• Sonuç bulunamadı

4. KITA AVRUPA'SININDA HUKUKİ VE SİYASİ DURUM

1.2. DOĞAL HAL, DOĞAL HAK VE DOĞAL HUKK

1.2.3. Doğal Hukuk

Grotius, doğal hukuku kapsamlı bir şekilde tanımlamaya çalışır. O, sadece insan doğasına kazınmış doğal prensipleri ya da ahlaki değerleri değil, bütün ulusalların ya da belirli medeniyet seviyesindeki ulusların ortaklaşa tanıyıp kabul ettikleri esasları da doğal hukuk olarak görür. Böylece doğal hukuk hem ortaklaşa kabul edilmiş değerlere istinat eder hem de insan doğası üzerine kurulur (Topçuoğlu, 1969: 394). Devletlerin ortaklaşa benimsedikleri pozitif hukuk kuralları pek yoktur, ancak yazılı olmayan doğal hukuk her yerde ve her zaman yürürlüktedir. Doğanın emirleri ve ulusların üzerinde mutabık kaldığı hukuk kuralları daima yürürlüktedir. O, doğal hukuk kurallarını aynı zamanda uluslararası hukuk olarak da tanımlar. Doğal hukuku ve uluslararası hukuku ihlal eden bir ulus kendi geleceğini ve güvenliğini tehlikeye atmış olur. Ona göre hukukun kaynağı ne kuvvet ne de faydadır. Hukukun kaynağı insanın toplumsal ve rasyonel doğasıdır (Grotius, 2011: 21-24). Grotius, uluslararası hukuku tanımlarken hem doğal hukukla eş anlamlı hem de belirli uygarlık düzeyine ulaşmış ulusların kabul ettikleri kurallar olarak tanımlar. O, belirli uygarlık düzeyinde olan uluslar tanımına bir ölçüt koymaz ve bunların hangi değerler olduğunu belirlemez. Bu yaklaşımıyla doğal hukuk tanımından uzaklaştığını söyleyebiliriz.

Grotius, insanın rasyonel ve sosyal doğasını beraber göz önünde bulundurarak hukuk görüşlerini oluşturur. Birey toplumdan soyutlandığında hak ve haksızlıktan bahsedilemez. Dolayısıyla hukukun kaynağını sosyallik içgüdüsüne ya da topluma isnat eder. Hukukun topluma bağlanması hak kavramının içeriğini değil, hukukun uygulama alanını göstermeye yarar. O, toplumun çoğunluğunun iradesinin tek bir amaç etrafında toplanmasını belirleyici bir unsur olarak görmez. Toplum, gerçek bir sosyal istek olmaksızın herkesin kendi amaçlarını takip edebileceği bir toplu yaşam; toplumsal yaşam da irade sahibi insanın kaçınamayacağı ilişki ve bağlantıların toplamıdır. Böylece, toplumun içinde bir birine zıt fikirlere de hayat hakkı tanınmış olur. İnsanı diğer canlılardan ayıran sosyallik içgüdüsü, hukukun gelişimine katkıda bulunur. Aynı zamanda soyut haliyle bu içgüdü, doğal hukukun objektif ve saf haline, psikolojik

çıkarların olmadığı bir temele dayanmasına da kaynaklık eder. Bu bakımdan herhangi bir fayda mülahazası olmasaydı dahi insan rasyonel doğası tarafından toplumsal hayata sürüklenirdi. Psikolojik çıkarlar bakımından durum böyleyken, iktisadi çıkarlar doğal hukukun özünü belirler. Toplumsal yaşamda faydalı ve zararlı olanın bilinmesi hukukun esaslarını ortaya çıkarır. Bu esasların oluşturduğu sübjektif şekle gevşek doğal hukuk denir. Bu da gösteriyor ki sadece sosyallik içgüdüsü hukukun esasını teşkil etmede yeterli değildir. Sadece toplumsal olma bazı hayvan guruplarında da vardır. Bundan dolayı hukukun esasını teşkil eden, aklın buyruklarına tabi olan toplumsallıktır (Abadan, 1939: 551-553).

