• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

2.2. DOĞAL HAL, DOĞAL HAK VE DOĞAL HUKUK

2.5.1. Akıl ve Tutku Zıtlığından Pozitif Hukuka

Spinoza, yasayı sözcük anlamı olarak "… bireylerin kesin ve belirli, tek ve aynı neden uyarınca davran[ması]…"; hukuki bir terim olarak, "… bireylerin genel olarak yerine getirecekleri ya da ihmal edecekleri buyruk…" olarak tanımlar ve doğal hukuk ve pozitif hukuk olarak ikiye ayırır. Doğal zorunluluk ya da varlığın özünden kaynaklanan kanunlar doğal hukuku oluşturur. Pozitif hukuk kurallarını ise insanlar, daha huzurlu ve güvenli bir oramda yaşama gibi sebeplerle, kendileri ve başkaları için koyarlar. Fiziki ve biyolojik kanunlar zorunlu olduğu gibi insan doğasıyla ilgili olan kanunlarda zorunludur. Bu noktadan hareketle "… her şeyin tabiatın evrensel yasaları uyarınca, kesin ve belirli bir nedene göre var olmak ve hareket etmek üzere belirlendiğini kabul… " eder (2010: 95-96). İnsan, doğanın bir kısmı olduğu sürece, doğanın gücünün de bir kısmını oluşturur. Ancak insanın doğal zorunlulukla yapmış olduğu şey, zorunlu olmakla birlikte kaynağı insanın kendisidir. Bu durumda pozitif hukuk kurallarının, insanlar tarafından konduğu ifade edilebilir (Spinoza, 1951: 57-58).

Spinoza, hukukun gerekliliğini hatta zorunluluğunu şöyle açıklar: Doğa, insanları arzularını aklın buyrukları dışına çıkmadan yaşayacak şekilde oluştursaydı, hukuk kurallarına ihtiyaç duyulmazdı ve ahlaki öğütler dirlik ve düzen için yeteli olurdu. Tüm insanlar aklın yönetiminde yaşasalardı ve devletin gerekliliğini anlasalardı, hepsi genel olarak adaletsizlikten çekinir ve vermiş olduklar sözleri tutarlardı. İnsanların çok farklı bir doğası vardır. Herkes kendine faydalı olanı ararken akılın rehberliğinden çok tutkuların güdümüyle arzular ve hareket eder. Bu yüzden hiçbir toplum ya da devlet insanların sınırsız arzularını kontrol altına alan kanunlar koymadan varlığını sürdüremez (2010: 111). Spinoza' ya göre akıl akıldan tam anlamıyla üstün olamaz. Bu durumda

evrensel akla yaklaşmanın tek yolu; her bir akla kendi hakkını da tanıyan sosyal birlikteliğe katılmaktır. İnsanlar doğanın kendilerine vermiş olduğu doğal gücü ve hakkı sözleşmeyle yaşadıkları topluma katarak pozitif hukuku oluştururlar ve özerkleşirler (Akal, 2010: 85-88). Gerçekte pozitif hukuk ya da toplumsal kanunlar doğal hukukun temel belirleyiciliğiyle ele alınır (Balanuye, 2012: 223).

Spinoza, insanı doğal haldeki tutku akıl tezadından kurtarmak için bir kesişim noktası bulmaya çalışır. Bu kesişim noktasını Teolojik-Politik İnceleme ve Etik'te kanun olarak adlandırır. "Akıl/ eylem" ilişkilerini ve "hayal gücü/ tutku" arasındaki ilişkiyi belirleyen bir doğal hukuk vardır. Bu doğal hukuk kurallarına Etik'de geçen şu önermeler örnek verilir: Bir duygu sadece kendisinden daha güçlü ve kendisine karşıt bir duyguyla azaltılır ya da yok edilir. İnsanlar daha büyük bir zarara uğrama korkusuyla zarar vermekten kaçınırlar (Chauí, 2011: 30). İnsanlar sosyal, siyasal ve dini topluluklardan ve değer yargılarından bağımsız olarak sırf insan oldukları için doğal hukuku tanıyabilirler. Ancak doğal halde iyi, kötü, haklı, haksız, adil ve adaletsiz kavramları yoktur. Herkesin hakkını gücü belirirler ve insanın gücünün yettiği her şeyi yapmaya hakkı vardır. Yönetim biçimi ve hukuk sistemleri ne olursa olsun bu kavramlar ancak siyasi bir sistemde var olur. Devlet yapılanması içerisinde hiç kimse hukuka aykırı bir şey yapamaz. Artık suç; pozitif hukuka göre yasak olanı yapmaktır. Bu suç tanımı, kendiliğinden iyiyi, kötüyü, haklıyı, haksızı ve suçu devre dışı bırakır. İyi ya da kötü, haklı ya da haksız kendiliğinden değil, pozitif hukuk tarafından öyle tanımlandıkları için öyledir. Böylece insanlar pozitif hukuk kurallarını oluşturarak doğal hukuk kurallarından uzaklaşmak ya da onları terk etmek zorunda kalırlar. O andan sonra çokluğun gücüyle tanımlanan hukuk modern devleti de şekillendirir (Akal, 2010: 162). Çoğunluk, bireyler arasındaki çatışmaları kaldırıp, özgürlüğün zorunluluğunu kolektif olarak örgütlediği oranda pozitif hukuk çoğunluğun adaletidir. Kurulan hukuk düzeni, yasal ve yasa dışı anlamına gelecek şekilde adil ve adil olmayanı tanımlar. Burada sunulan yaklaşım çağdaş hukuk bilimi açısından hukuki pozitivizme ve anayasal devlete yakın görünür (Negri, 2011: 23)

