• Sonuç bulunamadı

Disiplinde Teorik Çeşitlilik Olgusu

2.4. Teorik Çeşitlilik Bağlamında Disiplinin Gelişimi ve Geleceği

2.4.2. Disiplinde Teorik Çeşitlilik Olgusu

Uluslararası İlişkiler teorisinin tarihsel bir analizini yapmaya girişen Torbjorn L. Knutsen, Uluslararası İlişkiler teorisinin (diğer toplum bilim alanları gibi), daimi sınırlılık arz eden bir konu hakkında durmadan bilgi toplayarak evrilmediğini ve zaman-mekân bağlamında çeşitlilik gösterdiğini tespit etmiştir. Ona göre, Uluslararası İlişkiler teorisinin tarihi seyrini izlemek bukalemun avlamaya benzemektedir. Girişimini bir mozaiğin tamamlanmasına yönelik bir çaba olarak niteleyen Knutsen, Batı düşüncesindeki analitik bir geleneğin izini sürdüğünü belirtmektedir (Knutsen, 2015: 20-21). Knutsen, Batı tarihini Uluslararası İlişkiler disiplinini merkeze alarak analiz etmiştir.

Bu konuda benzer bir tespiti Mustafa Aydın da yapmaktadır:

“Uluslararası İlişkiler disiplini önceden belirlenmiş bir konu bütünlüğü çerçevesinde sürekli toplanan bilgilerin bir araya gelmesiyle büyüyen, gelişen bir bilim dalı değildir. Daha çok, aynı anda birbirinden farklı konuların, birbirinden daha farklı açıklamalarının sürekli bir çatışma ve çekişme içinde oldukları bir alandır. Benzer şekilde, dünya politikası ve komşu disiplinlerdeki yönelimler daha önce hem kullanışlı hem de entelektüel olarak geçerli görülen yaklaşımları geçersiz kıldığında, temel yeniden gözden geçirmelere tanık olmuş bir alandır. Bu nedenle, Uluslararası İlişkiler teorisi, geçmişten çekirdek olarak alınıp olgunluğa erişinceye kadar geçirdiği safhaların açıklandığı bir prensipler dizisi halinde sunulamaz. Yapılabilecek olan, geçmiş gözlemcilerin uluslararası politikanın doğası ve mantığını anlamak için kullandıkları farklı ve dağınık yolları ve metotları gözler önüne sermektir.” (Aydın, 1996: 91).

53

Bir “Atlantik Fenomeni” ve “Amerikan Sosyal Bilimi” olarak değerlendirilen ve Anglo-Sakson bir kimliğe sahip olduğu belirtilen Uluslararası İlişkiler, Batı düşüncesinin ürünü olan bir bilim dalıdır ve hâkim teorik geleneği de Realizm’dir. Disiplinin gelişimi ise adeta Kenneth Waltz’un “Teoriden sonra kalan her şey onun peşinden gider” sözünü doğrulamıştır. Zira bir anlamda, Realist paradigmanın ortaya çıkması ile disipliner kimliğini kazanmış olan Uluslararası İlişkiler’de, diğer teoriler Realizm’e yazılan reddiyeler ve şerhler görünümündedir (Ersoy, 2016: 183). Bununla birlikte, Fuat Keyman’ın “Eleştirel Dönem” (Keyman, 2010: 227-228) olarak adlandırdığı 1990’lar sonrası dönemde Uluslararası İlişkiler’de teorik çeşitliliğin bir hayli arttığı ve buna bağlı olarak da Realist paradigmanın hâkim konumunun sarsıldığı görülmektedir.

