• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

1.5. POZİTİF HUKUK

1.5.4. Uluslararası Hukuk Alanında Grotius'un Öncülleri

16. yüzyılda uluslararası ilişkiler ve bu ilişkileri düzenleyen uluslararası hukukun oluşması ve kavramsallaştırılmasına yönelik ilk teorik çalışmalar başlamıştır. Bu yüzyılda Ortaçağ'dan çok farklı bir biçimde Avrupa'nın siyasal yapısında ve düşünce dünyasında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Avrupa'da birliğin simgesi olan Papalık otoritesi, İtalya'da ortaya çıkan Rönesans akımı karşısında ciddi bir şekilde sarsılmış ve uluslararası ilişkilerde seküler bir söylem hâkim olmaya başlamıştır (Erkiner, 2012a: 55-57). Uluslararası hukukun ortaya çıkışı, Yeni Dünya'nın keşfine kadar geri

götürülebilir. Uluslararası hukuk, ne La Haye konferanslarının ne de Grotius'un dehasının bir ürünüdür. Vitoria, uluslararası hukuk alanında günümüzde dahi değerini koruyan görüşler ortaya koymuştur (Akal, 2005: 32). Ayrıca Fernando Vazquez de Menchaca da (1512- 1569) oldukça erken bir dönemde, uluslararası hukuku aşırı iradeci bir zemin üzerinde temellendirmeye çalışmıştır (Ağaoğulları ve Köker, 2009: 138 ).

Vitoria, siyasal toplumu, siyasal gerçekliğin son aşması olarak değil, siyasal toplumu farklı siyasal toplumları içeren uluslararası ilişkilerin içerisinde tüm halkların oluşturduğu çoğulcu ve eşitlikçi bir dünya düzeninin bir parçası olduğunu savunmaktadır. O, İspanyol sömürgeciliğinin altın çağında Katolik hegemonyasını eleştirerek, siyasal toplumların tamamının eşit olduğunu ve uluslararası düzen içerisinde her toplumun kendisini özgürce belirleme hakkının olduğunu savunur. Çünkü siyasal toplumu ve uluslararası toplumu bir araya getiren ortak insan doğasından başka bir şey değildir. Vitoria, Papa'nın ve Katolik İmparator'un evrensel yargı hakkını reddederek, aralarında fark olmayan egemen siyasal bütünlerden oluşan bir dünya kurgular. Fethedilen yerlerdeki yerliler ve Hristiyan olmayanlar yalnızca insan olmalarından dolayı doğal haklara sahiptirler. Bu haklar inançtan bağımsız ve evrensel insan doğasına dayanırlar. Bu evrensel haklardan hareket ederek, toplumsal ve uluslararası ilişkiler, evrensel insan doğası üzerinde kurulur. Egemenliğin kaynağı dinsel otorite değil, doğal hukuktur. Bundan dolayı İspanyolların Yeni Dünya'daki ya da sömürgeleştirdikleri yerlerde yaşayan Müslüman ve Yahudilerin sahip oldukları zenginlikleri mülkiyetlerine geçirmeleri doğal hakla bağdaşmaz. Özgürlüğün, canın ve malın korunması dini ve siyasal gerekçeyi aşan doğal bir hak olduğundan, dini ya da farklı bir gerekçeyle bu haklar yok sayılamaz (Ağaoğulları ve Köker, 2009: 113-118). Vitoria, çok erken bir dönemde hukukun evrenselliğini düşünür ve Yeni Dünya'da yaşayan toplumların haklarının mevcut Avrupa hukukundan çıkarılamayacağını söyler. Doğa, tüm dünya otoritesi ve insanlığın birliğinden kaynaklanan uluslararası hukuk, Avrupa'da uygulanan ve Roma'dan miras kalan hukukun yerini almalıdır (Akal, 2005: 91-92).

Vitoria gibi Suarez de kapsamlı bir şekilde uluslararası ilişkileri değerlendirir. Ona göre ise insan türü farklı krallıklara bölünmüş olsa da, siyasi ve ahlaki olarak bir bütündür. Bu durum aynı zamanda uluslararası hukukun varoluş nedenidir. Her krallık ya da cumhuriyet kendi başına mükemmel bir siyasi birlik olsa da, hiçbiri diğerlerinin yardımı olmaksızın tek başına ayakta duramaz. Bunların hem çıkarlar hem de ahlaki

olarak insanlığın bütününden ayrılmaları mümkün değildir. Böyle olunca da devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen ve uyumlu birliklerin kurulmasını sağlayan hukuk kurallarına açıkça ihtiyaç duyarlar. Ona göre evrensel çıkar, ulusal çıkardan öce gelir. Uluslararası hukuku ise doğal ve pozitif uluslararası hukuk olarak iki başlık altında inceler. Birincisi, "doğal uluslararası hukuk", üst norm olarak herkes için bağlayıcıdır ve doğal hukukla aynı anlama gelir. İkincisi ise örf, adet ve insanların iradesinden kaynaklanan uluslararası hukuktur. Gerçek anlamda uluslararası hukuk ikincisidir. Bu devletlerarasında uyulması gereken hukuktur ve bunun olmasını gerekli kılan da devletlerarası bir toplumun olmasıdır (Erkiner, 2012a: 116-118).

