• Sonuç bulunamadı

Metodolojik Devrim: Gelenekselcilik-Davranışsalcılık Tartışması

2.3. Uluslararası İlişkiler Disiplininde “Büyük Tartışmalar” ve Realizm

2.3.2. Metodolojik Devrim: Gelenekselcilik-Davranışsalcılık Tartışması

20. yüzyılın başında Amerikalı psikolog John Watson’ın psikoloji alanındaki çalışmalarıyla ortaya çıkan Davranışsalcılık, psikolojinin objektif bir bilim dalı olabilmesi için insan davranışlarının incelenmesi gerektiğini öne sürmüştür (Şen, 2014: 19). B.F. Skinner tarafından geliştirilen bu yaklaşıma göre, bilinç ve zihin durumlarının incelenmesi ile insan psikolojisine dair bilimsel yargılar geliştirilemezdi. İnsanın eylemleri, durumu ve çevresi, kısaca davranışları temel alınmalıydı. Böylece metafizik değerlerin psikoloji bilimini etkilemesi de önlenecekti (Tanrısever, 2010: 94). Diğer bilim dallarında da yankı bulan Davranışsalcı yaklaşımın Uluslararası İlişkiler’de etkili olması ise 1950’li yıllardan itibaren söz konusu olmuştur.

“Davranışsalcı Uluslararası İlişkiler yaklaşımının bilim anlayışını ve bu anlayışın başlıca uygulamalarını ortaya koyan önde gelen araştırmacıların

37

katıldığı, 1-4 Temmuz 1966 tarihleri arasında yapılan, ‘Uluslararası İlişkilere Yeni Yaklaşımlar’ konulu Norman Wait Harris Konferansında, Davranışsalcılığın Uluslararası İlişkiler’de nasıl bir bilim anlayışını savunduğu net bir şekilde ortaya konulmuştur.” (Tanrısever, 2010: 101). Aynı dönemde Gelenekselciliğin ve Davranışsalcılığın önde gelen temsilcileri Hedley Bull ve Morton Kaplan arasında bu konuyla ilgili ciddi bir entelektüel tartışma da yaşanmaktaydı.

“Disiplinin varsayımlarına ilişkin disiplin-içi uzlaşma, ilk büyük tartışma olan İdealizm-Realizm tartışmasında sağlanmışken, Gelenekselcilik- Davranışsalcılık tartışmasını disiplinin diğer disiplinler ve okuyucular karşısında deyim yerindeyse rüştünü ispat etme mücadelesi olarak görmek yerinde olacaktır.” (Tanrısever, 2010: 90).

Davranışsalcı Okul’un görüşlerini benimseyen Morton Kaplan ve David Singer gibi düşünürler Uluslararası İlişkiler disiplini için bilimsel araştırma yöntemleri geliştirmeye, istatistiki ve kantitatif yöntemler aracılığıyla Uluslararası İlişkiler hakkında genel yasalar bulmaya ve düzenlilikler belirlemeye çalışıyorken, Hedley Bull ve onun gibi düşünen Gelenekselciler kavramsal ve yorumsal yargının sistemli veri toplanmasından daha önemli olduğunu, dünya politikasının karmaşıklığını, olumsallığın rolünü ve her tarihsel ortamın biricik doğasını vurguluyordu. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Gelenekselciler, Davranışsalcılara yönelttikleri tüm eleştirilere rağmen kendileri de alternatif bir Uluslararası İlişkiler anlayışı ortaya koyamamıştı (Yalvaç, 2016: 46).

Uluslararası İlişkilere dair İdealist ve Realist yaklaşımları “Gelenekselcilik” kavramı altında metodolojik bir eleştiriye tabi tutan Davranışsalcılığın Uluslararası İlişkiler disiplinine uyarlanmasında etkili olan başlıca gerekçeler J.E. Dougherty ve R.L. Pfaltzgraff’a göre şu şekildedir (Aktaran Tanrısever, 2010: 95-96):

Öncelikle, o zaman dek var olan yaklaşımlar disiplinin sorunlarını tanımlayıp çözmekte yetersiz kalmışlardı. Geleneksel yöntemler kullanan araştırmacılar sorunları tanımlayabilseler bile sistematik olarak nasıl inceleneceğini ortaya koyamıyorlardı. İkincisi, geleneksel çalışmalar 19. yüzyıl sömürgecilik döneminin güçler dengesi yaklaşımına dayalı uluslararası sistemi ve değerleri veri alınarak gerçekleştiriliyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasında

38

ABD önderliğinde kurulan dünya düzenini açıklamakta yeterli bir kuramsal çerçeve sunamıyordu. Üçüncüsü, kuramsal yetersizlik devletlerin karar alıcılarını kuramları göz ardı etmeye ve pragmatik tavırlar sergilemeye yöneltiyordu ve bu durum kuramsal gelişmeyi de engelliyordu. Dördüncüsü, Uluslararası İlişkiler literatürü insan doğası gibi uluslararası ilişkiler ile ilgisi olmayan ve geçerliliği sınanmamış varsayımlar veri alınarak oluşturulmuştu. Bu varsayımların geçerliliklerinin sınanması gerekiyordu. Beşincisi, disiplinin terminolojisinde bir uzlaşma yoktu ve bu da, disiplin-içi iletişimi zorlaştırıyordu. Altıncısı, ortak bir terminolojinin olmaması Uluslararası İlişkiler literatüründe ciddiye alınabilecek bir bilgi birikimi oluşmasını da güçleştiriyordu. Sonuçta, diğer disiplinlerde yaygın olarak kullanılan nicel yöntemlerin ve kuramsal çerçevelerin Uluslararası İlişkiler’de kuram oluşturma anlamında devrim niteliğinde bir etkisi olacağı düşünülüyordu.