Grotius, toplumsal yaşamın gerekliliğini ve adaletin temelini şu dört formül altında toplar:

a) Başkalarının mülkiyetinde olan şeylere el uzatmamak, b) Verilen sözü tutmak,

c) Kusuruyla sebep olduğu zararı gidermek,

d) Yapılan kötülükleri cezalandırmak (Grotius, 2011: 19).

Grotius'tan önce doğal hukuku ayrıntılı olarak inceleyen ve doğal hukuku, doğanın tüm canlılara öğrettiği biyolojik kanunlar ve "insanlara öğrettiği hukuk" olarak tanımlayan (Aktaran: Emiroğlu, 2007: 66) Ulpianus, adaletin tanımını üç temel aksiyoma dayandırır: "Onurlu yaşamak", "başkasına zarar vermemek" ve "herkese kendine ait olanı vermek." Bu tanım, yapılan adalet tanımlarına kaynaklık eder ve 17. yüzyılda rasyonalist doğal hukukçular ve Grotius bu tanım doğrultusunda adalet kavramını açıklarlar (Öktem ve Türkbağ, 1999: 74-75). Her iki tanımda da hak kavramı vurgulanır. Başkalarının haklarının gözetilmesi ve verilen zararın tazmin edilmesi doğrudan adalet kavramıyla ilişkilendirilir.

Grotius'a göre hukuk yeteneği olan ve genel kurallar koyabilen tek varlık insandır. Hayvanlar doğal olarak birbirlerine karşı yırtıcı hislerle hareket ettiklerinden aralarında hukuktan bahsedilemez. İnsanlara ise dünyada en iyi şey olarak kabul edilen adalet verilmiştir (2011: 34). İnsana özgü olan doğal hukuk: İnsanın davranışlarının rasyonel ve toplumsal doğasına uygun olup olmadığını ve ahlaken gerekli olup olmadığını belirleyen doğru aklın normlarıdır. Böyle bir davranışı Tanrı da ya emreder ya da yasaklar (Grotius, 2011: 32). Uyulması ya da kaçınılması gereken davranışlar, niteliklerine göre akıl tarafından belirlenir. Bu yüzden aklın bu buyruklarının Tanrı'nın

buyruğu olarak kabul edilmesi gerekir. Bu özellik doğal hukuku hem pozitif hukuktan, hem de tanrısal hukuktan ayırır. Çünkü, tanrısal iradeye dayanan hukuk tarafından emredilen ya da yasaklanan eylemler, özleri itibariyle iyi ya da kötü olduklarından dolayı emredilmiş ya da yasaklanmış değillerdir. Tanrısal iradenin, yapılmasını yasakladığı şeyler hukuka aykırı, yapılmasını emrettiği şeyler de hukuka uygun kabul edilir (Grotius, 2011: 33). Grotius, tanrısal hukuk ile doğru aklın ilkelerini özdeşleştirir, ama Ortaçağ'da yaşamış bazı Hristiyan düşünürlerin yanlış tutumlarını eleştirir ve özü itibariyle kötü olan bir şeyin tanrısal hukukla bağdaşmayacağını ifade eder. Duns Scot'a (1266-1274) göre kendinden iyi diye bir şey yoktur, iyinin ne olduğunun kararlaştırılması gerekmektedir. Guillaume d'Occam ise eğer Tanrı, Hz. Musa'ya "Öldüreceksin, zina işleyeceksin, yalan söyleyeceksin, çalacaksın" şeklinde emretseydi bunlar kanun olurdu, diyor (Bloch, 2002: 140). Grotius, Ortaçağ'daki tanrısal hukuk görüşünü ve doğal hukuku birbirinden ayırarak kendi katkısını ortaya koyar. O önce bu kavramları birbirinden ayırarak aralarındaki farkı belirginleştirir, sonra ise bu kavramları uzlaştırmaya çalışarak aralarındaki farklılığı bir gerçeklik olarak ispatlamaya çalışır (Hazard, 1999: 288).

