• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

2.2. DOĞAL HAL, DOĞAL HAK VE DOĞAL HUKUK

3.5.1. Pozitif Hukuk’un Tanrısal Hukuk ve Ahlak Kuralları ile İlişkisi

Locke İki İnceleme'de yönetim biçimlerini, temel insan haklarını, ifade özgürlüğünü, dini hoşgörüyü ve özel mülkiyeti göz önünde bulundurarak tasarlar. Bu hakları ve bu hakların devredilmezliğini doğal hukuk teorisiyle temellendirir (Solomon

ve Higgins 1996: 199). Onun doğal hukuk teorisi, çalışmaları içerisinde merkezi bir konuma sahiptir. Doğal hukuk teorisi Hükümet Üzerine İki İnceleme'nin yorumlanmasına önemli katkılar sunar (Hancey, 1976: 439). O, doğal hukuktan hareketle düşüncelerini oluşturur. Doğal hal ve sözleşmeye başvurmasının asıl amacı da doğal hukuka istinat ederek pozitif hukuku temellendirmek ve pozitif hukuk ile de doğal hakları hayatın akışındaki tesadüflere bırakmadan koruma altına almaktır (Hazard, 1999: 296).

Doğal hukuk, pozitif hukuk gibi yazılı olmayıp insanların zihinlerinde bulunur ve insanların çoğu da aklın ışığı yerine tutkularıyla hareket ettiklerinden, onu görmezden gelebilirler. Doğal hukukta herkes kendi davasının yargıcıdır, ortak ve üst bir yargı gücü bulunmaz. Üst bir yargı gücünün olmaması insanları kendi lehlerine diğerlerinin aleyhine karar vermeye sevk edebilir. Doğal hukuk bireysel hakları belirlese de bunların muhafazasını güvence altına almada tereddütlere yol açar. Hakların ihlali durumunda suçluların adil bir şekilde yargılanması ve cezalandırması tam olarak gerçekleşemez. Doğal hukukun bu eksikliklerinden kurtulmak için insanlar doğal halden sivil- siyasi toplum durumuna geçerek kendilerini yazılı ve standart normları olan pozitif hukukla sınırlandırırlar. Ancak doğal halden sivil- siyasi topluma geçildikten sonra doğal hukukun bağlayıcılığı ortadan kalksa da pozitif hukuka kaynak ve yol gösterici olmaya devam eder, çünkü doğal hukuk tüm insanlar ve yasama güçleri için ebedi norm olma özelliğini devam ettirir (Toku, 2005: 238).

Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme eserinde insanların davranışlarının doğru olup olmadığını belirleyen üç tür kanun olduğunu belirtir: Bunlar tanrısal kanun, medeni hukuk ve kanaat ya da itibar kanunudur. Bunlardan birincisi olan tanrısal kanun, insanların davranışlarını düzenlemek için Tanrı tarafından konulan ve "doğal ışık" ya da vahiy yoluyla bildirilen kanundur. İnsanlar, Tanrı'nın kendilerini yönetmek için kanun koyduğunu kabul ederler ve davranışlarının günah mı yoksa sevap mı olduğuna bu kanun doğrultusunda karar verirler. İnsanları yaratan Tanrı'nın bu kanunu koyma hakkı vardır. Tanrı, insanların davranışlarını en iyiye yönlendirecek sıfatlara sahiptir; ahretteki ödül ve cezalarla bunları sağlamaya da muktedirdir (2001: 283). Locke, Eğitim Üzerine

Düşünceler'de metafiziğin bilimsel bilgi kuramı olarak değil, sağduyu ve tanrısal

bilginin kılavuzluğunda entelektüel dünyanın anlaşılması ve zihnin gelişmesi için öncelikli olarak incelenmesi gerektiğini belirtir. En kapsamlı ilham vahiyle

bildirildiğinden İncil'den alınan pasajlarla öyküler oluşturarak gençlerin eğitilmesi gerekir. Bundan dolayı insanlara ders verici metinler hazırlanırken vahye müracaat edilmelidir (2004: 217).

