• Sonuç bulunamadı

Disiplinin Geleceğine Dair Görüşler

2.4. Teorik Çeşitlilik Bağlamında Disiplinin Gelişimi ve Geleceği

2.4.3. Disiplinin Geleceğine Dair Görüşler

Ole Waever, “Uluslararası İlişkiler var mıdır?” diye sormakta ve eklemektedir (Waever, 2016: 336): “Post-Enternasyonal, küreselleşmiş ya da uluslararası ilişkilerdense ‘dünya politikası’ ile karakterize olduğunu tartışırken bir disiplinden hangi manada bahsedebiliriz? Dahası, temel teorilerin bir dizisi Uluslararası İlişkiler etiketinin kendisini reddederken ve giderek artan oranda disiplinlerarası alandan yana saf tutarken, Uluslararası İlişkiler disiplininin kendisi neye dönüşür?”

Waever’a göre, ilk soru Uluslararası İlişkilerin hâlâ bir disiplin olup olmadığı, bir disiplin olarak kalma olasılığının bulunup bulunmadığı olmak zorundadır (Waever, 2016: 336). Bu soruyu sormak gerekir çünkü bazı teoriler Uluslararası İlişkiler kavramının kendisine bile direniş göstermektedir (Waever, 2016: 335-336). Bu paradoksal bir durumdur ve bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler’in bilinçli ve iradi çabalar ile yapısöküme uğratılmak istendiğini göstermektedir. Disiplindeki araştırmaların büyük oranda multi- disipliner ve inter-disipliner bir nitelik almış olması disiplinin özerkliğini tehdit etmekte ve bu da birçok uzmana göre bizzat disiplinin varlığının sorgulanmasını getirmektedir. Multi-disipliner ve inter-disipliner kuramsal çalışmaları nedeniyle bir “Şemsiye Ekol” olarak da algılanan Eleştirel Kuram;

58

disiplini ontolojik, epistemolojik ve metodolojik anlamda yapısöküme tabi tutmuş ve bu süreç 1990’lardan itibaren hızlanmıştır. Genel olarak Uluslararası İlişkiler’de Eleştirel Dönem adeta bir “Post-Disipliner Çalışmalar Dönemi”dir. Bu dönemde hâkim paradigma ve yaklaşımlar kadar bir disiplin olarak bizzat Uluslararası İlişkiler’in varlığı da tartışılmaya başlanmıştır. Bu, açıkça Uluslararası İlişkiler disiplininin yapısöküme uğratılması sürecidir, bilinçli ve iradi bir çabanın sonucudur. Bir memnuniyetsizliğin belirtisidir.

Ole Waever bu temel sorun hakkında şunları yazmıştır (Waever, 2016: 341): “Yeni teoriler tipik olarak disiplinin merkezinde değil, disiplinlerin kesişim alanlarında ortaya çıkar ancak sonrasında yeni bir alanın ortak- kurucusu olarak bir kimlik mi belirleyecekleri ya da radikal evsizliklerini mi kutlayacakları veya bir Uluslararası İlişkiler teorisi oldukları iddiasına mı tutunacakları arasında stratejik bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır… ‘Post-Uluslararası İlişkiler’ olduklarını iddia etseler bile, diğerleri açısından bakıldığında bu, Uluslararası İlişkiler içerisinde bir mücadeledir.”

K.J. Holsti’ye göre disiplinde teorik anlamda bir çoğulculuktan çok, bir “dağınıklık” vardır (Aktaran Özlük, 2016b: 95). P.M. Kristensen ise, Uluslararası İlişkiler’in parçalanmış ve kakafonik bir disipline dönüştüğünü belirtmektedir (Aktaran Özlük, 2016b: 96). Disiplin içindeki farklı yaklaşımların sentezine olanak sağlayacak bir diyalogdan ziyade bir monolog durumundan bahsedilmektedir (G. Hellmann’dan Aktaran Özlük, 2016b: 96). Disiplin içinde bir iletişim sorunu olduğu açıktır.