Grotius, tanrısal hukuk ve doğal hukuk arasındaki farkı doğal hukuk tanımından hareketle ortaya koymaya çalışır. Doğal hukuk ilkeleri değişmezdir; Tanrı bile doğal hukukun ilkelerini değiştiremez. Tanrı'nın gücü ne kadar mutlak olursa olsun, bu gücün de değiştiremeyeceği birtakım şeyler vardır ve doğal hukuk da bunlardan birisidir. Nitekim iki kere ikinin dört etmemesini sağlamak Tanrı'nın elinde olmadığı gibi, özü itibariyle kötü olan şeylerin kötü olmamasını sağlamak da onun elinde değildir (Grotius, 2011: 33). O, aynı zamanda Tanrı'nın bağımsız iradesinin doğayla beraber hukukun kaynağı olduğunu ve bu iradeye itaat etmek gerektiğini belirtir. Doğal hukuk insanın iç ilkelerinden doğsa da Tanrı'nın iradesine de haklı olarak bağlanabilir. Çünkü bu doğal hukuk ilkelerinin insan doğasında olmasını Tanrı istemiştir (Grotius, 2011: 20). Grotius, tanrısal iradeye dayanan hukukun, hangi alanlarda doğal hukuka aykırı olup olamayacağını ele alır. Tanrısal iradenin hukuka aykırı olamaması, sadece doğal hukuk tarafından emredilen ya da yasaklanan hususlar için geçerlidir. Doğal hukuk tarafından sadece izin verilen alan ya da doğal hukukun kapsam alanına girmeyen hususlar tanrısal irade tarafından emredilebilir veya yasaklanabilir (2011: 41). Grotius, yaşadığı çağda kabul gören genel kanaatlere bağlı kalarak Yahudi ve Hristiyanların tabi olduğu tanrısal

hukuku kabul eder. Ancak o, Tanrı'nın iradesinden bağımsız doğal hukukun var olduğunu savunur ve Tanrı'nın doğal ve pozitif kanunları arasındaki farkı belirlemeye çalışır (Tuck, 1983: 57-58).

Bu noktadan hareketle doğal hukuku önce akla, sonra Tanrı'ya isnat eder. Tanrı'nın insan doğasına içkin olan doğal hukuk prensiplerini istediğine inanır, ama Tanrı'nın emir ve yasaklarını gösterecek olan şey, yine aklın kararıdır. Zamanının dini ve mezhep içerikli siyasi çatışmaları onu vicdan özgürlüğünün tam olarak sağlanabilmesi yönünde ciddi çalışmalara sevk eder. Din ve vicdan özgürlüğünün ancak dinin tamamen siyaset sahnesinden çekilmesiyle gerçekleşebileceğine inanır. Bu sebeple devlet ve hukuk alanında yarı dini yarı siyasi bir anlayıştan uzaklaşarak, sadece siyasi mülahazayla hukuku tanrısal hukuktan tamamen bağımsızlaştırmaya çalışır (Abadan, 1939: 550-551). O, hukuki kavram ve hükümlerin geçerliliğini aşkın bir Tanrı otoritesinden tamamen ayırarak doğal hukuku laikleştirmeye çalışır. Grotius, Tanrı olmasaydı da doğal hukukun esasları genel bir geçerliliğe sahip olurdu diyerek doğal hukuku, tanrısal hukuktan ayırır. Ona göre tanrısal hukuk sadece vahye inanan insan için bir anlam ifade ettiğinden göreceli bir geçerliliğe sahiptir. Doğal hukuk ise bütün insanların akli doğalarında içkin olduğundan mutlak ve genel bir geçerliliğe sahiptir. Bu bakımdan Grotius, doğal hukukun kurucusu kabul edilir (Abadan 1939: 548-549).

