• Sonuç bulunamadı

Carl von Clausewitz: Siyasi Bir Araç Olarak Savaş

3. BÖLÜM

3.1. Realist Teorinin Tarihsel-Entelektüel Öncülleri

3.1.4. Carl von Clausewitz: Siyasi Bir Araç Olarak Savaş

“Prusya ordusunda generalliğe kadar yükselen ve Napolyon Savaşları’nda (1803-1815) görev alan bir Alman subayı olan Carl von Clausewitz’in tamamlayamadığı eseri ‘Savaş Üzerine’, savaşın tabiatı, teorisi ve unsurları üzerine ayrıntılı, sistematik ve aynı zamanda felsefi bir incelemedir ve modern stratejik çalışmalar disiplininin kurucu metinlerinden biridir.” (Ersoy, 2016: 169). “Clausewitz’in çoğu yazısı 1815’te Napolyon’un mağlup olması ve Clausewitz’in 1830’da Doğu Prusya’da görev yapması için yeniden askere çağrılması arasındaki savaş döneminde kaleme alınmıştır. Clausewitz, başyapıtı olan ‘Savaş Üzerine’yi tamamlayamadan 1831’de ölmüş

78

fakat onun mirası, karısının onun el yazısını yayımlamak için başarılı çabaları sayesinde Realist okullarda temel bir kaynak olarak kalmıştır.” (Viotti ve Kauppi, 2016: 49).

“Napolyon Savaşları’nda görev almış ve general rütbesine ulaşmış Prusyalı bir subay olan Carl von Clausewitz (1780-1831), Niccolo Machiavelli’nin savaş üzerine yazıları ile aynı doğrultuda olarak, savaşın ‘politikanın başka yollarla devamı’ olduğunu savunmuştur. Savaş ya da zor kullanma, politikacıların devletlerinin amaçlarını gerçekleştirmek için mantıklıca seçebileceği bir vasıtadır. Şüphesiz son olmayacaktır. Bu görüş Realist güç ve gücün kullanımı kavramlarıyla yansıtılmaktadır…. Askeriyenin politik bir araç olduğu düşüncesi kadar önemli olan bir şey de ulusal kapasitelerin toplumsal (sosyal ve ekonomik dâhil) yönü yorumuydu. Aynı zamanda, onun ulusal güvenlik problemleri üzerinde durması onu günümüz Realist düşüncesinin merkezine koymaktadır.” (Viotti ve Kauppi, 2016: 49- 50).

Clausewitz, savaşın sadece politik ilişkilerin bir bölümü olduğunu, dolayısıyla politik ilişkilerden hiçbir şekilde bağımsız olmadığını savunmaktadır: “(…) Savaş hiçbir zaman politik ilişkiden ayrılamaz ve incelemenin herhangi bir yerinde böyle bir şey yapılırsa ilişkilerin bütün bağları bir ölçüde kopmuş olur ve ortaya anlamsız, mantıksız bir şey çıkar…. O halde savaş, kendine özgü kanunlara tabi olmayan, aksine başka bir bütünün parçası olarak kabul edilmesi gereken bir şeydir ve bu bütün de politikadır.” (Clausewitz, 2015: 720-721).

“Savaşlar, nasıl olurlarsa olsunlar, politikanın tezahürlerinden başka bir şey değildirler” diyen Clausewitz’e göre, “Savaşı, politika meydana getirmiştir, politika beyindir ama savaş sadece araçtır.” (Clausewitz, 2015: 723). “Savaş politikanın bir aracıdır; ister istemez politikanın karakterini taşımak zorundadır; her şeyi politikanın ölçüleriyle ölçmelidir; bu nedenle ana hatlarıyla savaşın sevk ve idaresi, kalem yerine eline kılıcı almış, ama yine de kendi kanunlarına göre düşünen politikanın ta kendisidir.” (Clausewitz, 2015: 727).