Uluslararası İlişkiler’de Eleştirel Dönem, entelektüel ve kültürel hayatta “Postmodernizm” kavramının ortaya çıktığı döneme tekabül etmektedir. Fredric Jameson, Postmodernizmi, “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak tanımlamıştır (Jameson, 1990: 59). Küresel kapitalizmin felsefesi olarak da tanımlayabileceğimiz Postmodernizm ile ilgili Nilüfer Göle şunları yazmıştır (Nilüfer Göle’den Aktaran Emeklier, 2011: 185): “Postmodernizm halihazırda Batı modernliğinin Aydınlanma geleneğinden ayrışmasını ifade etmektedir. Ancak Postmodernizm içeriden bir bakış, Batı ürünü bir modernlik eleştirisi olması sebebiyle, modernliğe neredeyse doğal bir bağlılık, sadakat göstermektedir; hatta bir tür ‘süper-modernizm’dir diyebiliriz…”

Modernitenin Batı-içi eleştirisi olarak da yorumlanabilecek Postmodernizm, Batı’nın üstyapı değerlerini yapısöküme uğratan ama bu değerlerin yerine ne koyulacağı konusunda net olmayan bir geçiş döneminin felsefesidir. Bunun Uluslararası İlişkiler’e yansıması ise egemen anlayışların sarsılması şeklinde olmuştur. Realist teori geleneğinin ve Pozitivist metodolojinin egemen konumlarının sarsılması ile birlikte disiplinde müthiş bir teorik çeşitlilik ortaya çıkmıştır.

“Eleştirel teorisyenler doğal bilimler ile sosyal bilimler arasındaki farklılığın ortaya çıkardığı sorunları giderme ve insan ile doğa arasında bağlantı oluşturarak, bilimi bir bütünsellik içerisinde inceleme arayışına girmişlerdir. Yaklaşımlarında, süregiden sosyal ve siyasal moderniteyi sorgulayan bir tavır benimseyen eleştirel teorisyenler, kendilerini Marksizm’e

54

yakın bulmakla beraber, Ortodoks bir Marksizm çizgisinde durmamış ve hatta ilk eleştiri alanını Marksizm’in içerisinde bulmuşlardır.” (Arıboğan, 1998: 238).

“Eleştirel Teorinin Uluslararası İlişkiler disiplini açısından anlam kazanması ise 1980’li yıllarda gündeme gelmiştir. Genellikle Kenneth Waltz’un Neo-Realizm’ine bir alternatif olarak geliştirildiği söylenen Eleştirel Uluslararası Teori, Robert Cox, Richard Ashley, Andrew Linklater gibi isimlerin öncülüğünde, son dönemlerde üzerinde en hararetli tartışmaların yapıldığı iddiaların kaynağı olmuştur.” (Arıboğan, 1998: 239). Eleştirel Teori sadece geleneksel teori geliştirme biçimlerine başkaldırmamış, aynı zamanda eleştiri-odaklı genel bir özgürleşme tahayyülü de ortaya koymuştur.

“Uluslararası İlişkiler alanında yakın dönemin en önemli metodolojik sorunlarına değinen Eleştirel Teori, disiplinin bilimselliğini kazanma sürecinde çok önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek teori geliştirme sorunsalı, gerekse kullanılan kavramlar üzerindeki belirsizliklerin tanımlanması açısından, Uluslararası İlişkiler disiplininin ciddi bir değerlendirmesini yapan eleştirel teorisyenler, bundan sonra oluşturulacak teoriler için de bir başlama noktası oluşturmuştur.” (Arıboğan, 1998: 246).

Bilgi ve çıkar arasındaki ilişkiyi araştıran Eleştirel kuramcılara göre, bilgi arayışı doğası gereği politiktir. Bağımsız kuram oluşturmak imkânsızdır ve gerçeğe aykırıdır. Bazı eleştirel kuramcılar, birçok Pozitivist akademisyenin benimsediği görüşler itibariyle doğrularla ilgili iddialarında taraflı olduğunu ve belirli dünya düzenlerini meşrulaştırma amacına dönük küresel ideolojik planların bir parçası olabileceklerini öne sürmüştür. Eleştirel kuramcılar, egemenlik kurma amacındaki ideolojileri bilimsel kuramlar olarak gösteren bu tür aldatmacaların foyasını meydana çıkarmayı, daha derin analizlere tabi tutmayı ve kuram olarak lanse edilen bu ideolojilerin hangi sınıfa ya da elit çıkarlara hizmet ettiğini açığa çıkarmayı bir görev olarak benimsemişlerdir (Viotti ve Kauppi, 2016: 332).