Spinoza'ya göre pozitif hukuk normları içlerinde bir doğal zorunluluk taşımadıklarından vatandaşlar tarafından ihlal edilebilirler. Bu ihlaller hukuka aykırı fiiller olduğu için bunlara yönelik kanun koyucu tarafından düzenlenen yaptırımlar, pozitif hukukun asli unsurudur. Ancak doğal hukuk doğanın değişmez düzeni ve

zorunluluğuna bağlı olduğundan insanlar tarafından ihlal edilmesinden bahsedilemez (Ağaoğulları ve diğ., 2009: 84). Bundan dolayı o pozitif hukuk lehine özerkleştirmeyi sağlar ve sonra doğal hukuku tamamen sınırlamaya koyulur. Doğal hukuk kuralları, evrensel ve insanlığın yasaları olduklarından devletler ve farklı dini sistemlerin de üzerindedir. Bu evrensel değerler, herhangi bir dini sistem ve dini uygulamayla sınırlanamaz. İnsanlar hangi inanç sistemine inanırlarsa inansınlar ya da hangi değer yargısına sahip olurlarsa olsunlar, genel olarak insan doğasını inceleyerek doğal hukukun bilincine varırlar. Spinoza, insanın bu kavrama gücünden hareketle Tanrı'nın kanun koyucu bir kral olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder. Ona göre bu nitelikler insana özgü olabilir ve Tanrı için bu nitelikleri kullanmaktan sakınmak gerekir. Tanrı, bir hükümdar olarak düşünülemeyeceğinden insanlara hukuki gerçekleri zorla kabul ettirmesi de mümkün değildir. Böylece hukuku, pozitif hukukla özdeşleştirir. Bu durumda doğal hukuk da haklar bağlamında pozitif hukuka temel teşkil edecek şekilde hukuka bağlansa da hukuk olmaktan çıkarılır (Akal, 2010: 162-163, 165).

Spinoza, doğal hukuku, "Tanrı tarafından konulduğu için değil, akıl sahibi bütün insanlar tarafından gözlemlenebilir bir ihtiyaç ve zorunlulukların ifadesi olduğu için…" kanun olarak tanımlar (Cevizci, 2012: 404). Teolojik Politik İnceleme'nin Tanrısal Yasa bölümünde Tanrı'nın gücü, sadece analoji yoluyla ya da mecazi olarak onun kanunu, emri ve hukuku olarak nitelendirir. Ona göre kanun ya da hukuk insan yapımıdır ve bunlar insanların itaat edecekleri ya da etmeyecekleri emirler olarak kabul edilir (Zelyüt, 2011: 94-95). Kanunu kanun yapan, doğal ve zorunlu olmayan düzenlenmeye açık olmasıdır. Kanun koyucunun iradesine bağlı olarak değişikliğe açık bir buyruktur ve hukuki çerçeveyi yalnızca bu oluşturur (Akal, 2010: 163).

Kanun koyucular, kanunların herkes için bağlayıcı olabilmesi için onlara bağlı kitlelere en çok arzuladıkları şeyi vaat ederler; kanunları ihlal edecek olanları ise kitlelerin en çok korktukları şeyle tehdit ederler. Böylece kitleleri bir atı dizginler gibi dizginlemeye çalışırlar. Kanunun başkasının buyruklarına göre yaşama şeklinde anlaşılmasının sebebi işte budur. Kanunu yasak formunda algılayan insanlar, kanunun kölesine dönüşürler. Gerçekten darağacı korkusuyla kendisinin olanı başkasına veren, başkalarının hâkimiyeti altına giren yani cezayı müeyyidelerin korkusuyla hareket edenler adil olarak nitelendirilemezler (Spinoza, 2010: 97). Kanunun arakasındaki gerçek nedenler ve bunlarında arkasındaki doğal hukukun kavranmaması, kanunun tam

olarak anlaşılamamasına sebep olur. Böylece kanunları yasak formunda anlayanlar, nedenler bilgisinden koparlar ve etkilerin belirleyiciliğiyle erdem arasında olması gereken ilişkiyi kaçırırlar (Balanuye, 2012: 234).