Clausewitz, diğer çalışmalarında da aynı yönde görüşler ortaya koymuştur:

79

“Savaş, kendi başına buyruk, bağımsız bir olgu değil, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bu nedenle, her büyük stratejik planın ana hatları, doğası gereği büyük ölçüde politiktir ve söz konusu plan tüm savaşı ve tüm devleti kapsadığı ölçüde bu ana hatların politik karakteri öne çıkar. Savaş planı, doğrudan muharip devletlerin siyasi koşullarından ve bu devletlerin diğer güçlerle ilişkilerinden kaynaklanır…. Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir… Siyasi amaç ve ona ermek için elde bulunan araçlar askeri amacı doğurur…. Savaşı, tamamıyla özerk olmayan bir siyasi hareket ve kendi başına işlemeyen, başka bir şey, idari bir el tarafından kumanda edilen hakiki bir siyasi araç olarak görmek zorundayız.” (Clausewitz, 2017: 87-88-89-90).

Faruk Yalvaç’a göre, “Clausewitz’in ‘Savaş siyasetin bir başka şeklidir’ ifadesi devlet egemenliğinin mutlaklaştığı, siyasal alanın en keskin bir şekilde bağımsızlığının oluştuğu, bir başka deyişle kapitalist sistemin tamamen yerleşip ekonomiyle politika arasındaki ayrılığın kapitalizmin bir meşruiyet sistemi olarak kendini sağlamlaştırdığı dönemlere aittir ve bu süreç hâkim egemen devlet söyleminin oluşumunu çok iyi özetlemektedir. Ortodoks Uluslararası İlişkiler kuramı da temel varsayımlarını devletler sisteminin bu jeopolitik ve anarşik yapısı üzerine inşa etmiştir.” (Yalvaç, 2011a: 262).

Savaşı siyasetin dışında bir olgu değil, bizzat siyasetin içinde bir araç olarak değerlendiren Carl von Clausewitz, amaca giden yolda savaşı meşru bir araç olarak görmekte ve böylece bir gerçeklik olarak savaşa olumlu bir yaklaşım getirmektedir. Clausewitz’in savaşla ilgili bu yaklaşımı bir hayli aykırı olmasına rağmen, askeri konulara “Yüksek siyaset” kavramı ile büyük önem atfeden Realist paradigma açısından son derece önemlidir. Clausewitz, Realist ekolün savaş konusundaki tarihsel-entelektüel öncüllerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Burada isimleri sayılan ve düşünceleri özetlenen altı tarihsel kişilik, Realist paradigmanın entelektüel öncülleri olarak kabul edilmektedir. Genel olarak siyasi ilişkilerde ahlaki değerlerin önemini yadsıyan ve olması gerekenden ziyade olana odaklanan bu isimler, kendilerince mevcut durumun tespitini yapmışlar ve siyasi ilişkilere dair yorumlarda bulunmuşlardır. 20. yüzyılda iki savaş arası dönemde ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Realist paradigma bu isimlerin düşünceleri ışığında kuramsallaşmıştır.

80

Sahip olduğu tarihsel derinlik MÖ 5. yüzyıla kadar uzanan Realizm, o dönemden günümüze dünyadaki siyasi ilişkilerin benzer şekilde süregeldiğini kabul etmekte ve moral değerlerin siyasette pek bir etkisinin olmadığını öne sürmektedir. Etik-ahlaki ilkeler üzerinden yapılacak bir dünya siyaseti analizi gerçekleri yansıtmayacaktır. Bilimsel analiz, olması gerekene değil, olana, mevcut duruma odaklanmalıdır. Zira dünya tarihi bu tür bir realitenin sürekliliği doğrultusunda gelişmiş, ahlaki kuralların siyaset üzerinde herhangi bir belirleyiciliği olmamıştır.

Nitekim Thukydides, güçlülerin her istediklerini yapabileceklerini, zayıflarınsa çekmek zorunda olduklarını çekeceklerini belirterek siyasi ilişkilerde gücün önemini belirtmiştir. Peloponnesos Savaşları’nın nedenini Atinalıların güçlenmesinin Spartalılarda yarattığı korku olarak ifade eden Thukydides, Realizm’deki “Güç Dengesi” kuramının öngördüğü savları daha MÖ 5. yüzyılda ortaya koymuştur.

Tarih boyunca güç dengesindeki değişiklikler hep savaşlara yol açmıştır ve bu anlamda güç dengesi bir kararsız denge durumu olarak tarihsel süreçte sürekliliğe sahip bir olgudur. Realist ekolün ilk mensubu ve fikir babalarından biri olan Thukydides, güç kavramına büyük önem atfetmiş ve tarihte Reelpolitik yaklaşımın ilk örneğini ortaya koymuştur.

