• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

2.2. DOĞAL HAL, DOĞAL HAK VE DOĞAL HUKUK

3.4.1. İngiltere'de Siyasi Durum

Locke'un hukuk ve siyaset felsefesi alanındaki düşünceleri bir önceki bölümde de ifade edildiği üzere ülkesi olan İngiltere'de yürürlükte olan hukuk ve yönetim biçimiyle benzerlikler gösterir. Bundan dolayı onun bu alanlarla ilgili görüşlerinin öneminin tam olarak anlaşılabilmesi için 12. ve 17. yüzyıllar arasında İngiltere'de yürürlükte olan hukuki durum ve siyasi yapılanmanın göz önünde bulundurulması gerekir.

İngiltere'de 12. yüzyıldan itibaren din adamları ve feodal beylerden oluşan "Büyük Kral Konseyi" ve kralın takdirini kazanmış feodal beylerden oluşan "Kral Konseyi" ülke yönetimine yardımcı olmaktaydı (Göze 2002: 434). Feodal dönemde kral ile feodal beyler arasındaki ilişkileri düzenleyen Magna Carta, kralın yetkilerini ve mutlak monarşiyi sınırlar. Kral Yurtsuz John ile feodal beyler arasında 1215'te imzalanan Magna Carta'ya (Büyük Şart) göre kral feodal beyler üzerinde mutlak egemen değil, sadece eşitler arasında birincidir. Magna Carta ile kralın feodal beylerin haklarını, adetlerini ve yerel uygulamalarını ihlal etmesinin önüne yasal bir set çekilir. Kral feodal beylere toprak ve himaye sağlamak koşuluyla gerektiğinde onlardan asker talebinde bulunabilir. Böylece feodal beylerin hakları, kanuni bir güvenceye kavuşur (Yayla, 2014a: 99).

Magna Carta'nın feodal beylerle karşılıklı olarak imzalanması İngiltere'nin dış politikasıyla yakından ilgilidir. Kral Yurtsuz John, Papa III. İnnocent ile girmiş olduğu mücadeleyi ve 1214 yılında Fransa Kralıyla yapmış olduğu savaşı kaybeder. Bu olaylar üzerine feodal beyler ve baronlar hakları güvence altına alınıncaya kadar kralla mücadele edeceklerini ilan ederler ve Krala isteklerini kabul ettirirler (Göze 2000: 430). Magna Carta ile aynı zamanda Büyük Kral Konseyi'ne idari bölgelerden dörder şövalye ve kasabalardan da dörder sakin toplantılara çağrılmaya başlanır. Kral muhaliflerin görüşüne önem veriyormuş gibi görünür; gerçekte ise halkı ikna ederek vergi gelirlerini

artırmaya çalışır; yine de bu gelişmeler parlamenter sistem adına önemli gelişmelerdir ve 13. yüzyılda İngiliz Parlamentosunun temellerini teşkil eder (Yayla, 2014a: 99).

Magna Carta ile hem aristokratların hakları güvence altına alınır hem de sade vatandaşlara birtakım haklar verilir. Bu haklardan bazıları şunlardır: Özgür kişilerin tutuklanmaları, hapsedilmeleri, mallarına el konulması, sürgüne gönderilmeleri kanunlar çerçevesinde verilen hükümlerle gerçekleşmesi; yargının tarafsız olması, kimsenin adaleti satın alamaması, cezaların işlenen suçla orantılı olması ve mahkemelerin kendine ulaşan her davaya bakmaları kararlaştırılır (Öztekin, 2011: 68-69). Aynı zamanda bu bildiri tüccarlara ticaret özgürlüğü, yasalar ihlal edildiğinde feodal beylere ve baronlara isyan hakkı tanır. İngiliz kralları 15. yüzyıla kadar tahta çıktıklarında ve krallıkları süresince birkaç kere Magna Carta hükümlerine bağlı kalacaklarını ilan ederlerdi. Bu bildiri feodal beylerin lehine de olsa kralın otoritesine sınır çizen ilk belgedir (Göze, 2000: 432).

