• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

1.2. DOĞAL HAL, DOĞAL HAK VE DOĞAL HUKK

1.2.1. Doğal Hal

Grotius, insanı hayvan türü içerisinde değerlendirir, ancak toplumsallık içgüdüsüne sahip olması ve aklını kullanarak barış ve güvenli bir ortamda yaşamayı arzulamasından dolayı diğer hayvanlardan çok üstün varlık olduğunu ifade eder. İnsan, kendisini ifade etme, eğitime açık olma, birtakım genel kurallar çerçevesinde davranma ve davranışlarını iradi olarak belirleme özelliklerine sahiptir. Bir de aklın elverdiği ölçüde, hayatın akışına kendini teslim etmeden, doğru ve sağlam yargıda bulunma kapasitesine sahiptir (Grotius, 2011: 19). İnsan doğası, hiçbir şeye ihtiyaç duymasa da insanlarla ilişki kurmaktan kaçınamaz. Doğanın Yaratıcısı insanı kendi kendine yetecek şekilde değil, rahat bir yaşam sürdürmesi için ihtiyaçlarını toplum içerisinde karşılayacak şekilde yaratmıştır (Grotius, 2011: 21). Toplumsal yaşamın insanın doğasına uygun olduğu İlkçağ'da Sofistler tarafından da dile getirilmiştir. Onun bu yaklaşımının Protagoras ve Antiphon'un savunduğu sosyal sözleşme kuramına uygun olduğu söylenebilir (Özden ve Elmalı, 2012: 70). Grotius, topluma katılma ile çıkar arasında bir ilişki kurar ve çıkar sağlama isteğiyle doğal hukukun birlikteliğini vurgular (Grotius, 2011: 21). İnsanların herhangi bir fayda mülahazası olmadan da doğalarının kendilerini sürükledikleri şeyleri yapmaları, çılgınca yapılmış bir davranış olarak değerlendirilmemelidir. Hatta doğal güdülerle yapılan eylemleri, akıllıca yapılmış bir davranış olarak değerlendirmek gerekir (Grotius, 2011: 22).

Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, insana kendinden aşağı konumdaki tüm varlıklar üzerinde, üstün bir hak verir ve bu hakkın geçerliliğini Tufan'dan sonra da yineler. İnsanlığın bu ilk döneminde her şey herkes arasında ortaktır. Böyle bir durumda herkes istediğini alırdı ve tüketim mallarını da istediği gibi tüketirdi. Bütün insanların her şey üzerinde evrensel kullanma hakkının olması, aynı zamanda mülkiyet yerine geçmekteydi. Doğal halde insanlar, bir şeyin kullanım hakkını elde ettiklerinde,

sonradan diğerleri haksızlık yapmadan o şeyi onlardan almaları mümkün değildi (Grotius, 2011: 79-80).

Mülkiyet hakkının kabul edilmediği doğal durumda, herkesin her şey üzerinde hakkının olması doğal hukuka da uygundu. Pozitif hukukun olmadığı bu halde herkes hakkını ancak güç kullanarak arıyordu (Grotius, 2011: 33). Toprağın mülkiyete dönüşebilmesi için ele geçirilmesi ve işlenmesi gerekir. Eğer bir arazi işlenmez ya da boş bırakılırsa mülkiyet olmaktan çıkar ve başka birileri bu işlenmeyen arazileri mülk edinebilir. Hiçbir yasal güç de işlenmeyen bu arazilerin başkaları tarafından mülkiyet edinilmesini yasaklayamaz. Böyle bir işlenmeyen arazinin mülkiyetini yasaklayan siyasal güce karşı direnme hakkı kullanılabilir ya da silahlı mücadele yapılabilir. İşlenen topraklar üzerinde devletin yargı yetkisi vardır. Grotius'un bu konudaki görüşleri Doğu

Hindistan Şirketi'nin görüşleriyle örtüşmektedir. Bu şirket sadece işlenen topraklarda

devletin yargı yetkisini kabul etmekteydi ve gerektiği durumlarda mülk sahiplerinin arazileri kiralanmaktaydı, fakat işlenmeyen arazilerde devletin yargı yetkisini kabul etmemekteydi (Wood, 2012: 153). Grotius, hem toprakların atıl bir şekilde bekletilmemesini hem de Doğu Hindistan Şirketi'nin yeni keşfedilen ve sahipsiz olan toprakları mülkiyetine geçirmesini savunur.