Benzer şekilde Sun Tzu da, savaş ve hile arasındaki bağlantıya dikkat çekerek savaş koşullarında hile yapılmasına meşruiyet atfetmektedir. Sun Tzu, hile ve casusluk gibi konuları normalleştiren bir yaklaşım ortaya koymuş olmaktadır.

Savaşı bir siyaset yapma biçimi olarak değerlendiren Carl von Clausewitz ise, bir anlamıyla insanlığı savaş gerçekliği ile yüzleştirmektedir. Savaş insana dair bir gerçeklik olduğu kadar aynı zamanda siyasetin de bir aracıdır. Siyasi çatışmaların aldığı bir üst biçimdir, insan çatışmasının en üst görünümüdür.

Bir diğer entelektüel öncül olarak Niccolo Machiavelli ise devlet yönetiminde ahlak olgusunun farklı bir biçimde algılanması gerektiğini öne sürmüştür. Bireysel ahlak ile devlet ahlakı arasında bir ayrıma giden Machiavelli, geleneksel ve dini değerlerin hâkim olduğu bireysel ahlak ilkeleri ile devlet yönetmenin başarılı bir sonuca ulaşamayacağını iddia etmiştir. Başarılı bir devlet yönetiminde hâkim olacak ahlak, devletin varlığını koruması

81

ve geliştirmesi noktasında yararlı olacak bir ahlaktır ve dolayısıyla bireysel ahlakın olumsuzladığı birçok anlayış, devlet yönetimi açısından doğru olabilmektedir. Böylece Machiavelli, devletin bekası için gerekli yeni bir yönetim anlayışı ortaya koymaktadır. Özel alan ile kamusal alanın moralite anlamında ayrıştırıldığı seküler bir anlayış söz konusudur.

Machiavelli böylece, Realist paradigmaya kaynaklık edecek bir devlet anlayışının temellerini de atmış olmaktadır. Devlet merkezli bir paradigma olarak Realizm, Machiavelli’nin düşüncelerinde devletin bekasına, yönetimine ve yönetim ilkelerine dair birçok ortak yön bulmuş, Machiavelli’nin özel ve kamusal alanların moralite değerleri anlamında ayrıştırılması esasıyla ortaya koyduğu yönetim felsefesini benimsemiş ve kuramsallaştırmıştır.

Thomas Hobbes ise temel olarak, kullandığı “doğa hali” kavramı ile Realist paradigmanın bir önkabulü olan “uluslararası anarşi” olgusunun öncülüdür. Devlet yapısında egemen bir üst otoritenin söz konusu olduğunu, dolayısıyla bireylerin yetki ve iradelerini “Leviathan” adını verdiği bir üst otoriteye devrettiğini, böylece “doğa hali”nin son bulduğunu iddia eden Hobbes’a göre devletlerarası sistemde bu tür bir yetki ve irade devri mümkün değildir. Dolayısıyla devletlerarası sistem sürekli bir savaş halinden oluşmaktadır. Bu düşüncenin günümüzdeki yansıması ise Realizm’in “uluslararası anarşi” fikri olmaktadır.

Thukydides’te, Sun Tzu’dave Kautilya’da güç, güçler dengesi ve savaş, Carl von Clausewitz’te savaşın politik karakteri, Niccolo Machiavelli’de devlet ve ahlak, Thomas Hobbes’ta ise uluslararası anarşi gibi konuların izleri bulunabilmektedir. Tüm bunlar Realizm’in kendisini teorize ederken kullandığı tarihsel-entelektüel kaynaklardır ve söz konusu isimler Realizm’in tarihteki öncül entelektüel şahsiyetleridir.

Bu isimlerin ürettiği düşünceler, Realizm’in 20. yüzyılda bir teori olarak kendisini Uluslararası İlişkiler disiplini içerisinde konumlandırırken kullandığı tarihsel-entelektüel kaynaklardır. Realizm, bu isimleri referans alarak aynı zamanda kendisini tutarlı bir tarihsel geçmişe sahip köklü bir paradigma olarak tanımlamakta, analizini yaptığı dünya siyasetini ise “ezelden ebede” giden ve tarihsel sürekliliğe sahip değişmez bir sistem olarak yorumlamaktadır. Böylece kendi teorik açılımına tarihsel bir bütünlük ve tutarlılığın yanı sıra süreklilik de sağlamış olmaktadır.

82