Özgürlük fermanı olarak adlandırılan Magna Carta'nın düzenlediği tüm özgürlükler, sadece "özgür" kişileri kapsamaktadır. Bu birinci maddesinde açıkça ifade edilir: Krallık ve varisleri özgür insanlara ve onların varislerine şu hakları vermeyi taahhüt eder. Bu maddede belirtildiği üzere özgürlükler hem aristokratlara ve özgür olanlara tanınınmış hem de onların varislerine tanınmıştır. Bu madde ve bu durumda olan maddelerden hareketle özgür olmayanlara hak, özgürlük ve güvenlik tanımadığı gibi, hem de onların onayları olmadan yükümlülük altına sokulabilecekleri anlamı da hükmün mefhumu muhalifinden çıkarılabilir (Erdinç, 1998: 58).

Magna Carta ile birlikte Büyük Kral Konseyi'ne katılanların sayısı zamanla artarak 13. yüzyılın sonlarında 400 kişiye ulaşır ve konsey kral I. Edward (1295) zamanında modern parlamento olarak adlandırılır. Parlamento toplantılarına kendi adlarına katılan feodal beyler, din adamları, kilise temsilcileri ve şehir temsilcileri; mecliste sosyal, dini ve ekonomik statülerine göre otururlar. 14. yüzyılda feodal beyler ve din adamları birlikte hareket ederek Lortlar Kamara'sının, soylularda şehir temsilcileriyle çıkarları doğrultusunda birlikte hareket ederek Avam Kamara'sını oluştururlar. 14. yüzyılın ilk yarısında Lortlar ve Avam Kamaraları birbirleriyle üstünlük yarışına girerler, ancak daha sonraki dönemlerde aralarında ittifak yaparak kralın gücünü sınırlamaya çalışırlar (Göze, 2002: 434- 435). Böylece parlamentonun

tarihsel gelişim sürecinde çift meclisli bir yapı oluşur, ancak aristokratik nitelikli ikinci meclisler bazı ülkelerde kaldırılırken bazı ülkelerde ise yetkileri oldukça azaltılır (Tanilli, 1982: 267).

14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Lortlar Kamarası'nın uygun görüşü alınarak mali konularda karar vermede, Avam Kamara'sı da yetkili hale gelir. 15. yüzyılda ise parlamento yasa tasarılarını hazırlar, görüşüp karara bağlar ve yürürlüğe girmesi için kralın onayına sunardı. Eğer kral hazırlanan kanun teklifini onaylarsa kanunlaşırdı. Ancak kanunlar sadece bu usul ve esaslar çerçevesinde çıkmaz, bazen kral çıkardığı fermanlarla yasama gücünü tek başına da kullanırdı (Göze, 2000: 436).

Avam Kamarası, bu süreç içerisinde ülke siyasetinde etkili olmaya ve kralların kararlarına karşı doğrudan tepki koymaya başlar. Avam Kamarası, Kral I. Jacques'ın oğlunu İspanya Kralının kızıyla evlendirmesine (1621) karşı çıkar. Buna karşılık kral Avam Kamarası'nın yetkilerini aşarak Krallığın haklarını ihlal etiğini ve buna hakkının olmadığını bildirir. Bu misillemeye karşılık olarak parlamento, devlet, kral ve kilise yasalarının korunması ve uygulaması ile ilgili hususları "eski ve asli" bir hak olarak tartışılabileceğini kararlaştırır. Parlamentonun bu kararından sonra I. Jacques parlamentonun görüşme tutanaklarını yırtarak parlamentoyu fesheder (Göze, 2000: 436-437).

I. Jacques'dan sonra Kral I. Charles (1625-1649) Avrupa tarzı merkezi yönetim kurmaya çalışır ve parlamento kararı olmadan İspanya ve Fransa'ya savaş açar. Savaş giderlerini karşılamak için ise vergileri artırır. Parlamento bu olanlar karşılığında 1628'de Haklar Dilekçesi'ni yayımlanır. Kralın kanuni düzenleme olmadan hiç kimseyi suçlayamayacağı ve cezalandıramayacağı, halka karşı askeri müdahalelere başvurulmayacağı kararlaştırılır. Böylece kralın yetkileri sınırlanmış olur (Kışlalı, 2006: 254). Haklar Dilekçe'si parlamentonun haklarını ortaya koyan, haklar ve özgürlükler üzerine bir açıklamadır, yoksa parlamentonun üstünlüğünü iddia etmez. Mülk sahibi özgür kişilerin devlete karşı hakları söz konusu edilir. Kısaca kışı ile devlet arasındaki ilişkileri belirleyen bir "başka türlü bir anayasacılığı temsil" eder (Wood, 2012: 253).

