• Sonuç bulunamadı

4.3.1.1.4.3 GÜMRÜK VERGİLERİ

4.3.7. BEŞERİ SERMAYE POLİTİKALAR

4.3.7.1. NÜFUS POLİTİKALAR

Nüfus politikaları kavramı ile, devletlerin bilinçli olarak nüfusun niceliği, niteliği ve dağılımını etkileyen kararlarının tümü anlaşılmaktadır.Nüfus politikaları ile ilgili ilk sistematik çalışma Thomas Malthus’un 1798 yılında basılan “Nüfusun Prensibi Üzerine” adlı kitabı ile ortaya kondu. Malthus’a göre, nüfus –kontrol altına alınmazsa- geometrik hıza artarken (1, 2 , 4 , 8, 16, 32, 64, 128, gibi) doğal kaynaklar aritmetik olarak artmaktadır (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, gibi). Nüfus, doğal kaynakları aşma eğilimindedir ancak bazı nedenlerle aşamaz. Malthus bu nedenleri üç grupta açıklar. Birincisi, doğanın kontrol araçları tarafından yapılan pozitif sınırlamadır. İnsan nüfusu aynı bitki ve hayvanlarda olduğu gibi doğanın taşıyabilme kapasitesi ile sınırlandırılır. İkincisi savaşlar, “sefalet” ve “günah” gibi ölüm oranlarını artıran negatif sınırlamadır. Malthus’un nüfus kontrolü için benimsediği koruyucu sınırlama ise doğum oranlarını düşüren ahlaki sınırlamalardır. Ahlaki sınırlama, temel olarak “evliliğin geciktirilmesi” yani ailenin yeterli şekilde desteklenmesinin mümkün olacağı zamana kadar ertelenmesi ve bu yoldan doğum artışının yavaşlatılmasını öngören yeni bir koruyucu sınırlamadır. Malthus toplumda ortaya çıkan yoksulluğun nüfus artışından kaynaklandığını savunur. Ancak tarihsel olarak nüfus büyüklüğüne bakıldığında Malthus’un bu savının tam tersi ile karşılaşılır. Toplumların yaşama standartları iyileştiği ve fazla çocuk doğurmanın gerekli olduğu toplumsal koşullar kalktığı zaman nüfus artışının azaldığı ve sabitlendiği görülür. Malthus’un yaklaşımındaki diğer sorun dünyanın insanları besleme kapasitesi hakkındadır. Tarımda ve endüstride meydana gelen ilerlemeler dünyanın gıda kapasitesinin Malthus’un düşündüğünden çok daha yükseklere çıkmasını sağlamaktadır. 1

Nüfus artış hızı düşmediği sürece az gelişmiş ülkelerin geri kalmışlıktan asla kurtulamayacağı düşüncesi 1960’lardan itibaren egemen oldu. Çünkü, gelişmiş ve geri kalmış ülkeleri birbirinden ayıran en önemli toplumsal ve ekonomik değişkenlerden birisi nüfus büyüklüğü ve yapısı olarak belirlendi. Diğer bir ifade ile, gelişmiş bölgelerin dünya nüfusu içindeki payının az olduğu gelişmiş ülkelerdeki nüfus artış hızının gelişmekte olan ülkelerdekine göre oldukça düşük olduğu yapılan

1 Vural Savaş, İktisatın Tarihi, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, Avcıol Basım Yayım, Yayın No.10 İstanbul, 1997, s. 71.

araştırmalarla ortaya çıkarıldı. Nüfus artış hızı düşmediği sürece az gelişmiş ülkelerin geri kalmışlıktan asla kurtulamayacağı düşüncesi 1960’lardan itibaren önem kazanmakta ve nüfus artış hızındaki aşırılığın ülkeler arasındaki ekonomik dengesizliği giderme çabalarını engellediği ileri sürülebilmekteydi. Hali hazırda az gelişmiş ülkelerdeki % 0,2-3 arasındaki nüfus artış hızının ekonomiye çok büyük yük getirdiğine inanılmaktaydı. Nüfus ile kalkınma arasında kurulan bu bağ çerçevesinde tek çözümün doğurganlığın azaltılması olduğu savunuluyordu.1