Grotius'un doğal hukuk anlayışını teolojik kaynaktan arındırması Hristiyanlığa bir karşı çıkış değildir. Kendisi de Protestan mezhebine bağlı bir Hristiyan'dır. O, doğal hukukun siyasi ve hukuki taraflarını teolojik unsurlardan arındırarak güncel siyasi duruma uyarlar. Eğer uluslararası hukuk evrensel olacaksa, doğal hukukun esasları Hristiyanlık değerlerinden arındırılarak aklileştirilmesi gerekir. Böylece hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde siyasi ve hukuki konular seküler ya da laik bir temele oturtulmuş olur. Böylece yaşadığı çağın ortaya çıkardığı sorunlarına bir çözüm önerisi olarak doğal hukuk fikrini günceller (Skirbekk ve Gilje, 2006: 237).

Ancak Grotius'un doğal hukuku sekülerleştirdiği ya da laikleştirdiği tezi hakkında farklı okumalar yapılmıştır. Doğal hukuk dini bir anlayış üzerinde temellendirilmediğinden İlkçağ'dan itibaren laikliği özünde barındırdığı söylenebilir (Aktaran: Topçuoğlu, 1953: 50). 16.yüzyılda İspanyol düşünürler François de Vitoria (1483-1546) ve François Suarez, (1548-1627) hukuku Tanrı'nın iradesinden bağımsız

olarak işlemişlerdir. Onlar anti- Protestan bir yaklaşımla doğal hukuku tamamen rasyonel bir zemine taşıyarak tanrısal iradeyi göz ardı etmişlerdir. Vitoria ve Suarez, klasik doğal hukukçular gibi doğayı gözlemleyerek hukukun prensiplerini belirleme yerine, bu temel ilkeleri aklın öznel ilkeleriyle açıklamaya çalışmışlardır. Bu düşünürler, Aristoteles, Cicero, Seneca'ya yönelirler ve din dışı kaynaklara ağırlık vererek doğal akıl üzerinden temellendirmelerini yaparlar (Akal, 2005: 36). Fur da Grotius'un doğal hukuk görüşlerinin çoğunluğunu Vitoria ve Suarez'den aldığını belirtmektedir (1940: 40). Açıkça görüldüğü gibi 16. yüzyılda din ve ahlaktan tamamen bağımsız ve aklı esas alan bir doğal hukuk anlayışına ulaşmaya çalışılır. Hristiyan olan Grotius, yaşadığı yüzyılın önde gelen teologlarının etkisi altında kalmış olduğu söylenebilse de dini ve ahlaki içerikli doğal hukuk yerine laik ve hukuki karakterli bir doğal hukuk anlayışının oluşmasına önemli katkısının olduğu yadsınamaz (Aktaran: Özbilgen, 1964: 293). Fur, Grotius'un özgürlükçü düşüncelerinin yaşadığı çağı etkilediği gibi 18. ve 19. yüzyılları da etkilediğini ve bir kaç husus dışında onun doğal hukuk görüşlerinin bugün bile kabul edilebilir olduğunu belirtir. Bundan dolayı, "Grotius'un saati nihayet şimdi çaldı." denilmiştir (1940: 67).

Grotius, doğal hukuk düşüncelerini desteklemek için kanıtlara başvurur ve kanıtların seçimini yaparken herkesin kabul edebileceği delillerle ilkelerini otaya koymaya çalışır. Bu ilkeler dikkatlice incelendiğinde kendiliklerinden açıkça belli oldukları görülür (2011: 26). O, hukukun bu ilkelerini ortaya koymak için fizik alanında uygulanan matematiksel yöntemi kullanır. Doğal hukuk, tıpkı matematiksel aksiyomlar gibi her türlü tecrübeden bağımsız olarak insanın varlığında mevcut ve içkindir (Abadan, 1939: 548). Doğal hukukun matematiksel olarak açıklamasının kökeni Platon ve Aristoteles'e kadar geri götürülebilir. Platon hukuksal sorunları etik ve mantık arasındaki ilişkilerle çözmeye çalışırken Grotius, hukuksal açıklamalarını matematiksel olarak yapar. Onun bu yaklaşımı 17. Yüzyılın temel yaklaşımıdır (Cassirer, 1955: 236)

