul Yunan mitolojisindeki Alkestis’le benzerlik gösterir.

150 Suat Taşer, Deli Dumrul (Ölüm ve Aşk) (1962) adlı, nazım–nesir karışık yazdığı “destan oyun”unda hikâyenin aslına bağlı kalır. Oyun 1960-1961 tiyatro mevsiminde yazarın kendisi tarafından Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir.

Deli Dumrul, oyunun başında, güçlü kuvvetli olmasına karşın kibirli ve anlayışsız bir kişilik sergiler, zalim diye nitelenir. Topraklarına ayak basanlardan baç almaktadır. İnsanların ölüsünün olması da katı yüreğini yumuşatmaz. Bir ihtiyarın, ölümün ona da ulaşacağını, Azrail’in onun da canını alacağını söylemesi üzerine öfkelenir, onun kim olduğunu sorar, karşısına çıkmasını söyler. Büyük bir üzüntü içindeki kadının kocasını da o “Al kanatlı Azrail”in öldürdüğünü öğrenmesi üzerine, topraklarında kendinden izinsiz adam öldüren Azrail’e hıncı katlanır. Azrail’e izin gerekmediği, onun, buyruğu Yüce’den aldığı, onunla baş edilemeyeceği uyarıları Deli Dumrul’un kulağına gitmez. Yeryüzünde yenemeyeceği kimse olmadığını ileri sürer. Adamlarıyla Azrail’i aramaya çıkar. fakat birden fenalaşıp yürüyemez, konuşamaz, hareket edemez hâle gelince yanlarında ak saçlı ve sakallı, nur yüzlü, temiz kıyafetli bir ihtiyar belirir. Onun alaycı tavırlarına sinirlenen Deli Dumrul, adamlarının yardımıyla karşısına dikilir, mutat sorularını ona da yöneltir: Kim olduğunu, ülkesinde ne aradığını, nereden gelip nereye gittiğini sorar. İhtiyardan, garip bir yolcu olduğu, gündüzden geceye, geceden gündüze gittiği cevabını alır. Dolambaçlı sözlere aklı ermeyen Deli Dumrul, onu açık konuşması konusunda uyarır. İhtiyarın elindeki kafes ve kuş dikkatini çeker. Onların ne olduğunu sorar, ülkesinde izinsiz avlanamayacağını ihtar eder. İhtiyar, kafesin ten, kuşun can olduğunu söyler. Bu sözler Deli Dumrul’un iyice hiddetlenmesine yol açar. Yolcuyu kolundan tutup sarsarak ona kim olduğunu sorar. Yolcu kendisini şöyle tanıtır:

“Bir yiğit dünya benim dese… / Çıksa hırs atına otursa… / Kuru çay üstüne bir köprü kursa… / Gelip geçenden baç alsa… / Tutup deryayı ovaya dökse… / Bir vuruşta dağları derelere yıksa… / Merdiven kurup güneşe çıksa… / Ben de gelip şöyle bir dokunsam, / Vaktin tamamdır gayri desem, / Tutar elleri tutmaz olur, / Görür gözleri görmez, / Bağlanır dilleri, çözülmez. / Ten kafesi boşalır, / Ardında kala kala / Kocaman bir pişmanlık, / Bir kuru feryat, / Ve soğumuş bir ceset kalır.” (Taşer, [1962]: 28-30)

Karşısındakinin Azrail olduğunu anlayan Deli Dumrul ondan hesap sorar. İnsan ömrünün sınırlı olduğunu, kendisine tanınan süreyi iyi değerlendirmesi gerektiğini söyleyen yolcuya pervasızca karşılık vererek, kendisine kimsenin ömür biçemeyeceğini iddia eder. İhtiyarın ona hakikati anlatma çabaları sonuç vermez. Deli Dumrul, işi ihtiyarla vuruşmaya kadar götürür. Fakat kendisi yere kapaklanır. İhtiyar, Deli Dumrul’un zamanı dolmadığını belirterek uzaklaşır. Deli Dumrul’a göre ise ihtiyar kendisinden korkup kaçmıştır.