Grotius, Cicero'dan yaptığı alıntıyla, doğal haldeki mülkiyet durumunu bir benzetmeyle şöyle tasvir eder: Herkes için ortaklaşa olan bir tiyatro salonunda bir yere oturan kişi oranın sahibi olur. Doğal halde insanlar az şeylerle yetinselerdi ve dostluklarını sürdürebilselerdi, bu hal böyle sürüp gidebilirdi. Ancak insanlar zamanla suçun olmadığı bu sade hayattan bıkarak birtakım sanat dallarını ortaya çıkardılar ve bunlarla meşgul olmaya başladılar. Bu çalışmalarının sonucunda da iyilik ve kötülük yapmakta kullanılacak birçok şeyi keşfettiler (Grotius, 2011: 79-80). İnsanlar, ortak olarak kullandıkları toprakların ürünleriyle yetinmemeye, mağaralarda oturmaktan ve hayvan postlarıyla örtünmekten hoşlanmaz olunca, daha rahat bir şekilde yaşamayı arzulamışlardır. Böylece hem daha çok çalışmışlar hem de farklı meslek ve sanatlara yönelmişlerdir (Grotius, 2011: 81). İnsanlar ilk önce zanaatlardan tarım ve çobanlığı buldular. Bunlar kardeşlerin aralarının açılmasına ve malların bölüşülmesine sebep oldu. İnsanların farklı eğilimlere sahip olmaları aralarında kıskançlık oluşturdu. Bu kıskançlıklar ve tutkular insanları bir arada tutan bağın kapmasında etkili oldu. Tutkuların güdülemesiyle insanlar birbirlerini öldürmeye başladılar ve herkes bileğinin

gücüne dayanarak yaşamaya ya da hakkını aramaya başladı (Grotius, 2011: 80). Doğal kaynaklar herkes için yeterliyken insanlar barış ve huzur içerisinde yaşarken, dünyada nüfusun artmasına bağlı olarak doğal kaynakların bölüşülmesi ve sınırlarının belirlenmesi insanları mücadeleye sürükler. Toplumsallık içgüdüsüyle hareket eden insan, tutkularının etkisinde kalarak çatışma ortamına sürüklenir.

Bu çatışma ortamından uzaklaşabilmek için arazileri aralarında bölüşerek her biri bir yöne dağılır. Artık komşular arasında hayvanlar ortak olmasa da meraların ortak olarak kullanımı devam eder. Meralar herkesin ihtiyacını karşılayacak oranda olmasından dolayı sorunsuz bir şekilde ortak olarak kullanılır. Ancak nüfus artınca ortak kullanılan toprakların aileler arasında taksim edilmesinin daha yararlı olacağına karar verdiler. Çünkü dağınık yerleşimden dolayı üretilen ürünlerin bir araya getirilmesi zordu ve insanlar hakkaniyet duygusundan da uzak olduklarından ürünleri eşit bir şekilde paylaşamıyorlardı. Eşit paylaşımı ve adaletli dağılımı sağlayabilmek için açıkça ve zımni olarak yapılan sözleşmeyle özel mülkiyete geçiş yapıldı. Bu sözleşme öncesinde, ortaklaşa hâkimiyetin olduğu dönemde, kim neye el koymuşsa onun sahibi olduğu kabul edildi (Grotius, 2011: 81).

Doğal halde herkesin kullanım hakkının olduğu şeyler ile henüz paylaşılmamış şeyler, sadece el altına alma yoluyla özel mülkiyete geçirilebiliyordu. Grotius'a göre bir şeyin mülkiyete konu olabilmesi için onun bölünebilir ve kendine özgü sınırlarının olması gerekir. Denizler, hem belirli sınırlarının olmaması hem de herkese yetecek kadar büyük olmalarından dolayı doğal olarak mülkiyet hakkına konu edilemezler (Grotius, 2011: 82). Grotius, Serbest Deniz eserinde de özel ve kamusal mülkiyete konu edinilemeyen denizlerin "hava" gibi herkesin kullanımına açık olmasını ve devletlerin de denizler üzerinde mülkiyet hakkı oluşturamayacakları savunulur (Wood, 2012: 149). Denizler ve okyanuslar, doğa tarafından başlangıçta herkesin kullanımına uygun olarak tesis edildiğinden bunların kullanımı ebedi olarak ilk tahsise uygun olarak yerine getirilmelidir. Dolayısıyla hiçbir devlet denizler ve okyanuslar üzerinde dolaşım ayrıcalığı ya da ticari tekel oluşturma hakkına sahip değildir (Meray, 1955: 89).