• Sonuç bulunamadı

Nesiller boyunca ödenemeyecek borç yükü şu anda katlanarak

büyüyor.

ve reel varlıklarla olan bağı neredeyse sıfıra inen bir garip mekanizmaya dönüştü. Riski yönetmek adına üretilen tüm araçlar ve mekanizmaların bizatihi kendisi bir risk bombası haline geldi.

Borca dayalı ekonomi, kapitalizm karşıtı iktisatçıların çoğu tarafından eleştiriliyor. Ana akım iktisat dışından olaya bakanlar borcu bir problem olarak tanımlıyor. Bunlardan biri esasında antropolog olan David Graeber. Çok daha radikal biçimde kadim zamanlardan beri, eski insanlık tarihinin ilk dö-nemlerinden itibaren borcun bir sömürü aracı işlevini gördüğünü iddia ediyor. 17’nci yüzyıldan sonra baktığımız zaman borcun gerek bireysel gerekse devletler düzeyinde bir sömürü ve tahakküm aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. En çarpıcı örneklerden biri, bu coğrafyada bir Duyun-u Umumiye va-kamız var. Fakat şimdi İslam iktisadı perspektifinden, borcun doğrudan kavramsal olarak, kategorik olarak mahkum edilmesi mümkün değil. Yani borcu yok varsayamıyoruz.

Borcun bizatihi kendisi doğrudan doğruya kategorik olarak olumsuz görülemez. İlkesel açıdan bak-tığımızda özellikle hadis kaynakları borç almayı kerih görmekte. Yani borca dayalı bir anlayışı, borç almaya dayalı bir anlayışı çok teşvik etmemekle birlikte borç vermeyi teşvik etmekte. Neden? Bir infak aracı olarak. Şimdi çok kritik bir noktaya geliyoruz. Borca nasıl bakıyoruz? Borç bir infak enstrü-manı, bir kazanç enstrümanı değil. Dolayısıyla bugünkü anlayışın tersine, bugünkü anlayışta borç bir kazanç aracıdır, borç vermenin bizatihi kendisi bir kazanç aracıyken İslam iktisadında bir infak aracı.

Fakat borç alanın bu borç ile reel faaliyetlere dayalı ticari faaliyetler yürütmesi ve kazanç sağlaması gayet meşru bir şeydir. Biraz sonra İslam tarihinden bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek vereceğim.

Borca dayalı sistemin en önemli tezahürü bugünün finans sisteminin amiral gemisi bankacılık. Hangi bankacılık? Kredi mevduat üzerine oturan kısmi rezerv bankacılığı. Ve bugün tabii dünyadaki top-lam para hacmini belirleyen esasen bu kredi mekanizması. Yani ülkelerin ekonomilerinde dolaşımda olması gereken para miktarını belirleyen o ülkelerin merkez bankaları, darphaneleri değil bankalar.

İslam iktisadının bir, faiz yasağı; iki, borçlu kalma durumunu kerih görmesi; üç, reel iktisadi faaliyetle-re teşvik etmesi; dört, ortaklıklara dair teşviki ve düzenlemeleri; beş, bizatihi Hz. Peygamberin kendi-sinin mudarip olarak tecrübesi bize İslami finansın esas itibariyle borca dayalı değil ortaklığa dayalı modelleri esas olarak aldığını göstermektedir.

Tabii burada borç finansmanı dediğimiz zaman ticari borçlanma veya tüketim amacıyla borçlan-ma, tüketime yönelik tüketimin finansmanı olarak borçlanma ayrımına bir bakmamız lazım. İslam tarihinde de ilk dönemlerden itibaren görüldüğü üzere borca dayalı yani ticari faaliyetlerin borçla finansmanı söz konusudur. Burada verilen en bilinen, en çarpıcı örnek sahabeden Zübeyr bin Avvam.

Fakat Zübeyr bin Avvam vakası bazı iktisatçılar ya da İslam iktisatçıları tarafından yanlış konumlan-dırılabiliyor. Orada bir düzeltme yapalım. Bugünkü kredi mevduat anlayışından farklı bir hikayedir bu.