151 İkinci bölümde Deli Dumrul adamlarıyla yiyip içmekte, kopuz çalıp eğlenmekteyken, birden vücudu tutulur, kıvranmaya başlar ve Azrail görünür. Deli Dumrul ona saldırmak ister. Fakat gücü yetmez. Azrail’in, artık vaktinin dolduğunu, can emanetini almaya geldiğini bildirmesiyle ayakları suya erer, Azrail’e yalvarır. Fakat “Vaktin tamam! / Tükendi kazanda aşın, / Kalmadı görülecek düşün, / Ben yalvarmadan anlamam.” (Taşer, [1962]: 48) cevabını alır. Deli Dumrul, daha yaşının genç olduğunu, dünyadan hevesini almadığını, bundan sonra iyilik, doğruluk için yaşayacağını söyler. Ölüm gerçeği karşısında isyan eder. Dünyanın güzelliklerini, mutluluklarını bir daha göremeyecek oluşunu kabullenemez. Azrail, kendisine verilen ömrü iyi değerlendiremediğini, onun gibi bir gafile iki ömrün bile az geleceğini, her şey için çok geç olduğunu, dünyaya veda etme zamanının geldiğini bildirir. Hiç kimsenin ölmek istemeyeceğini, ölülerin bile dünyaya geri dönme umudu taşıdığını, fakat bunun mümkün olmadığını, ölümün her insan için mukadder son olduğunu sözlerine ekler. Ardından, bir işaretiyle yer yarılarak ölüler yeryüzüne çıkar, dünya hayatına yeniden kavuşmanın sevinciyle raksa başlarlar. Sevincin doruk noktasına ulaştıkları anda, Azrail’in işaretiyle raks birden bire durur ve ölüler isteksiz bir şekilde karanlık dünyalarına dönerler. Yerin altından acılı uğultular duyulur.

Gördükleri karşısında dehşete düşen Deli Dumrul Azrail’e daha fazla yalvarmaya başlar. Azrail’in cevabı, tavşanın yamaca geçtiği, yaşamanın, yaşamayı bilenin hakkı olduğu, zalimin, zorbanın, gafilin hakkı olmadığı yönündedir. Deli Dumrul, son yalvarışının da sonuçsuz kaldığını görünce, umudunu tamamen yitirmiş olarak gerçeği kabullenir. Hayat ırmağı onsuz akmaya devam edecektir. Fakat son bir çırpınışla Azrail’den canını bağışlamasını diler, bundan sonra iyilik, doğruluk için yaşayacağını söyler. Deli Dumrul’un içten sözleri Azrail’e tesir eder, canına karşılık can bulması koşuluyla Deli Dumrul’a canını bağışlayacaktır. Deli Dumrul yeni bir çıkmaza girmiştir. Kendisi için yaşamından vazgeçebilecek birisini düşünür. Azrail, ana-babasına başvurmasını salık verir.

Deli Dumrul önce babasına gider. Babası onu “Görür gözüm, tutar elim / Kıvancım, sevincim, hayalim / Biricik Deli Dumrul’um” (Taşer, [1962]: 61) sözleriyle karşılar. Ona olan sevgisini dile getirir. Onun, “kuruyan ömür ağacının tek çiçekli dalı”, dünyada en değerli varlığı olduğunu söyler. Onu adaklarla bulduğunu, kaybederse yaşayamayacağını kaydeder. Fakat oğlu, kendisi için canından vazgeçmesini isteyince, bütün bu sözler anlamını yitirir. Onun için her şeyini feda edebileceğini, fakat kendisinden kuru canını istememesini söyler. Deli Dumrul, ölüm karşısında insanın çaresiz ve tek başına olduğunu, kimseden fayda olmadığını, ölümde baba-oğulun bile ayrıldığını anlar. En büyük dayanağı olan, kendisini canı gibi sevdiğini söyleyen babasının kendisi için canından vazgeçememesi üzerine büyük bir

152 yıkıma uğrar. Ağlayarak kendisini bağışlamasını isteyen babasına, bağışlamanın oğula değil babaya düştüğünü söyleyerek, kırgınlığını dile getirir.