Bir kişinin kendisini kanunla sınırlı olduğunu anlayabilmesi için tabi olduğu üstün bir gücün var olduğunu; bu üstün gücü elinde bulunduran varlığın bazı eylemlerin yapılmasını bazı eylemlerin de yapılmamasını emrettiğini ve bir de onun üstün iradesine uymayı da kabul etmesi gerekir (Locke, 1999: 44). Tüm insanlar kâinat kitabını okuyarak Tanrı'nın varlığını fark edecek şekilde donatılmışlardır. Eğer insanlar kendilerine doğuştan verilen yetenekleri kullanır ve doğanın sunmuş olduğu verilere de ilgisiz kalmazlarsa "kendileri üzerinde hak ve yetkisi olan üstün bir gücün" var olduğunun farkına varırlar (Locke, 1999: 47).

İsmail Çetin, 'John Locke'de Tanrı Anlayışı" eserinde onun Tanrı'nın varlığını kozmolojik, teleolojik, antropolojik ve ahlak deliliyle ispatladığını ifade eder. Tanrı'nın varlığını delillendirmek için kullandığı yolların seçilmesinde ve kullanılmasında ampirizminin açık etkileri olmuştur. Kullandığı deliller çoğunlukla duyularla edinilen bilgiye dayanır. Apriori bilgi ve "en mükemmel varlık fikri"ne dayanarak temellendirilen ontolojik delili, yeterli olarak görmez (Çetin, 1995: 107). Locke'un kozmolojik delilinin ilk çıkış noktasını mutlak yokluğun yadsınması oluşturur. Şimdiye kadar açık seçik olarak mutlak yokluğun varlığını kabul eden akıllı birine rastlanmamıştır. Mutlak yokluğun, herhangi bir gerçek varlığı yaratacağını düşünmek, aklın ilkeleriyle bağdaşmaz. İnsan kendi varoluşunu sezgiyle, öteki şeyleri duyusal bilgiyle bilir. Bu gerçek varlıklar mutlak yokluk tarafından yaratılmayacağına göre ezelden beri var olan bir varlık vardır. Ezeli olmayan şeylerin bir başlangıcı vardır ve başlangıcı olan her şey de mutlak bir varlık tarafından yaratılmıştır (2013: 422-425). Varlıklar hakkında sahip olunan bu bilgilerden hareketle, onları var eden en güçlü, en bilgili, ezeli ve ebedi bir varlığın var olduğu ispatlar. Birisinin bu ezeli ve ebedi varlığa Tanrı adını verip vermemesi de o kadar önemli değildir (Çetin, 2005: 112).

Locke, Tanrı'nın varlığını teleolojik delille de ortaya koyar. Teleolojik delilde hem makro hem de mikro âlemde bir düzenin ve gayeliliğin (teleoloji) varlığından hareket edilir. Âlemde görülen bu gayelilik ve düzen kendiliğinden ve tesadüfen olamayacağından bunları gerçekleştiren sonsuz hikmet ve güç sahibi Tanrı'nın var

olması gerekir ( M. Aydın, 1997: 65-67; Çetin, 2005: 113). Locke, akıl ve duyularla algılanan bu âlemi dikkatlice irdeleyen, varlıklardaki güzellik, düzen ve hareketi gözlemleyen, bu mükemmel eserin yaratıcısını ve kaynağını araştırmaya başlar. Böylesine mükemmel tasarlanan bu eser, amaçsız ve tesadüfen düzenlenmiş olamaz. Akıl, varlıkların kaynağını sorguladığında tüm varlıkların yüce bir yaratıcı tarafından var edildiği sonucuna ulaşır (1999: 45).