Dolayısıyla, eleştirel kuramcıların ana akım Uluslararası İlişkiler ile ilgili eleştirileri, genellikle, devletlere ve devletler arası ilişkilere meşruluk tanıyan Realistlere ve Neo-Realistlere yönelik olmuştur. Bazı eleştirel kuramcılar aslında bunları kuram olarak bile görmemektedir. Bunlar devletlere, belirli

55

sınıflara ve onların elit çıkarlarına hizmet eden ve kendilerini kuram gibi lanse eden göstermelik hikâyelerdir (Viotti ve Kauppi, 2016: 333).

Bununla birlikte, Eleştirel Teori Postmodernizm’den ayrı tutulabilir çünkü birçok eleştirel kuramcı çalışmalarında sıkı metodolojik kriterler benimsemektedir, Pozitivizmi tamamen reddetmemişlerdir ve fakat entelektüel öncüleri ve temel varsayımları bağlamında eleştirel kuramın perspektifleri Uluslararası İlişkiler’deki Postmodern mantalite ile örtüşmektedir (Viotti ve Kauppi, 2016: 333).

Üst-anlatıları reddeden Postmodernistler ise bilgiye ulaşma yöntemi olarak Pozitivist metodolojiyi tamamen reddetmektedirler. Postmodernistler, Realist ve Liberal paradigmaların devlete öncelik tanıyan, Uluslararası İlişkiler kuramı oluşturmada devleti ontolojik bir olgu olarak sunan bakış açısına karşı çıkmaktadırlar (Viotti ve Kauppi, 2016: 335).

Ne var ki, Mustafa Aydın’a göre, özellikle Postmodern yaklaşımların uluslararası ilişkilerde giderek önem kazanması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Uluslararası İlişkiler teorisinin dünya politikasının karmaşası karşısında henüz tatmin edici bir açıklama getirememiş olması, disiplinin geleceğini giderek daha da belirsizleştirmektedir. Bir taraftan “teorileşmeyi reddeden” ve var olan teorileri yerle bir etmeye çalışan Postmodernizm’in saldırıları, öte taraftan giderek artan disiplinlerarası çalışmalar ile “sınır problemi”nin yerini “sınırın korunması” problemine bırakması sonucu artık disiplinin teorileşememesinden değil, fakat varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğinden endişe duymak gerekmektedir (Aydın, 1996: 113-114). Mustafa Aydın, bütün Uluslararası İlişkiler teorisyenlerinin, özellikle de Post- yapısal ve Postmodern yazarların yaptıkları tek önemli şeyin, disiplinin görünüşte sonsuz tarihsel yorumlarını ve yaklaşımlarını yeniden üreterek öğrenci için Uluslararası İlişkiler’in bir bütün olarak çalışılmasını derece derece zorlaştırmak olduğunu yazmıştır. Bu karmaşa karşısında Mustafa Aydın, Uluslararası İlişkiler’de daha fazla teorileşme için bir çağrı yapmaktadır (Aydın, 1996: 114).

1966 yılında Martin Wight’ın sorduğu “Niçin Uluslararası Teori yok?” sorusunun üzerinden yarım asır geçmiştir ve bugün Uluslararası İlişkiler’de teorik bir sefaletten artık bahsedilemez. Bugün birçok farklı Uluslararası İlişkiler teorisi vardır ve bunların birçoğu Uluslararası İlişkiler’in kavramsal

56

yoksulluğunu aşmış olan teorilerdir (Burchill ve Linklater, 2015: 22-23-24); ayrıca, bütüncül ve homojen teorik gelenekler de değillerdir, ekol-içi farklılıklara sahiptirler, kendi içlerinde alt-ekollere ayrılmışlardır. Öyle ki, bazen bu ekol-içi farklılıklar, yaklaşımın disiplindeki diğer temel yaklaşımlarla olan farklılıkları kadar büyük olabilmektedir. Bu çok da anormal bir durum değildir. Heterojenlik bu yaklaşımlara güç katmakta ve donuklaşmayı önlemektedir (Burchill ve Linklater, 2015: 36-37).