Babası utançla oradan uzaklaşırken Deli Dumrul için yeni bir umut ışığı doğar; annesi gelmektedir. Müşfik sözlerle oğlunun yüreğini ısıtan kadın, onsuz yaşayamayacağını söylediği oğlunun derdinin dermanının kendi canından geçtiğini öğrenince duraklar. Onun için her fedakârlığı yapabileceğini, ama canından geçemeyeceğini söyleyerek, oğlundan kendisine gönül koymamasını ister. Deli Dumrul’un son umudu da böylece tükenir. Gitmeye hazırlanır. Annesi, gözyaşları içinde Azrail’e yalvarmayı önerir. Fakat bütün bunların bir anlamı olmadığını bilen Deli Dumrul oradan ayrılarak kendisini bekleyen Azrail’in yanına gider. Azrail, onun için bütün kapıların kapandığını, artık gitmeleri gerektiğini ihtar eder.

Deli Dumrul Azrail’le giderken eşi ve çocukları görünür. Çocuklar büyük bir sevinçle babalarına sarılır, onu çok özlediklerini, bir daha gitmemesini söylerler. Eşi de, çocukların babalarına düşkünlüklerini anlatır, baba adının ana adından üstün olduğunu vurgular. Deli Dumrul, eşine olanları anlatarak ayrılık vaktinin geldiğini belirtir. Olanları öğrenen eşi, onsuz yaşayamayacağını söyleyerek, hiç düşünmeden, onun için canını vereceğini söyler. Bunun üzerine Yolcu, Deli Dumrul’a, ölümden kurtulduğunu, onun yerine eşinin canını alacağını söyler. Fakat Deli Dumrul, sevdiğinden ayrılmaya razı olmaz; Azrail’den, ikisinin canını birlikte almasını ister. Birbirlerine duydukları güçlü sevgi Yolcu’yu etkiler, Yüce’den gelen buyruğu da değiştirir. Yolcu, onlara, bir kusur işleyinceye kadar yaşayacaklarını söyleyerek, sevgilerinin hiç eksilmemesi dileğinde bulunur, onlar da iyilik, doğruluk, güzellik için yaşayacaklarına söz verirler. (Taşer, 1962: 1-81)

Güngör Dilmen’in de Deli Dumrul (1979) adlı oyunu vardır. Oyun 1979 Ertuğrul Muhsin Ödülü’nü kazanmıştır. (Sav, 15 Aralık 1990: 45)

Oyun Devlet Tiyatrosu’nda 1979-1980 tiyatro mevsiminde sahnelenmiştir.

Yazar konuyu ele almasını şöyle açıklar: “Dede Korkut masallarını okurken, ‘Ah, derdim, ozan bir adım daha atsaymış tiyatro yazacakmış. Gerçekten, bu masallar tiyatronun vazgeçilmez ögesi diyalog, yani karşılıklı konuşma üstüne kurulu. İlginç bir yanı daha var, masalların anlatı bölümleri düzyazı, olayların doruğundaki dramatik söyleyişler ise koşuklu. Ancak masal masaldır, oyun d oyun, biri öbürüne dönüşmek zorunda değil. Dede Korkut masalları da kendi kendilerine yeterli, eski Türk yazınının en yetkin örnekleri. Beni bu masallarda tiyatroya çeken Deli Dumrul adındaki masal kahramanının iç serüveni oldu. Dumrul, sözcüğün ilk anlamıyla deli falan değil. Bile bile adını deliye çıkarmış, delidolu, delifişek bir delikanlı. Bencil, sorumsuz. Gençliğin ham gücüyle varlığını kanıtlamak istiyor. Kendine aşırı güveni belki de ta derinde yatan bir iç güvensizlikten kaynaklanıyor. Yapay

153 deliliğinin altında has bir yanı da var, yoksa sözü edilmeye değmezdi. İşte böyle bir gencin değişimini izleyeceksiniz bu oyunda.” (Dilmen, 1999a: 28-29)