Locke'a göre Tanrı'nın varlığını işaret eden delillerinden biri de antropolojik delildir ve bu sezgisel bilgiye dayandığından dolayı da delillerin en güçlüsüdür (Çetin, 2005: 115). Zihin sezgisel bilgiyi edinirken iki idea arasındaki uyum ya da uyumsuzluğu, başka aracı idealar olmadan doğrudan kavrar. Bu insanın ulaşabileceği en açık ve kesin bilgidir. Sezgisel bilgide, zihin açıklama ve kanıtlamaya başvurmadan, gözün ışığı gördüğü gibi hakikatleri kavrar. Kanıtlayıcı bilgi ile zihin idealar arasındaki ilişkiyi doğrudan ya da sezgisel olarak değil, birtakım idealar aracılığıyla akıl yürüterek kanıtlayıcı bilgiyi oluşturur (Cevizci, 2007: 290-291). O, bilgi türlerini de kesin olmalarına göre sıralandırır. Sezgisel bilgi en açık ve kesin olan bilgidir; ikinci sırada akıl yürütmelere dayanan kanıtlayıcı bilgi, kesinlikten yoksun olan duyusal bilgi ise son sırada yer alır. Duyusal bilgi; dünyadaki tikel nesnelerin zihnimizde bıraktığı duyum ve izlenimlerden oluşur (Ağaoğulları ve diğ., 2009: 157).

Locke'a göre insan herhangi bir delile ihtiyaç duymadan açık ve net olarak kendi var oluşunu bilir. İnsan her şeyden kuşku duysa bile kendi var oluşundan şüphe duyması mümkün değildir. "Her şeyden kuşku duysam bile bu kuşkunun kendisi kendi varoluşumu algılamamı sağlar ve bundan kuşku duymama engel olur". Acı çeken birinin, hissettiği acı kadar kendi varoluşunu da algıladığı açıktır. Tanrı, insanlara kendisiyle ilgili doğuştan idealar vermemiş ve onların zihinlerine kendi varlığını okuyabilecekleri yazılar kazımamış olsa da, insanları duyum ve akıl yürütme gibi üstün yeteneklerle donatarak kendi varlığının bilinmesine imkân vermiştir. İnsan duyulara, algılara ve akla sahip olduğundan kendi kendine kaldığı zaman "onun açık bir kanıtından yoksun kalmış olmaz." İnsanlar Tanrı'nın varlığını bilecek yetkinliktedir. İnsan, kendinden ve kendi varoluşunun şüphe götürmez bilgisinden hareketle bu bilgiye ulaşır (2013: 422-423).

Evrendeki cansız ve ast varlıkların kendilerine göre mükemmel olan insanı yaratamayacakları gibi "insanı kendisi de yaratmış olamaz." "Hiçbir şey kendi kendinin nedeni…" olamayacağından ve insanın zihninde tasarladığı birçok şeyi kendinde bulamaması bir gerçekliktir. Eğer insan kendini yaratıp hayat verseydi hem ast varlıklar üzerinde daha fazla güce sahip olması hem de kendine sonsuza kadar sürecek bir hayat vermesi gerekirdi. Kendisine hayat veren bir varlığın hayatı sonlanırken ilgisiz kalması düşünülemez. Böylece varlıkları yaratan ve yaşatan daha güçlü ve daha bilgili bir varlığın olması gerekir. (Locke, 1999: 45-46). Locke bu delillerle birlikte ahlak delilini de kullanır ve çıkış noktası olarak insanın ahlakı bir varlık olmasını ele alır. İnsan hem bilen hem de ahlaki değerleri hisseden bir varlıktır. Yaratılan varlıkların en değerlisi olan insanın, yaşamını düzenlemesi için herhangi bir norma bağlı olmaması düşünülemez (Çetin, 2005: 120