Tüm bu nedenlerle Uluslararası İlişkiler’i sorunlu bir disiplin olarak niteleyen Ken Booth, “tüm akademisyenlerin ‘bölünmüş disiplini’ tekrar bir araya getirme zamanı gelmiştir” şeklinde bir çağrıda bulunmaktadır (Booth, 2015: 328-329). Burada sözü edilen teorik çeşitliliğe rağmen bilgi ve düşünce anlamındaki bir yoksulluğa işaret eden Ken Booth, küresel toplumun geleceği açısından Uluslararası İlişkiler’in yeniden yaratılmasını önermekte, bunun da disiplinin ontolojisinde, epistemolojisinde ve gündeminde bir devrim gerektirdiğini ifade etmektedir (Booth, 2015: 330)

Eleştirel Dönem ile birlikte Uluslararası İlişkiler’in bir kaos yaşadığını fakat bunun “yaratıcı bir kaos” olarak değerlendirilerek geleceğe yönelik bir Uluslararası İlişkiler kuramının oluşturulmasını öneren Ken Booth, dünya siyasetini inceleyen Uluslararası İlişkiler’in siyaset biliminin bir alt-disiplini

59

biçiminde algılanmaması gerektiğini belirtmekte ve “tüm konuların konusu” olarak tanımladığı disiplinin aslında siyaset bilimini de kapsayan geniş bir alan olduğunu iddia etmektedir (Booth, 2015: 339-340).

Devletler arasındaki düzenin ötesinde, artık insanlar arasındaki düzen hakkında düşünülmelidir (Booth, 2015: 341). İnsan odaklı bir yaklaşımla Uluslararası İlişkiler’in yeniden ele alınmasını öneren Ken Booth, bu konudaki en mantıklı yaklaşımı, “Ütopyacı Realizm” olarak tanımlamıştır. Ken Booth, Uluslararası İlişkiler teorisi konusunda şöyle yazmıştır (Booth, 2015: 347): “Uluslararası siyasal kuramın amacı bu nedenle Marx’ın bilimi ile Morgenthau’nun biliminin yakınsamasını Ütopyacı Realizm sanatının içinde gerçekleştirmek yönünde anlaşılabilir: uluslararası siyasal kuramın sorunu dünyayı anlayarak değiştirmeye çalışmak ve dünyayı değiştirerek açıklamaya çalışmaktır.”

Son çeyrek asırdır Uluslararası İlişkiler disiplininin, kendisini inşa eden temellerinden pek çok noktada ayrıldığını, bazı dönüş(üm)lere ev sahipliği yaptığını; tarihsel, sosyolojik, inşacı, dilsel ve kültürel dönüşlerin paradigmatik anlamda disiplindeki değişime yönelik girişimlerin öne çıkan göstergeleri olduğunu belirten Erdem Özlük’e göre, son dönemdeki bu dönüşler içinde, özellikle de Türkçe literatürde en az referans verilen dönüşlerden biri, “Duygusal Dönüş”tür (Özlük, 2016c: 11). Özlük, disiplindeki hâkim (Neo) Realist bakış ve Pozitivist eğilimin aşın(l)abilmesi için, tek bir merkezden ve meta anlatılarla süslenmiş, belirli bir tarihsel süreçten beslenmeye devam eden disiplindeki değişim için bu dönüşlere daha çok ihtiyaç olduğunu yazmıştır (Özlük, 2016c: 11).

Çünkü duygular, dünya siyasetindeki birçok olayda bir analiz parametresi olarak kullanılabilir. Rasyonaliteyi bozan bir unsur olarak görüldüğü için marjinalize edilen ve son çeyrek asırlık döneme kadar ihmal edilen duygular, ana akım yaklaşımların çıkar maksimizasyonu ve güvenlik arayışı gibi argümanlarının ötesinde çok daha geniş ve zengin anlamlar taşımakta; duygu çalışmaları sadece dış politika incelemeleri ya da uluslararası ilişkilerdeki pratik meselelerin analizi açısından değil, Uluslararası İlişkiler disiplininin geleceği açısından da olumlu etkide bulunmaktadır. Duygu çalışmaları, ana akım kuramların dar ve dışlayıcı çerçevesini genişletebilecek, Uluslararası

60

İlişkiler’in inter-disipliner karakterine hizmet edebilecek bir potansiyele sahiptir (Özlük, 2016c: 17).