Nüfus artış hızı, ekonomik gelişmeyi ve bununla ilgili olarak iş gücü artışını, sermaye birikimini, teknolojik gelişmeyi ve doğal kaynakların kullanılmasını etkileyen bir unsur olarak ele alınmaktadır. Kişi başına düşen gelir kalkınmanın ve gelişmenin en önemli göstergesi olarak kabul edilmektedir. Eğer nüfus azalırsa, doğal olarak kişi başına düşen gelirin de artacağı var sayılmaktadır. Ancak yapılan araştırmalarda nüfus artışının sadece tüketim açısından olumsuz olarak değerlendirilemeyeceğini, aynı zamanda üretim açısından da olumlu etkileri olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Ekonomik koşulların iyi olduğu durumlarda nüfus artışının, Gayrı Safhi Milli Hasıla’nın (GSMH) daha hızlı artmasına sebep olabileceğini göstermektedir. Örneğin Sahra Afrikasının GSMH açısından en zengin on ülkesindeki nüfus artış hızı, en fakir on ülkesindeki nüfus artış hızı ile aynı ya da daha yüksektir. Bu nedenle yoksulluk nüfus artış hızının yüksek olması ile açıklanamaz.2 Buda üstü örtülüde olsa ülkenin ekonomik yapısının kalkınma ve gelişmede her şeyden önemli olduğunu göstermektedir.

Nüfus politikasının yukarıda da ifade edildiği gibi esas amacı, insan sayısının azaltılmasıdır. Sayı azalırsa, bölünecek dilim sayısı da azalacak ve her eksilen bir kişi için, diğerlerinin payına fazladan bir ekleme söz konusu olacaktır. Bu açıdan nüfus politikaları gelişim ve kalkınma için ve bunlara bağımlı oranda artan veya azalan gelir ve dağılımı açısından büyük önem taşımaktadır.

1 Ebru ÖZBERK, Nüfus Politikaları Ve Kadın Bedeni Üzerindeki Denetim, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2003, s.36 2 Ebru ÖZBERK, a.g.e. s.46

Günümüz dünyasındaki tüm ülkeler, hızlı bir gelişim ve kalkınma için nüfus politikalarıyla da nüfus artış hızını düşürmeye çalışmaktadırlar. Örneğin dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin de, tek çocuktan fazlası için para cezası uygulaması otuz yılı aşkın bir süredir uygulanmaktadır. Bu politikaları uygulayarak nüfus artış hızını kontrol altına alan Çin günümüz dünya ülkeleri arasında ekonomisi en hızlı gelişen ve ihracat fazlası veren bir ülke konumuna gelmiş bulunmaktadır. Eğer bu uygulama Çin gibi dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesinde uygulanmasaydı, belki de bugün Çin’in nüfusu 4-5 milyarı bulur ve dünya nüfusu da bir o kadar artardı. Haliyle daha yoksul ve kişisel gelir seviyesi daha da düşmüş bir noktada olurdu. Buda nüfus politikalarının ülkeler açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Reel gelirin artışında nüfus politikasının önemli olduğunu gösteren bir noktaya daha değinmekte fayda vardır. Sermaye birikiminin yetersizliği az gelişmiş ekonomilerde iktisadi alanda kalkınmaya engel olan faktörler arasında sayılmaktadır. Kalkınmış ekonomilerin sermaye birikimi yılda milli gelirlerinin %10’u civarında olduğu ve yıllık sermaye birikiminin milli gelir artışındaki payının yılda %25 olduğu hesaplanmıştır. Çünkü bu gelişmiş ekonomiler de milli gelir ortalama %2 oranında artmaktadır. Bu itibarla gelişmiş ülke ekonomilerinde sermaye birikimi iktisadi kalkınma açısından bilindiği gibi çok önemli bir rol oynamamaktadır. Çünkü, sermaye birikiminin milli gelir artışındaki hissesi %25’i geçmemektedir. Bununla beraber, az gelişmiş ülkelerde sermaye birikimi iktisadi kalkınmayı gerçekleştirmek ve ekonomiye ilk kalkınma hızına büyük itişi “big push” verebilmek bakımından ve iktisadi kalkınmanın kendini besler hale gelmesini sağlamak yönünden önemlidir. İktisadi kalkınma bir kere harekete geçtikten sonra, bu kalkınmanın devamında nüfus sürükleyici bir kuvvet haline dönüşmektedir. Çünkü, nüfus bu yönüyle ekonominin pazarı, diğer yönüyle işgücüdür. Nitekim II.Dünya Savaşı’ndan sonra hızla kalkınan Japonya, İtalya, Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde nüfus, ücretler genel seviyesinin düşük kalarak, müteşebbislerin kazançlarının artması kişisel gelir dağılımında olumsuz ancak fonksiyonel gelir dağılımında müteşebbisler lehine olumlu bir durum olmuş ve müteşebbislerin kazançlarını yatırımlara aktarabilmeleri bakımından önemli rol oynamıştır. Bu durum da işgücüne talep artmış, ücret farklarını azaltmış, işçilerin kültür ve teknik bilgilerinin gelişmesi verimliliklerinin

yükselmesine sebep olmuş ve bunların sonucunda da reel gelirlerinin artmasını sağlamış ve kişisel gelir dağılımına da olumu olarak yansımıştır.1