Yazar, ana yapısını korduğu öyküye güncel bir görünüm vermiştir. “Bir Dede Korkut öyküsü olarak Deli Dumrul, Güngör Dilmen’in kaleminden bambaşka bir şey olup çıkmış değil. Yine Deli Dumrul. Yine o şiirsellik, yine o temiz, saf, yürekli insanlar, masalsı olaylar. Yalnız tüm bunlara ek olarak Dilmen’in kaleminden Deli Dumrul’u akıcı bir Türkçe ile, günümüzde yaşar gibi algılıyoruz. Daha çağımıza yaklaşmış bir Deli Dumrul öyküsü bu.” (Gürzap, 1999: 28)

Deli Dumrul, 1990’da, Devlet Tiyatrosu İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi’nin ilk oyunu olarak Yücel Erten’in rejisiyle oynanmıştır. Dekorunu Sertel Çetiner, giysilerini Sevgi Türkay hazırlamış, Selçuk Yöntem, Tarık Ünlüoğlu gibi deneyimli oyuncular rol almıştır. Yücel Erten oyunun trajik yönü değil, alay ve tersinleme ögelerini vurgulamıştır. İzleyicinin sahneyi çevrelediği, sahnenin yalın çizgiler taşıdığı, Azrail’i kadın oyuncunun canlandırdığı, Azrail’in Deli Dumrul’la kavga ederken çoğaldığı, Dede Korkut’u iki oyuncunun oynadığı, ikisinin de konuştuğu, seslerin yankılandığı oyun ilgi görmüştür. (Sav, 15 Aralık 1990: 45)

Yaşar İlksavaş, oyunun ilk sahnelenişini de izlemiştir. İlk gösterimden aklında kalanlar, başarılı müzikleri ve giderek ağırlaşan temposuyla sıradan bir oyundur. Yücel Erten’in sahnelediği oyunun ise bundan çok farklı olduğunu belirtir. Bu bağlamda, tiyatroda yönetmenin yazardan daha etkin olduğuna, tiyatronun bir söz sanatının ötesinde bir eylem sanatı olduğu görüşünün ağırlık kazandığına işaret eder. Yücel Erten, oyundaki masal evrenini sahnede yansıtabilmiştir. Geleneksel seyirlik oyun ögeleri çağdaş bir yorumla uyarlanırken sahne estetiğine ve görselliğe de ağırlık verilmiştir. (İlksavaş, Ağustos 1991: 143)

Ankara Devlet Tiyatrosu Deli Dumrul’u Aşkabat ve Bakü’de sahnelemiş, oyun beklenenin üstünde ilgi görmüştür. Oyundan çok etkilenen tiyatro adamı Kakacan Aşir, oyunu Türkmenistan’da sahnelemiştir. Bu gösterim de Ankara’ya gelmiştir. Türkmenistan Cumhurbaşkanı Niyazov Saparmurat, Cumhurbaşkanlığı sarayında davetli toplulukların sözcü ve başkanlarını kabul etmiştir. (Daş, Haziran 1993: 54-55)

İki bölümden oluşan oyun, “bin yıl önce – Bugün, Oğuz illerinde – Anadolu’da” (Dilmen, 1998: 2) geçer.

Dumrul, deliye çıkan ününü sürdürmek için kuru çay üzerine köprü kurup, geçenden otuz, geçmeyenden kırk akçe alır. Bu sırada Dede Korkut’un torunu Elif’e âşık olur. Bu sevgi onun kalbindeki iyiliğin kötülüğü silmesini sağlar ve Dede Korkut’a, gördüğü her haksızlığa karşı çıkacağına dair söz verir. Buna dayanarak, Tanrı’nın buyruğuyla bir yiğidin canını aldığını öğrendiği “al kanatlı Azrail”i düşman bilir, ona kafa tutar. Fakat vakitsiz çağırdığı

154 Azrail’in eline düşer. Tanrı’ya içten yalvarışı sonucu, canına karşılık can bulması koşuluyla ölümden kurtulma ümidi belirir. Canını verecek kişinin bu işe gönüllü olması gerekmektedir. Dumrul kendisi için canını vermek üzere önce, “Öl dediğin yerde ölür.” garantisiyle satın aldığı Kırk Yiğit’e gider. Fakat türlü bahanelerle karşılaşır. Hayatından sürekli şikâyet eden babası Duha Koca’yı düğün hazırlığı içinde bulur, canını istediği için azar yer. Annesi de beklediği fedakârlığı yapmaz. Azrail’i karşısında gören kadın korkudan ölür. Fakat canını gönül rızasıyla vermediği için Tanrı onun canını oğlunun canı yerine saymaz.