Locke, pozitif hukuk ve doğal hukuk düşüncülerini Tanrı inancı ya da pozitif tanrısal hukukla ilintili olarak incelemektedir: Tanrı'nın iradesi insanlar üzerinde bağlayıcı bir güce sahiptir ve sadece onun iradesi insanların yükümlülüklerinin sınırlarını belirler. İnsanlar kanun koyucunun, kanun olarak koyduğu ve ilan ettiği şeylerle yükümlüdürler. Tanrısal irade, özünde bulunan bir güçle bağlayıcıdır. Tanrı'nın bu iradesi ya doğal ışık sayesinde doğal hukuk olarak ya da vahiy sonucu olarak tanrısal pozitif hukuk olarak bilinir. Tanrısal iradenin dışındaki kanunlar ise özü itibariyle bağlayıcı değillerdir. Tanrı'nın dışındaki kanun koyucular, kanun yapma ve "yükümlülükleri belirleme hakkını yalnızca Tanrıya borçludurlar". İnsanlar, Tanrı istediği için krallara itaat ederler ve onlara itaat etmekle Tanrıya itaat etmiş olurlar. Doğal hukuk da kendiliğinden ve özünde bulunan bir güçle bağlayıcıdır. Locke, doğal hukukun bağlayıcılığını da şu şekilde açıklar: Doğal hukuk bağlayıcılık bakımından bir kanunda bulunması gereken tüm özellikleri taşır. Aynı zamanda ahlaki hayatın düzenlenmesi için doğal hukuku tesis eden Tanrı, onun bilgisini ciddi bir şekilde araştıranlar için onu anlaşılır kılmıştır. Bir kanunun yükümlülük oluşturabilmesi için yükümlülüğü belirleyen varlığın hâkimiyetinin olması, meşru gücünün bulunması ve yükümlülük oluşturan iradesini açıklaması gerekir. Doğal hukuk da bu vasıfları taşıdığından insanlar için bağlayıcıdır. Tanrı, insanların kendi üzerlerindeki hâkimiyetlerinden daha fazla onlar üzerinde hâkimiyete sahiptir ve onlar her şeylerini Tanrı'ya borçludurlar. Locke'a göre doğal hukukun yükümlülükleri insanlar için

bağlayıcı olmazsa, tanrısal pozitif hukuk da bağlayıcı olamaz. Her ikisinin de kaynağı tanrısal iradedir. Sadece bunların insanlara ulaştırılma metotları ve insanların onları bilme yöntemlerinde bir farklılık vardır. Doğal hukuk, doğal ışık vasıtasıyla ve doğada cari olan prensiplerden öğrenilirken; tanrısal pozitif hukuk iman yoluyla kavranır. Locke, pozitif hukukun da bağlayıcılığını doğal hukuka bağlar. Ona göre doğal hukuk bağlayıcı olmazsa, pozitif hukuk da bağlayıcı olmaz. "Zira insanlığın çoğunluğunun düşüncesine göre, sivil yasama güçlerinin belirlediği kanunlar sahip oldukları bütün gücü" doğal hukukun zorlayıcı gücünden almaktadırlar. Bu durumda pozitif hukuk bağlayıcı gücünü doğal hukuktan almaktadır. Doğal hukuk, yasama yetkisini kullanan güce, insanları yönetme hakkı vermektedir. İnsanları yasama gücüne itaat etmeye zorlayan şey, onun koyduğu pozitif kanunlardan çok, doğal hukukun ona sağladığı yönetme hakkıdır (1999: 68-71). Kısaca, her şeyi bilen, her şeyi takdir eden mutlak güç sahibi bir Tanrı'nın olduğunu; ona itaat ve ibadet edilmesi gerektiğini belirtir. Doğal hukuku insanlara veren Tanrı'dır ve tanrısal kanunlar doğal akıl tarafından bilinebilir (Parker, 2004: 41).