Doğal hukuk; vahyin ya da tanrısal açığa vurmanın tezahürüdür. Spinoza'ya göre doğal hukuk bu bağlantıların birleşimidir. İnsanlar kısıtlı kavrayış güçlerinden dolayı bu bağlantıları tam olarak algılayamazlar, eğer kanunları oldukları gibi kavrayabilselerdi o zaman emir ve boyun eğme gibi kavramları tanımazlardı. Bir kanunun emir ve buyruk olarak algılanması, onun anlaşılmadığı anlamına gelir. Spinoza, bu durumu Hz. Adem'in yasak meyveden yemesiyle şöyle örneklendirir: Tanrı, Hz. Adem'e doğasına aykırı olanı kanunla bildirmiş, ama ona hiç bir şeyi yasaklamamıştır. Ona bir kanun olarak yasakladığı ağacın meyvesini yememesini, yediği takdirde kurucu bağıntısını bozacağını bildirmiştir. Bu durumda yasak meyve tıpkı arsenik gibi insan doğasını parçalayan doğal kanun olarak bildirilmiştir. Hz. Adem ise bunu bir kanun olarak algılamak yerine, Tanrı'nın bir yasağı olarak değerlendirmiştir (Deleuze, 2008: 188-189). Ancak boyun eğmeyle buyruk arasında bir bağlantı vardır, eğer insanlar bilgi sahibi olsalardı ne boyun eğmeye ne de buyruk vermeye gerek kalırdı. İnsanların çok sınırlı bilgisi olduğundan yapılacak tek şey buyruk verenler ve boyun eğenlerin bilgiyle buluşmalarını sağlamaktır (Deleuze, 2008: 190). Bundan dolayı egemenin keyfi emirleri değil de "… tüm halkın esenliğinin üstün yasa olduğu bir devlette, her konuda üstün güce itaat edene, köle değil, vatandaş denmelidir. Öyleyse yasaların sağlıklı akla dayandırıldığı devlet, en özgür devlettir. Böyle bir devlette insanlar istedikleri her an özgür olabilirler" (Spinoza, 2010: 236).

Spinoza, hukuku egemenin keyfi emirlerinden ayırdığı gibi aklı, vahiy karşısında bağımsızlaştırarak tanrısal hukuktan da ayırır. Teolojik-Politik İnceleme'nin dördüncü bölümünde doğal ya da tanrısal hukuktan kaynaklardan tamamen arındırılmış hukuk ve siyaset kuramı ortaya konur (Ergün, 2014: 142). Spinoza, pozitif hukuku yetkili meclislerin koymuş olduğu kanunlarla özdeşleştirse de doğal hukuku bir ölçüt olarak ele almaktadır. Doğal haklara ya da doğal hukuka aykırı olarak konan kanunların vatandaşlar üzerinde ciddi tepkilere sebep olacağını bildirir. Ayrıca vatandaşların doğal haklarını askıya alan ya da bu hakları dikkate almadan hazırlanan kanunların eleştirilebileceğini söylemesi, yasama esnasında bunlara dikkat edilmesinin gerekliliğini vurgulaması doğal hukuku bir ölçüt olarak aldığı şeklinde okunabilir.

Spinoza'ya göre bireyler haklarını artırmak için güçlerini birleştirdikleri gibi devletler de güçlerini birleştirerek haklarını artırabilirler. Böylece dış güçlerden gelebilecek tehditlere karşı daha fazla güvenlik içerisinde olurlar. Devletler korkudan kurtulmak ve güvenlik içerisinde yaşamak için birbirleriyle anlaşma yapabilirler ve bu birlikteliğe ne kadar fazla devlet katılır ise dış tehditlerden de o oranda kurtulurlar. Her bir devlet, oluşan bu ortak iradeye uyduğu oranda daha az bağımsız ve devletlerin ortak iradesine de o kadar fazla bağlı olur. Eğer yapılan antlaşmalar yerine getirilmez ise doğal savaş haline geri dönülmüş olur (Spinoza, 2009a: 30-32). Manfred Walther, Spinoza'nın bu düşünceleriyle uluslararası hukukun gerekliliğini savunduğunu belirtir (2003/2004: 663-664).