Nasıl bir hikayedir? Zübeyr kendisine emanet edilen parayı emanet değil borç akdine dayalı alıyor ve bunu ticari faaliyetlerinde kullanıp para kazanıyor. Ancak borcunu geri öderken bu kazancından belli bir pay verme gibi madde konamıyor, bizatihi faizdir. Borcu ana parasıyla yine iade ediyor. Fakat kendisinin bu aldığı borçtan para kazanmasının önünde bir mani yok. Orada tabii İslam hukukunun çok önemli bir inceliği emanet akti yaptıysanız, bundan yarar sağlayamıyorsunuz, borç olarak aldıy-sanız yarar sağlayabilirsiniz. Önemli olan o emanet eden kişilerin paralarını Zübeyr’e bundan kazanç sağla ve bizimle paylaş amacıyla değil, emanet verme saikiyle hareket etmesi. Dolayısıyla bir mev-duat benzetmesi yapamayız burada. Olsa olsa vadesiz mevmev-duat olur, çünkü Zübeyr’in o dönemdeki yaptığı işin aslında bugünkü bankaların daha ziyade atm, eft, havale gibi işlevini yerine getirdiğini söyleyebiliriz; çünkü çok geniş bir ağı var Zübeyr’in. Her yerde kervanları, adamları var ve diyelim ki kendisine parayı Hicaz’da emanet eden biri daha sonra Yemen’e gittiğinde yine Zübeyr’in adamın-dan parayı teslim alabiliyordu.

Şimdi geldik tüketim amaçlı borçlanmaya. Bu biraz daha çetrefilli, zor bir konu. Çünkü tüketim kay-naklı borç artışı öncelikle biraz postmodern zamanların ürünü. Klasik ve hatta ülkemiz için 80’ler öncesinde bile çok konuşabildiğimiz bir şey değil. Önceki dönemlerde üretim tarzları, üretim ilişkile-ri, tüketim alışkanlıkları çok farklı. İnsanlar kazançlarından veya servetlerinden daha fazla bir refaha kavuşmak konusunda bugünkü kadar rahat ve cüretkâr değil. Bir varlığa sahip olabilmek için ya kendisine bağış yapılması ya bir mirasla tevarüs etmesi ya da beklemesi, tasarruf etmesi gerekiyor.

Yani şu andaki varlığından daha fazla miktarda bir servete sahip olmak istiyorsa bekliyor, 3-5 yıl tasarruf ederek bu varlığa kavuşuyor. Fakat günümüzde ortalama insanın önünde artık gelecekteki tüketim imkanını bugüne taşıma imkanı sunan çok geniş bir kredi mekanizması imkanı mevcut. Tabii bu durum görünürde masum gibi. Gelecekteki tüketimini bugüne getirmek masum gibi görünse de insanları bu kısa vadeli hazza, sorumsuzca tüketime, hoyratça harcamaya, bir tüketim çılgınlığına iten, daha sonra da artan faiz yüküyle felaketler doğuran bir tecrübe olduğunu görüyoruz.

20’nci yüzyıl başlarında İslam iktisadına baktığımız zaman bugünkü kredi mevduat eksenli anlayışın ötesinde bir anlayış var. 70’lerle birlikte Körfez’deki artan hızlı zenginleşme, yani petrodolar kaynaklı hızlı zenginleşmeyle birlikte Dubai İslam Bankası’nın önünü çektiği bugünkü hakim İslami banka mo-delinin ortaya çıktığı ve büyük ölçüde konvansiyonel şablonun İslami kurallar çerçevesinde adapte edilmiş, biraz uyarlanmış formatı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bugün İslami bankacılığın tam anlamıyla kâr-zarar paylaşımına hizmet eden bir yapısı olduğunu iddia edemeyiz. Bu bankalar büyük ölçüde biliyoruz artık maliyet artı kar, vadeli satış, murabaha anlayışına dayanan ve iktisadi sonucu bugünkü kredi işlemine benzeyen murabaha işlemiyle esasen risk paylaşımı değil risk transferi yap-makta ve nihayetinde ekonomideki toplam borçluluğu, borç yükünü arttıryap-maktadır. Her ne kadar bugün kurallara faizli İslam, faizli konvansiyonel bankacılık tarafından konulmuş bu sektörde İslami bankalar tabii rekabet zorunluluğu nedeniyle murabaha temelli finansman enstrümanlar ile belirli bir