Geleneksel Uluslararası İlişkiler araştırmalarında doğa bilimlerindeki anlamıyla bilimsel yöntemler neredeyse hiç kullanılmıyor, bu da Uluslararası İlişkiler’in gerçek bir bilim dalı olarak tanımlanmasını zorlaştırıyordu. “Örneğin, Finnegan’a göre, Davranışsalcı devrim olmadan önce Uluslararası İlişkiler yazınında bilimsel metot kullanılan çalışmaların oranı %10’a bile ulaşamamıştı.” (Aktaran Özlük, 2009b: 204).

Uluslararası İlişkiler’de Davranışsalcı devrimin 1960’lı yıllardan itibaren ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de 1950’li yıllarda yaşanan elektronik alanındaki teknolojik gelişmelerdi. Söz konusu gelişmeler sayesinde bilgisayarlar, geniş veri tabanlarının aktif biçimde çözümlenebilmesi noktasında Davranışsalcı araştırmacılara güven vermekteydi. Yeni nesil araştırmacılar, güvenilir bilgi üretiminin gözlemlenebilir verilerin toplanması ile mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Gözlemlenebilir verilerin toplanarak bu verilerdeki düzenliliklerin ortaya çıkarılması ile bilimsel teoriler oluşturulabilirdi. Bu tür bir teori, Realizm’de olduğu gibi önkabullere dayalı varsayımlar ile kurulamazdı. Realizm’in insan doğasına dayanan teorik çerçevesi eleştiriliyor, gözlemlenemeyecek olan hiçbir şeye yer verilmemesi gerektiği savunuluyordu. Doğa bilimlerindeki ve fizikteki gözleme dayalı araştırma yöntemlerinin Uluslararası İlişkiler’e uyarlanması düşünülmüş ve böyle bir uyarlama ile disiplinin daha bilimsel olacağı varsayılmıştı (Tanrısever, 2010: 100-101).

39

Davranışsalcılara göre İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin “İdealizm- Realizm” perspektifinden okunması son derece arkaik bir yaklaşımdı. Zira her iki yaklaşım da analizlerinde bilimsel yöntemler kullanmıyordu. Sözel anlatılara dayalı yorumlar üzerinden dünya siyasetini analiz etmeye çalışan bu yaklaşımlar bilimsel olmadıkları gerekçesiyle Davranışsalcılar tarafından eleştirilmişlerdir.

Davranışsalcılara göre, “nicel tekniklerin kullanımı yoluyla Uluslararası İlişkiler kuramları ideolojik, öznel ve tarihsel önermelerden çok bilimsel, nesnel ve evrensel önermelere dayanacaktı.” (Tanrısever, 2010: 102).

1950’li yılların başından itibaren Davranışsalcı devrimin fitilini ateşleyen çalışmaların yapıldığı platformların sayısı artarken, çalışmaların içerikleri de çeşitlenmeye başlamıştı. Karar alma yaklaşımından sistem teorilerine, oyun teorilerinden simülasyona, veri depolamadan çoğulcu güvenlik yaklaşımına kadar uzanan yelpazede Davranışsalcı devrimin etkileri hissedilmekteydi. Bununla birlikte, Davranışsalcılığın Uluslararası İlişkiler ve dış politika çalışmalarına yönelik en büyük katkısı “Çatışma çözümlemesi” olarak adlandırılan konuda hayata geçirilen çalışmalarda görülmüştü (Özlük, 2008: 384-385).

Uluslararası İlişkiler disiplini İdealist ve Realist yaklaşımlar üzerinden ontolojisini ve dünya siyasetine dair temel varsayımlarını netleştirirken 1950’lerden itibaren Davranışsalcı akımın başkaldırısı ile karşılaşmış; “Gelenekselciler” olarak adlandırılan İdealist ve Realist yaklaşımların metodolojisine yönelik eleştiriler söz konusu olmuştur. Bu dönemden itibaren disiplinde yaşanan “Metodolojik Devrim” ile birlikte ampirist epistemolojiye dayalı bir metodolojik pozisyon olarak Pozitivizm, araştırmalarda izlenen bilimsel bir yöntem olarak varlığını kabul ettirmiş ve disiplinde hâkim metodoloji konumu edinmiştir. Söz konusu dönemde yaşanan “Davranışsalcı Başkaldırı” ve “Metodolojik Devrim”in anlamı Uluslararası İlişkiler’de Pozitivist metodolojinin yerleşmesi ve egemen hale gelmesidir.