Locke, diğer bir kanun çeşidi olarak erdem ve kötülüğün ölçütü olan kanaat ya da saygınlık kanunlarını inceler. Bu kanunlar aynı zamanda felsefi kanun olarak da adlandırılır. Bu kanuna göre erdem ve kötülük olarak adlandırılan eylemlerin ölçüsü, farklı toplumlarda ya da ülkelerde "zımni ittifakla tesis edilen takdir veya tenkittir" (Didier 2009: 57). Kanaat ve saygınlık kanunları, bir toplumun toplumsal tecrübeyle oluşturduğu "erdemin" ve "erdemsizliğin" ölçütlerdir. Toplumun tasvip ettiği eylemler erdem, toplum tarafından kınanan eylemler ise erdemsizlik ve kötülük olarak adlandırılır. Toplumun değer yargılarına dayanan bu kanunlar yazılı bir kaynağa dayanmazlar, sadece şifahi olarak bilinirler. Herhangi bir eylemin erdemli olabilmesi için söz konusu kanunla şekillenen ahlak kurallarına uygun olması gerekir (Cevizci, 2007: 309).

Bu kanunlar pozitif ahlak kuralları olarak da adlandırılabilir. Ahlak, matematik gibi ispatlanabilir bir ilimdir. Ahlaki kavramlar doğanın bir parçası değil, insanın zihinsel çabalarının bir sonucudur. İnsanlar ciddi bir şekilde irdelediklerinde bu ahlaki kavramları ya da hakikatleri kavrayabilirler (Dunn, 2008: 86-87). Ahlak bilimi alanında insanın kendi anlağının ürünleri olan fikirler, insanın dışında var olan şeylerin kopyaları değil, kendi kendilerinin kök örnekleridir. Bu kavramlar insan zihninin kabul ettiği

antlaşmaları ve uzlaşıları ifade eder. İnsan zihni bu bilgileri doğrudan ürettiğinden dolayı insanın ahlak hakkında edindiği bilgiler, doğadan edindiği bilgilerden daha da kesindir (Farago, 2012: 296). Ahlak kuralları doğuştan olmasalar da oluşumlarında doğanın da etkisi söz konusudur. Doğa herkese mutlu olma arzusu ve sefaletten kaçınma hissi vermiştir. Gerçekten doğuştan olan bu pratik ilkeler ruhların iyiye temayülleridir, bunlar zihnimize kazınmış herhangi bir ilkenin göstergeleri değillerdir (Didier 2009: 56).

Bir kişi objektif ve dikkatli bir şekilde ahlaki önerme ya da aksiyomları incelediğinde, matematiğin temel aksiyomlarından hareketle açık ve seçik sonuçların çıkarıldığı gibi ahlaki eylemlerin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında da kesin sonuçlara ulaşabilir. Örneğin, "iyeliğin bulunmadığı yerde adaletsizlik de olmaz", önermesi Eucleides'in matematiksel önermeleri kadar kesindir. Yine, "hiçbir hükümet saltık özgürlük vermez" önermesinde de hükümet ve mutlak özgürlük kavramlarından hareketle hükümetlerin mutlak özgürlüğü sınırlandırdığı belirtilir (Locke, 2013: 377-378).

Ahlak kurallarının doğuştan insanların benliğine kazınmış kavramlar olmamaları onların doğruluklarını azaltmaz ve geçerliliklerini olumsuz olarak etkilemez. Bu kavramların doğruluğundan birtakım zihinsel akıl yürütmeler sayesinde emin olunur. Bu kavramlar arasındaki ilişki ve uyum da objektif ve genel ahlaki kuralların olduğunu göstermektedir. Eğer ahlak kuralları doğuştan olsaydı, insanlar kendi kanaatlerine ve iradelerine göre değil, tüm insanların aynı şekilde davranmaları gerekirdi. Genel kabul görmüş ahlak kuralları herhangi bir yerde ihlal edildiğinden, bunların doğuştan olduğu söylenemez. Yine doğuştan olan bir kural o kadar açık ve seçik olmalı ki üzerinde hiçbir gerekçeye dayanmadan uzlaşıya varılsın. Gerçekte ise ahlak kuralları gerekçelerle temellendirilir. Locke'a göre ahlak kurallarının doğuştan olmadığının bir diğer kanıtı ise açık bir şekilde cezai müeyyideleri beraberinde getirmemiş olmasıdır (Akarsu, 1998: 155; Didier 2009: 55-56). Kanun koyucu kavramı olmadan bir kanuna ve ona zorunlu olarak uyulması gerektiğine ulaşılması mümkün değildir. Locke'a göre Tanrı kavramı da doğuştan insan zihninde olan bir kavram değildir. Tanrı, kavramı bile doğuştan değilken, ahlak kurallarının ya da kavramlarının doğuştan insanın benliğinde olması imkânsızdır (2013: 92)