büyüme sağlamışlarsa da gerek akademik camia gerekse bu kurum yöneticileri arasında artık farklı finansman modelleri düşünceleri yoğunlaşmaya başlamıştır. Çünkü konvansiyonel ürünlerin uyarlan-ması, yani borç doğuran işlemler faize bağımlılık sorununu da beraberinde getiriyor. Bu ise sistemin meşruluğunu sorgulatır hale geliyor.

Bu yeni arayışların temelinde ortaklığa dayalı finansman modelleri yatıyor. Her ne kadar İslami banka fon toplama tarafında kâr-zarar ortaklığına dayalı mudarebe formunu ve yöntemini kullansa da fon kullanma tarafında aynı ilkenin geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Şimdi bu noktada ticari-bireysel fi-nansman ayrımını tekrar göz önüne almamız lazım. Ticari fifi-nansmanda İslami bankaların daha önce de kısa süreli tecrübe ettikleri birtakım girişimler oldu. Yani bizdeki katılım bankalarından da bahse-diyorum. Müşareke ve mudarebe yöntemlerinin fon kullanma tarafında ticari finansmanda kullanıl-dığını biliyoruz, ancak bunlar sürdürülebilir olmadı ve akamete uğradı. Nasıl yapılıyordu? Özel fon havuzu, yani burada genel katılım havuzunun dışında biraz daha yüksek risk almaya eğilimli yatırım-cı profilinin fonlarıyla oluşturulmuş havuzun, yine yüksek riskli müşareke ve mudarebe projeleriyle değerlendirilmesi. Bazı başarılı tecrübeler oldu ama bu sistem sürdürülemedi. Niye sürdürülemedi?

Elbette bunun arkasında mevzuatla ilgili kasıtlar var.

Şu anda tabii katılım bankaları da konvansiyonel bankacılık mevzuatı içinde faaliyet gösteriyorlar ve arzu ettiğimiz her formu istediğimiz gibi uygulayamıyoruz. Bununla birlikte risk yönetimi kısıtları, yine risk yönetimiyle ilgili çerçeveler, enstrümanlar, kriterler, oranlar konvansiyonel sisteme göre kur-gulanmış. Küresel anlamda bazal kriterleri, biz bunu Türkiye’de uyarlıyoruz. Bütün bu konvansiyonel anlayışa göre kurgulanmış risk yönetimi çerçevesi ve enstrümanları

bize bu sistemi rahatlıkla uygulamamıza imkan vermiyor. Aslında ka-tılım hesapları profili, yani büyük ölçüde kaka-tılım bankalarının müşteri-lerinin bu tür bir yatırım profiline hazırlıklı olup olmadığı, yani yüksek riskli projelerin finansmanında kullanılabilecek mevduatımız var mı, işte burada da bir problem mevcut.

Katılım bankalarının müşterilerinin risk profiline baktığımız zaman büyük ölçüde düşük riskli yatırımlar bunlar. Yüksek risk almama eği-liminde olan yatırımcıların fonlarıyla siz uzun vadeli ve yüksek riskli bir projeyi finanse edemezsiniz. Ve aslında dönüp dolaşıp geldiğimiz çok temel bir kavram var: Güven. Güven, yani emanet, emniyet... Bu kavramın o kadar kilit bir rolü var ki, dönüp dolaşıp sorunun

çözümü-nün burada düğümlendiğini görüyoruz. Çünkü bildiğimiz katılım bankalarının tecrübelerinde sıklıkla ön plana çıkan bir vakıadır bu. Ortaklık yapılan girişimlerde girişimcinin bankaya kârlarını doğru ra-porlamadığı, dolayısıyla bazı kârların gizlendiği ve paylaşılmaktan kaçınıldığı gibi tecrübeler yaşandı.

Şu anda tabii katılım bankaları da