Dumrul için bütün umutlar tükenmiştir. Eşini ve oğlunu son kez görmek ister. Büyük bir hüzne kapılır. Etrafındaki güzellikleri daha önce fark edememiş olmasına esef eder, ölüm karşısında isyanını dile getirir. Azrail, Tanrı’nın insanlara verdiği akıl sayesinde insanların yeryüzündeki adaleti kendilerinin sağlaması gerektiğini anlatır. Evine vardığında ölüm acısının yerini ayrılık acısı alır. Dumrul, yaşaması için gerekli canı bu defa istemeden bulur. Elif, onsuz yaşayamayacağını söyleyerek onun için canını vermek ister. Fakat Dumrul da Elif’in yokluğuna dayanamayacağı için bunu kabul etmez. İkisi de Azrail’e kendi canını almasında diretirken yıldırım düşmesiyle oldukları yerde kalırlar. Bu defa Tanrı’ya, canlarını birlikte alması için yalvarırlar. Tanrı onların büyük sevgisine karşılık ikisinin de canını bağışlar. (Dilmen, 1998: 1-75)

TEPEGÖZ

Dede Korkut Kitabı’ndaki Tepegöz hikâyesi de derin simgesel anlamlarıyla yaygınlık kazanmıştır. Yunan mitolojisindeki Kyklop’la benzerdir.

Turgay Nar hikâyeyi Tepegöz (1994) adıyla oyunlaştırmıştır. Bir kişinin hatasının yalnızca ona münhasır kalmayıp bütün toplumu etkileyeceği tezini/ana fikrini işlemiştir. Nitekim oyunun başına, G. W. F. HEGEL’den şu satırlar konulmuştur:

“Toplumun tek bir üyesinin şahsında bütün öteki toplum üyelerinin de tecavüze uğraması, suçun mahiyetini kavramında değiştirmez, ama dış mevcudiyetinde değiştirir. Tecavüz, yalnız doğrudan doğruya ona uğrayanın dış mevcudiyetini değil, aynı zamanda bütünüyle sivil toplumun esprisini ve bilincini etkiler.” (Nar, 1994: 5)

İnsanda/hayatta iyilik ve kötülük duygularının birlikte bulunduğunu vurgulamak için iyilik ve kötülük iki kardeşle simgeleştirilmiştir.

Oyunda destansı nitelikler şiirli söyleyişle birleşerek etkili bir ifade aracına dönüşmüş, fakat destanın sınırlarını aşarak tiyatronun sorgulayıcı işlevini en anlamlı boyutlarıyla sergilemiştir. Hikâyedeki olağanüstülüğe yazar yenilerini katarak gerçeklik zeminini yitirir. Fakat bu, oyunun bütünlüğünü zedeleyen bir husus değildir.

155 Oyunun başında, destanlardaki gibi yaratılış miti tekrarlanır.

Oyunda Tepegöz’ün, Aruz Koca’nın kendi günah tohumu olduğu şeklindeki değişiklikle, yazar bilinen hikâyeye yeni bir anlam katmanı ilave etmiştir. Aruz Koca’yı hataya düşüren nedeni, sonraki süreçte yaşadığı pişmanlığı gösteren süreci de göz ardı etmeyerek oyuna ruhsal derinlik katmıştır. Tepegöz’ü öldüren hamaleyi yapanın, oyun boyunca pasif bir konumda çizilen Gökçeçiçek olması kayda değerdir. (Nar, 1994: 1-59)

Turgay Nar 1993’te Terzi Makası ile Diyarbakır Devlet Tiyatrosu birinci kısa oyun yazma yarışması birincilik ödülünü almıştır. Tepegöz 1994’te Yılmaz Onay’ın rejisiyle Bursa Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir. (Nar, 1997: 6)

Belgede Modern Türk tiyatrosunda mitoloji (sayfa 162-168)