Ahlaki iyi, insana haz veren ya da hazza vesile olan şey; ahlaki kötülük ise insana acı veren ya da acı duymasına neden olan şeydir. Ahlaki iyi ve kötü, insanın iradi davranışlarının kanun koyucunun iradesi doğrultusunda insana fayda ya da zarar veren kanunlar tarafından onaylanması ya da onlara zıt olmasına bağlıdır. Bu iyi ve kötü, kanun koyucunun kararıyla ödül ve ceza olarak kanunlaştırılır (Locke, 2001: 282). Burada ahlaki kuralların oluşumunda motive edici güç hazlar gibi gözükse de ahlakiliği sağlayan temel ölçütün kanunlara uygunluk olduğu açıkça ifade edilmektedir. Bundan dolayı Didier, Locke'un hedonist ve Epikürcü olmadığını söyler. Eylemlerin kanunlarla uyuşması ya da uyuşmaması hem ahlakiliğin temel ölçütüdür hem de kanun koyucunun iradesi aracılığı ile insanları iyiliğe sevk eder. Ahlaki duyarlılığa yönlendiren ve belirleyici olan, "Tanrı'nın müeyyidesidir." Böylece ahlaki iyiyi Tanrı'nın iradesine ve kanunlarına bağlayarak teolojik bir ahlak anlayışı sergiler. Aynı zamanda hazcı ve faydacı ahlak anlayışlarında olduğu gibi iyiliği ve kötülüğü eylemin doğal sonucu olarak değil, ahlaki kanuna uygun olup olmamaya göre değerlendirir. Ahlak sistemini akla ve doğal hukuka dayandırır (Didier, 2009: 56- 57). Locke'a göre İncil tam ve yetkin bir biçimde ahlaki kuralları içerir. O, İncil'in insanlığı mutluluğa götürecek ahlaki buyrukları ortaya koyduğuna inandığından, ahlaki uygulamalar üzerine çalışmamıştır. Ona göre pratik yaşam bilimi olan ahlak, İncil'le birlikte özü itibariyle tamamlanmıştır. Bu anlayışını 1696 yılında Molyneux' ye yazdığı mektupta açıkça belirtir (Akarsu, 1998: 157).

Kanunlar, insanların iradelerini etkileyen yaptırımlarla desteklenmedikçe onları yönlendirmede yetersiz kalır. Bu eksikliğin giderilmesi için kanunların ödül ya da cezalarla desteklenmesi gerekir. Eğer kanun koyucunun ödül verme ve cezai yaptırımları uygulama gücü yoksa kanunların herhangi bir anlamı olmaz (Locke, 2001: 283). Kanunlar gibi ahlak kuralları da toplumsal yaptırımlarla desteklenir. Ahlak kurallarının yaptırımı da toplumun takdir etmesi ya da kınamasıdır. Toplumun takdir etmesi ya da kınaması insanları toplumsal normlara uymaya sevk eder. İnsanların çoğunluğu, davranışlarını bu genel kuralları göz önünde bulundurarak yaparlar. Genellikle çoğunluk tanrısal hukuk ve pozitif hukuk yerine kendilerine çevrelerinde itibar kazandıracak genel kurallara göre davranırlar. İnsanların bazıları ya da çoğunluğu tanrısal hukuk hakkında pek fazla düşünmezler, düşünenlerin çoğunluğu ise ya tanrısal hukukun gereklerini yerine getirmezler ya da yerine getirmedikleri bu hususları

Tanrı'nın bağışlamasını beklerler. İnsanlar pozitif hukuk alanında ise çoğunlukla hukuki yaptırımlardan kaçmaya çalışırlar. Kendisini topluma kabullendirmek isteyenler, toplumun ayıplamasından kaçamazlar (Locke, 2001: 285-287).