Haklar Dilekçesi'ne rağmen mutlakıyetçi bir yönetim anlayışı oluşur. Feodal aristokratlar hem kral parlamento birlikteliğini desteklemek hem de mutlakıyetçiliğe karşı birlikte hareket etmek için birleşirler. Parlamento ve kırsal kesim keyfi ve mutlak

yönetime karşıdır ve 1641 yılının sonuna doğru parlamenterler, Kralın icraatlarına karşı radikal bir yasamanın olmasını savunurlar. Parlamenterlerin çoğunluğu Başpiskopos Laud'çu kiliseye de karşıdır. Feodal aristokrasi, krallığı savunurken burjuvazi ekonomik çıkarlarına ulaşmak için önüne çıkarılan engelleri aşmayı amaçlar. Aralık 1640'da 1500 kişi "Kök ve Dal" dilekçesiyle piskoposluğun kaldırılmasını talep eder. Başpiskopos Laud, bu dilekçeden bir hafta sonra vatan hainliğiyle suçlanır ve bundan sonra sokak gösterileri artar ve Ocak 1641'den sonra gösteriler hemen hemen günlük hale gelir (Wood, 2012: 248-250).

Kralla parlamento arasındaki bu tartışmaların sonunda iç savaş (1642-1649) çıkar. Olivier Cromwell önderliğindeki halk ordusu savaşı kazanır, kral idam edilir. Cromwell orduya dayanan bir diktatörlük kurar ve onun 1658'de ölümüne kadar diktatörlük devam eder (Kışlalı, 2006: 255). Cromwell'in ölümünden sonra parlamento tarafından I. Charles'ın oğlu II. Charles (1660-1685) tahta davet edilir. II. Charles kral yapılırken babasının ölümünden ve 1649-1658 yılları arasında hüküm süren diktatörlükten ders çıkararak anayasal bir düzenleme olmadan kral ve parlamento arasındaki dengeleri gözetir. Ancak II. Charles ne bu dengenin gerekliliğini okuyabilir ne de anayasal düzenin oluşmasına isteklidir (Ebenstein, 2005: 216).

Katolikliği İngiltere'de güçlendirmeye çalışan II. Charles'dan sonra daha aşırı bir Katolik olan kardeşi II. James tahta oturur ve İngiltere'yi Katolikliğe döndürmek için nüfuz ve güç kullanmaya çalışır, parlamentonun kararlarına müdahale eder, yargıda keyfi atama yapar ve azleder; otoritesini güçlendirmek için sürekli ordu kurmasıyla despotik bir tablo ortaya çıkarır. Böyle bir ortamda vatandaşların dini özgürlükleri de ciddi anlamda sarsılır. İngiltere, Fransa ve İspanya ile mücadele içerisinde olduğundan İngilizler bu ulusları kendilerine düşman olarak görürler. II. James'in Fransa Kralı'ndan para aldığı ortaya çıkınca hain ilan edilir. Yaşanan olaylar üzerine II. James tahtı terk eder. Bu durum karşısında Wing ve Tory önderlerin görüşmeleri sonucunda parlamento toplanarak Prenses Mary'nin kocası William'ı kral olması için Hollanda'dan İngiltere'ye davet ederler (Ebenstein 2005: 217).

Şanlı Devrim'den sonra parlamento tarafından Haklar Bildirisi kabul edilir. Bu bildiride şu temel ilkeler kabul edilir: Kanun ve vergi koyma yetkisi parlamentonundur. Kral sadece parlamentonun koyduğu kanunları yürürlüğe koyar. Parlamentonun üyeleri

serbestçe seçilmeli ve parlamentodaki konuşma ve tartışmalarda özgür ve yasama dokunulmazlığına sahip olmalıdır. Avam Kamarası istediği tarihte toplantı yapma ve serbestçe görüşlerini açıklama hakkına sahiptir. Kral, parlamentonun onayı olmadan barış halinde sürekli ordu bulunduramaz. Bireysel hak olarak ise, cezanın suçla orantılı olması, dilekçe hakkı ve bu hakkı kullandığı için bireylerin soruşturmaya tabii tutulmamaları kabul edilir (Göze, 2000: 440-441). Parlamento üyeleri, parlamentodaki konuşmalarında özgür olmaları ve bu konuşmalarla ilgili olarak parlamento dışında hiçbir mercide soruşturma açılamayacağı kabul edilerek ilk defa Haklar Bildirisi'yle yasama dokunulmazlığı ortaya çıkar (Tanilli, 1982: 280).