Matematiksel önermelerin kesin ve nesnel geçerliliği gibi hukuk ya da doğal hukuk da sağlam öncüllerden hareketle nesnel geçerliliği olan önermeler üzerinde kurulabilir. Böylece o, 17. yüzyıl rasyonel bilim anlayışını kabul eder. Ahlak ve siyasetin de deneyimden bağımsız temel aksiyomlara dayanarak matematik gibi evrensel ve tümden gelimsel bir bilimin konusu olabileceğini belirtir (Ağaoğulları ve Köker, 2009: 92). Fen bilimlerinde uygulanan matematiksel yöntemin sosyal bilimlere

de uygulanabileceğini kabul eder. 17. yüzyılda deney ve gözlem günümüzdeki kadar yaygın olmadığından fiziksel bilimlerle matematik arasındaki farklılıklar üzerinde fazla durulmuyordu. Bundan dolayı sosyal bilimler alanında çalışanlar, fizikçiler gibi matematiğin aksiyomlarına benzer ve ispata ihtiyaç duymayan delillerin var olduğuna inanıyorlardı (Güriz, 2009: 176). Grotius, bir şeyin doğal hukuka uygunluğunu hem apriori olarak hem de aposteriori olarak ispatlar. Apriori yöntemde kendinden önceki bir temel önermeye dayanarak bir şeyin insanın akıllı ve toplumsal doğasına uygunluğuna ya da aykırılığına bakarak kanıtlanır. Aposteriori olarak ise belirli uygarlık düzeyinde olan ulusların kabul ettikleri ortak değerlerinden hareketle kanıtlamaya çalışır. Bir değerin genel olarak kabul edilmiş olması onun evrensel olduğunu gösterir (2005a: 159). Evrensel düzeyde kabul gören bir inanç ya da anlayış da ancak insanlığın ortak sağduyusuna dayanır (Güriz, 2009: 175)

Grotius, doğanın iki çoğul ilkesinin olduğunu söyler: Doğanın ilk ilkeleri bütün hayvanlarda ortaktır. Bunlar da her hayvanın doğduğu andan itibaren kendi varlığını koruması, kendi durumuna uyan her şeye öncelik vermesi ve ölüme götüren şeylerden kaçınmasıdır. İnsan mükemmel olmayı ister. Bundan dolayı insanın ilk görevi, kendi doğasını korumak; doğaya uygun olan şeyleri yapmak, aykırı olanlardan ise kaçınmaktır (2011: 37) Doğanın insanlara özgü ilkesi ise, her şeyin akla uygun olup olmadığını değerlendirme kapasitesidir. Akla uygunlukta dikkat edilmesi gereken en önemli husus dürüstlüktür. Bu, doğal içgüdülerin insanları yönlendirdiği şeylerden üstün tutulmalıdır. Doğanın ilk ilkeleri de insanları doğru akla yönlendirir. Bundan dolayı doğru aklı, aracı konumundaki ilk ilkelerden daha üstün tutmak gerekir. Birinci ilkeler, ikincilerden önce gelse de davranışların belirlenmesinde ikinci ilkelerin öncelikli olması gerekir (Grotius, 2011: 37-38) Doğal hukukun kapsamına giren şeyleri belirleyebilmek için öncelikle doğanın ilk ilkelerine, sonra ikinci ilkelerine uygun olup olmadıklarına bakılmalıdır. Doğanın ikinci ilkeleri her ne kadar birinci ilkelerden türemiş olsa da birincilere göre üstündürler. Bu ikinci ilkeler hem benimsenmeli hem de uygulanmak için aranmalıdır (Grotius, 2011: 37-38).