Locke, medeni/pozitif hukuku; devlet tarafından konulan ve insanların davranışlarının suç teşkil edip etmediğine karar verirken göz önünde bulundurdukları kanunlar olarak tanımlar. Hiç kimse devletin kanunlarını görmezlikten gelemez ve ödüllendirme ve cezalandırma devlete aittir (2001: 283-284). John Austin de Hukukun

Belirleniş Alanı'nında Locke gibi kanunları üç temel sınıfa ayırır: Tanrısal hukuk,

pozitif hukuk ve pozitif ahlak kuralları. Tanrısal hukuk, Tanrı'nın yarattığı insanlar için koymuş olduğu kanunlardır. Pozitif hukuk, egemenler ya da yasama gücü tarafından konulan kanunlardır. Pozitif ahlak kuralları, kanun koymaya hak ve yetkisi olmayan insanlar tarafından insanlara yönelik oluşturulan kurallar ve "insanların beşeri davranışa dair sahip oldukları kanaatlerden veya hissettikleri duygulardan ibaret olan" kurallardan oluşur (Austin, 2015: 106-107). Böylece pozitif ahlak kuralları egemen olmayan ya da yasama gücüne sahip olmayan insanlar tarafından belirlenir. Bu kurallar emir olma, yükümlülük oluşturma ve ödev yükleme bakımından kanun olarak adlandırılabilse de insanları bağlayan hukuki yaptırımlarla donatılmadığından pozitif kanun olarak adlandırılamaz (Austin, 2015: 111). Kanaat tarafından konulan pozitif ahlak kuralları kanunlara yakından benzeyen kanun olarak adlandırır. Austin, tam olarak kanun olan ve tam kanun olmayıp onlara benzeyen kanunlar arasında yaptığı ayrımın Locke'un İnsan

Anlığı Üzerine Bir Deneme'de yaptığı ayrım ile temelde örtüştüğünü belirtmektedir

(Austin, 2015: 35, 122-123).

Locke, Sivil Yargı Üzerine Yazılar'da (1660) tanrısal hukuk ve pozitif/insani hukuk arasındaki ayrımdan hareketle siyasi gücün tanrısal hukuka boyun eğmesini söyler. Ancak siyasi güç tali konularda kanun koyma hakkına sahiptir. Burada kral tanrısal hukuka boyun eğer diyerek geleneksel ve otoriter "tanrıbilimsel-siyasal" bir yönetimi savunur gibi gözükür, fakat onun akıl yürütmeleri tanrısal temelli hukuk sistemini yıkmak üzere kurulur (Raynaud, 2011: 543).

Locke, tanrısal hukuk ve pozitif ahlak kurallarını birbiriyle ve pozitif hukukla iç içe geçmiş bir şekilde ele alır; diğer hukuk normlarını yadsımadan ve onları kaynak alarak pozitif hukuku temellendirmeye çalışır. O, doğuştan "Tanrı vergisi "yaşam

kurallarının olmadığını söylerken, Tanrı'nın bahşettiği yaşam kurallarının olduğunu inkâr etmez. Yine farklı toplumlarda farklı ahlak kurallarının olması, ahlaka ilişkin hiçbir hakikatin olmadığı ya da insanların bu hakikatleri bilmeyeceği görüşünde değildir. Toplumdan topluma ahlak kurallarının arasındaki bu farklılık sadece bu kuralların doğuştan zihinlerde mevcut olmadığının göstergesidir. O, doğuştan zihinlere kazınmış bir kanun ile doğal yeteneklerle keşfedilen doğal hukuk arasında çok büyük bir fark olduğunu belirtir. Doğuştan kanunların olmaması, sadece pozitif hukukun var