Kral, parlamentonun üstünlüğünü ve özgür seçimlerle oluşan Avam Kamarasını keyfi iradesiyle feshedilemeyeceğini kabul eder. Bu Bildiri yargı alanında da önemli yenilikler getirir: İngiliz vatandaşlarının bağımsız yargıçlardan oluşan bir jüri tarafından yargılanma hakkının olduğu kabul edilir ve parlamento bu yargıçların bağımsızlığını sağlamak için sabit maaş ve ömür boyu görevlerini sürdürme hakkı tanıyarak hâkimlik teminat altına alır (Tannembaum Schultz, 2007: 260-261).

Locke ise bu devrimin önde gelen filozoflarından biridir. O bu devrimi ve burjuvanın mülkiyet kurumunu meşru göstermeye çalışır. Mülkiyetin oluşumunda "emeğin" önemini vurgulayarak, onun bir gasp ve sömürü sonucunda değil, devlet düzeninden önce ve emeğe dayalı bir hak olduğunu belirtir. Locke'un düşüncelerini yaşadığı dönemdeki İngiltere'nin sosyal, ekonomik, siyasal ve sınıf mücadelelerinden bağımsız olarak ele almak imkânsızdır (Yetkin, 2009: 532-534). Devrim öncesinde feodal beyler kral karşısında gücü kendi ellerinde tutmak isterken, burjuva da özgürlüklerini kazanmanın mücadelesini verir. Locke ise mülkiyet hakkı, güçler ayrımı, yönetimin sınırlandırılması ile özgürlüğü ya da en azından "mülkiyet sahiplerinin özgürlüğünü" savunmaya çalışır (Parkinson, 1984: 109).

Magna Carta ve Haklar Dilekçesi'nde açıkça özgür kişilerin haklarından bahsedilirken Haklar Bildirisi'nde açıkça özgür kişilerden bahsedilmese de özgür kişilere haklar tanıyan önceki belgeleri teyit ettiği söylenebilir. Haklar Bildirisi'nde de özgür olmayan kişilerin hakları söz konusu edilmez. Temel hakların herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan ya da sapmaya uğramadan 19. yüzyıldan itibaren başlayarak Sanayi Devrimi ile tüm insanları kapsayacak şekilde kullanılmaya başlar (Erdinç, 1998: 58-59).

İnsan haklarının gelişmesi ve hukukileşme sürecinde Devrim sonunda İngiliz Parlamentosu tarafından kabul edilen Haklar Bildirisi'nin ( Bill of Rıghts) önemli bir yeri vardır. Bu bildiri, adil yargılama ve olağan olmayan cezaya çarptırılmamayı da doğal hak olarak tanımlar (Erdoğan, 2011: 60). Haklar Bildirisi'nden sonra Locke'un doğal haklar kuramı öncelikli olarak Amerika kıtasında olmak üzere batı dünyasında önemli bir etki yapar. Virginia Temsilciler Meclisi 1776'da temelde Locke'un doğal haklar kuramına dayanan insan hakları bildirgesini kabul eder. Bu bildirge eşitlik, özgürlük ve vazgeçilmez temel haklar anlayışına dayanır; can, yaşam, mülkiyet, özgürlük ve mutluluğu arama vazgeçilmez haklar olarak sıralanır (Erdoğan, 2011: 61). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Genel Bildirisi'nde Locke'un kuramının izleri açıkça görülür. Maurice Cranston bu bildirimin ilk yirmi maddesini oluşturan sivil ve siyasal haklarda Locke'un ve Thomas Jefferson dilinin baskın olduğunu belirtir (Erdoğan, 2011: 63).