Doğal ve tanrısal hukuk doğal gerçeklere dayanır. Uluslararası hukuk ise doğal gerçekliğe değil, insanların ortak yargılarından ve değerlendirmelerinden doğar. Uluslararası hukuk tüm insanların oluşturduğu ve yazılı olmayan geleneklere dayanır ve iç hukuktan bu yönüyle ayrılır. Bu hukukun ilkeleri belirli bir süreç içerisinde ulusların karşılıklı ilişkilerinden doğan geleneklerdir (Akal, 2005: 268-269). Hukukun kaynağı; tanrısal irade, kozmik ve evrensel insan doğası değil, devletin somut iradesidir. Uluslararası hukukta pozitivist bir yaklaşımı, iradeci ve laik düşünceli Suarez ortaya koymuştur (Aktaran: Erkiner, 2012a:117-119). Suaréz, Aristoteles ve Thomas'ın bu konu ile alakalı görüşlerini ve iradeciliği uzlaştırmaya çalışır; doğal hukuku uluslararası pozitif hukuktan ayırır. Birçok toplumun üzerinde anlaştıkları gelenek, görenek, örf ve adetleri uluslararası hukuk olarak değerlendirir. Pozitif hukuk bir siyasi gücün iradesine dayanırken, uluslararası hukuk bir siyasal gücün iradesine dayanmaz (Alland, 2011: 215).

16. yüzyılda uluslararası hukuk alanında düşünce üreten felsefi ve tarihçi okul içerisinde yer alan Alberico Gentilis (1552–1608), Grotius öncesinde, uluslararası hukuk literatürünü ve bu alanın kuramsallaştırılmasını yapar. Örflere, adetlere dayanan uygulamalara ve antlaşmalara dayanarak uluslararası hukuku temellendirir. Aynı zamanda apriori ve metafizik kabulleri uluslararası hukuktan ayıklayarak, uluslararası hukuku tanrısal hukuktan bağımsızlaştırmayı amaçlar (Erkiner, 2012a: 125-126). Bağımsız devletler, kendi otoritelerinin üstünde başka bir otorite tanımadıklarından kurulan yeni düzende dini esaslara dayanılarak oluşturulan hukuk, bağımsız devletlerin arasındaki politik ilişkileri düzenlemede artık yeterli olmuyordu. Bir de dine ya da Papalık otoritesine dayanan hukuk, dünyevi temellerden yoksun olduğundan bilimsel

niteliği de bulunmamaktaydı. Bu hususları göz önünde bulundurarak seküler bir hukuk geliştirmenin gerekliliğine inanıyordu. Gentilis, uluslararası hukuku, teolojiden bağımsız tam özerk bir disiplin olarak kuramasa da bu alanın temellerini atmıştır. Uluslararası hukuk tarihinden ilk kez bahseden ve bağımsız bir disiplin olarak kurmayı düşünen ilk hukukçu olan Gentilis, modern uluslararası hukukun entelektüel geleneğinin de seküler başlangıcını oluşturur (Erkiner, 2012a: 127- 128).

Grotius, Savaş ve Barış Hukuku'nun önsözünde kendinden önceki düşünürlerin konuyu yüzeysel ve kısmi olarak ele aldıklarını belirtir. O, din adamları ve hukukçuların eserlerinde doğal hukuk, tanrısal hukuk, iç hukuk, kilise hukuku ve uluslararası hukuku birbirine karıştırdıklarını ve kaynaklar arasında da herhangi bir ayrım yapmadıklarını belirtir. Kendinden önceki yazarların çalışmalarını sistematik bulmadığı gibi bu çalışmaların tarih bilgisinden de yoksun olduğunu belirtir. Grotius, mevcut durumun böyle olmasına rağmen genel görüşleri toplayarak örnek olaylarla görüşlerini destekleyen Gentilis'in görüşlerinden de faydalandığını belirtir (2011: 25-26). Ancak kendisi de uluslararası hukuku ne kavram ne de esastan tam olarak doğal hukuktan ayırmaz. İç hukuktan da birçok normu uluslararası hukuka aktarır. Uluslararası hukukun, doğal hukukun diğer bir isminden başka bir şey olmadığını ifade eder (Fur, 1940: 60-62). Grotius, sadece İspanyol hukukçuların uluslararası hukuk alanındaki görüşlerini sistemli bir biçimde değerlendirerek bir sentez oluşturur (Atalay, 1997: 48-49; Karakoç, 2004: 232). Bu sentezi bir teori olarak değil, hukuk ve uluslararası hukuk sistemini sağlam temeller üzerinde kurmak için yapar. Uluslararası hukuku oluşturacak bir üst otorite ve onun oluşturacağı pozitif hukuk olamayacağından herkesi bağlayacak normları tespit etmeye çalışır (Özbilgen, 1964: 293).