Ortaya çıkan teorik çeşitlilik sonucunda hâkim hale gelen bir eğilim de disiplini diğer alanlardan soyutlanmış durumundan kurtarmak için disiplinler- arasılığı ve çok-disiplinliliği kucaklamak şeklindedir (Burchill ve Linklater, 2015: 43). Küreselleşme tarihindeki son aşama, düşünürleri çok-disiplinliliğe doğru atılan bu adımı daha da derinleştirmeye zorlamakta ve bu gelişmelerin neticesinde de Uluslararası İlişkiler disiplininin sınırları tartışmalı hale gelmekte, disiplin-altı birçok alanda ise sınırlar ana hatlarıyla yeniden çizilmektedir (Burchill ve Linklater, 2015: 43).

Aslında Uluslararası İlişkiler hem doğuş hem de gelişim sürecinde inter- disipliner bir karaktere sahip olmuştur. Uluslararası İlişkiler’in inter-disipliner karakteri o denli belirgindir ki, Caroline Kennedy-Pipe, Uluslararası İlişkiler’in gerçekte bir disiplin olmadığını, onun bir disipline benzemekten çok, farklı disiplinlerin buluştuğu ya da kesiştiği bir alan olduğunu ileri sürmektedir (Aktaran Özlük, 2016b: 92). Dolayısıyla, Uluslararası İlişkiler’de inter- disipliner yaklaşımların sayısının giderek artması abartılacak bir sorun da değildir. Bu, sadece Eleştirel Dönem’e has bir eğilim olmayıp, oluşumundan günümüze dek disiplinin yapısına içkin bir özelliktir ve daha ziyade disiplinin ontolojisindeki genişlikle ilgili bir konudur. Bir avantaj olarak değerlendirilebilir.

Uluslararası İlişkiler’i iktidar ilişkileriyle iç içe geçerek yapılandırılmış bir alan olarak gören Ole Waever, disiplinin tarihinin bayrak yarışını andıran teorik tartışmalar üzerinden yazıldığını (Waever, 2016: 335), bunun disiplinde tutarlılık ve bütünleşik bir yapı oluşturduğunu belirtmekte, disiplinin yapısını oluşturan bir unsur olarak tartışmacılığın, teorilerin derin biçimde kavranması açısından da gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Temel olarak, teorilerin iktidar odakları ile olan ilişkilerinin tespit edilmesi gerektiğini ifade etmektedir (Waever, 2016: 348). Disiplinin “Prens’in Danışmanlığı” gibi klasik bir araç

57

olarak algılanmasının doğru olmadığını vurgulayan Waever’a göre, teorik yaklaşımların dünya siyasetinde uygulanabilir olması da gerekir. Uluslararası İlişkiler çalışmaları Uluslararası İlişkiler hatırına yapılmamalı, dünya siyasetinde pratik bir karşılığı da olmalıdır. Bununla birlikte, dünya siyasetiyle doğrudan bağlantı adına teoriden vazgeçmek de doğru değildir. Disiplinde ideal olan, teori aracılığıyla ilişkilenmektir (Waever, 2016: 355-356).

Ne var ki, Uluslararası İlişkilerin aslında aşırı derecede teori eğilimli olduğunu ve adeta bir teori fetişizmine saplandığını da vurgulamak gerekir (Özlük, 2016b: 96). Pratikten kopuk ve pratikte karşılığı olmayan bir teori ya da teorileşme sürecinin disiplin açısından pek bir anlam ifade etmeyeceği açıktır. Teori fetişizmi ve pratikten kopuk bir teorileşme saplantısının Uluslararası İlişkiler’de teorik parçalanmaya/ufalanmaya yol açtığı gözlenmekte, bu sorunu aşacak bir “Büyük Teori” (Grand Theory) arayışı yerine teorik rekabet körüklenmektedir (Özlük, 2016b: 97).