Muhammed Hamidullah (1908-2002) ise uluslararası hukukla ilgili ilk çalışmaların Müslümanlar tarafından oluşturulduğunu ve bu çalışmaların Grotius'un öncüllerini ve kendisini önemli ölçüde etkilediğini ifade etmektedir. Hamidullah'a göre Zeydiyye mezhebinin kurucusu ve Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd b. Ali (ö. 120), "el-Mecmû fi'l-Fıkh" adlı eserinin "es- Siyer" bölümünde devletler hukukuna yer vermiştir, ancak bu müstakil bir eser değildir. Bu eserde tahammül sınırlarını aşan zulme karşı savaşmanın gerekliliği vurgulanır. Bu eserden sonra İslam dünyasında "siyer" kelimesi devletler hukuku yerine kullanılmıştır. Tarihçiler devletler hukuku alanında ilk müstakil eserin Ebu Hanife'nin (ö. 150) "Kitabu's-Siyer"i olduğunu belirtirler. Ebu Hanife de

tahammül sınırlarını aşan zalime karşı direnmenin caiz olduğunu ifade eder. Emevi yönetimini destekleyen Evzai ise iç karışıklıkları meşru görmediğinde Kitabu's-Siyer'e reddiye yazar. İmam Yusuf da Evzai'nin reddiyesine reddiye yazar (Hamidullah, 2012b: 140-142).

Şafii "El Ümm" adlı eserin "Siyerü'l- Evzai" başlığında bu görüşlerin tamamını değerlendirerek kendi görüşlerini sunar. İmam Malik de "Kitab'us-Siyer" adlı bir eser yazmıştır, ancak günümüze ulaşmamıştır. İmam Muhammed ise devletler hukukunu kapsamlı bir şekilde ele alarak "Kitabü's Siyer'is- Sağir" ve "Es- Siyerü'l Kebir''i yazar. İmam Serahsi de bu eserleri şerh eder. Serahsi'nin "Şerahü's Siyeri'l Kebir" isimli kitabının devletler hukuku alanında ilk eser olduğu söylenebilir (Hamidullah, 2012b: 142-144). Prof. Khadduri'nin çağdaş uluslararası hukukun tarihinin Rönesans'tan çok öncesine dayandığını belirtir. Walker ve Nys gibi yazarlar ise Grotius ve onun İspanyol ve İtalyan öncülerinin üzerinde Müslüman hukukçuların etkisinin olduğunu belirtirler (Hamidullah, 2012b: 183-184).

İslam hukukçularının "siyer" başlığı altında inceledikleri uluslararası hukukla ilgili düşüncelerinin Endülüs yoluyla İspanya'da, Afrika yoluyla da İtalya'da ciddi etkisi olur. Batılı birçok düşünür de uluslararası hukukla ilgili İspanya ve İtalya'da yazılmış eserlerde İslam hukukunun etkisi olduğunu kabul ederler (Hamidullah, 2012b: 145). Grotius'un uluslararası hukukla ilgili düşünceleri İslami prensiplerle paralellik arz eder. Ayrıca Grotius, bazı yerlerde "bu kaideye Müslümanlarda da rastlıyorum" diyerek bu etkinin olduğunu kendisi de kabul etmektedir (Hamidullah, 2012b: 145). İslam Hukukçuları fıkıh kitaplarını es-siyer bölümlerinde detaylı olarak ele aldıkları savaş ve barış zamanlarında uygulanacak kurallar Kur'an ve Sünnet'e dayanır. İslam hukukçularının uluslararası hukuk alanında Pıerre Bello, Ayala, Vitorıya, Gentiles ve benzerlerinin üzerinde önemli etkileri olmuştur. Bunlar ve Grotius'un yazmış olduğu eserlerin Yunan ve Roma hukuku literatüründe bir karşılığı yoktur ve İslam Hukuku alanında yazılan cihat ve siyer kitaplarının kopyası mahiyetindedirler (Hamidullah, 1998: 88-90). İmam Muhammed ve Grotius'un görüşlerini karşılaştırmalı olarak değerlendiren bir çalışmada İslam hukukunun, özelde ise İmam Muhammed'in Grotius'un üzerinde etki ettiği hukuk konuları kırk üç madde halinde detaylı olarak verilir. Bu etkileşimi gösteren hususlar suç ve cezanın şahsiliği, savaş ilanı, haklı ve haksız savaşta yapılacak olanlar; savaş sonucunda kadın, çocuk, din adamlarına nasıl

davranılacağı, fethedilen ülkelerin mal varlıklarının ve esirlerin durumu; misilleme hakkı ve elçiler, vb ile ilgili hükümlerdedir (Telkenaroğlu, 2005: 78-92). Grotıus'un uluslararası hukuku oluşturmasında İslam hukukunun etkili olduğu gibi Tevrat'ın ve İncil'in etkisinin de olduğu söylenebilir. Grotius, görüşlerini zaman zaman Tevrat ve İncil'e atıf yaparak desteklemektedir.