Ne var ki, devletin insan gibi algılanması ya da devletin antropomorfik bir yapıymış gibi sunulması disiplindeki devletçiliğin en somut göstergelerinden biridir ve duygu çalışmaları da antropomorfizmin tuzağına düşme riskiyle karşı karşıyadır. Oysa disiplinin merkezinde devlet değil, insan yer almalıdır (Özlük, 2016c: 108-109). Duygu ve düşünceleri ile hareket eden insanın düşünsel yapısı kadar duygusal yapısıyla da disiplinde yer bulması, önemli değişimler yaratacak, Uluslararası İlişkiler’i daha insancıl bir karaktere sokacak ve insan merkezli bir disiplin haline getirecektir. Burada kast edilen, “devlet”e insani özellikler atfetmek değil, disiplinde bizzat “insan”ın da duyguları ile yer almasıdır.

Ken Booth’a göre; beyaz erkek Anglo-Amerikan Uluslararası İlişkiler profesörleri tarafından yapılan dünya siyaseti okuması, Afrika’nın savaş yorgunu bir parçasındaki sünnet edilmiş, doğurmaktan bitkin düşmüş, aç genç kadının anlatacaklarından bir hayli farklıdır ve hakikati arayanlar için, güçsüzlerin sessizliğinin güçlülerin bencil sözlerinden anlatacak daha fazla şeyi vardır (Booth, 2015: 333-334).

Büyük ölçüde Batılı bir ideoloji olan uluslararası siyasal kuramın (Booth, 2015: 333), insanı duyguları ile de ele alan insan-merkezli bir siyaset yapma biçimine evrilmek noktasında önemli dönüşümlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Disiplinin yüzyıla yaklaşan geçmişinden ve bugün sahip olduğu teorik çeşitliliğe rağmen yaşadığı var oluşsal sorunlardan alınacak en önemli ders belki de budur.

Disiplinin sahip olduğu teorik çeşitliliği, multi-disipliner ve inter- disipliner kuramsallaşma süreçlerini disiplinin geleceği açısından bir tehdit olarak görmeyen Burchill ve Linklater (Burchill ve Linklater, 2015: 43-44), “Doğru Teori nedir?” sorusuna tek bir doğru teorinin olamayacağı şeklinde yanıt vermekte ve Martin Wight’ın (1991) Uluslararası İlişkiler’e ilişkin gerçeğin tek bir gelenekte bulunamayacağı, aksine, gerçeğin bu gelenekler arasındaki diyalog ve tartışmalar sonucu ortaya çıkacağı görüşünü benimsemektedir (Burchill ve Linklater, 2015: 50-51). Bu, bir anlamda, diyalogu temel alan bir teorik sentez çağrısıdır.

61

Zira bu konuda disiplin içindeki hoşnutsuzluk had safhadadır. Örneğin, Barry Buzan ve Richard Little, 2001’de yazdıkları bir makalede Uluslararası İlişkiler disiplininin gidişatından son derece hoşnutsuz olduklarını belirterek, dışarıdan bakanlara disiplinin “bölünmüş, yönsüz ve kavgacı” gözüktüğünü vurgulamışlardır (Aktaran Şatana, 2015: 16). Farklı araştırma geleneklerinin dini hizipler ya da mezheplermiş gibi bir mücadeleye ve zıtlaşmaya girmiş olması disiplin-içi diyalogu imkânsız hale getirmektedir. Bu konuda, Ruda Sil ve Peter J. Katzenstein 2010 yılında ortaya attıkları “Analitik Uzlaştırmacılık” fikri ile, bir orta yolun bulunabileceğini, disiplin-içi bir kuramsal sentezin mümkün olduğunu öne sürmüşlerdir (Aktaran Şatana, 2015: 13-25).

David Lake de farklı Uluslararası İlişkiler çalışmalarının birbirlerini dışlamak yerine tamamlamak üzerine yoğunlaşması gerektiğini ifade etmiştir (Aktaran Şatana, 2015: 24). Nil S. Şatana ise “Analitik Uzlaştırmacılık” fikrinin metodoloji konusunda da gerekli olduğunu belirterek alet çantasındaki çeşitli aletler benzetmesi ile Uluslararası İlişkiler araştırmalarında çoklu yöntemler kullanılmasını önermiştir (Şatana, 2015: 28). Yöntem kullanımındaki ideolojikleşmenin disiplini kısırlaştırdığını ve yöntem konusuna pragmatik yaklaşılarak çoklu yöntem kullanımının Uluslararası İlişkiler’i kuramsal olarak da zenginleştireceğini belirtmiştir (Şatana, 2015: 28-29).

Uluslararası İlişkiler disiplininde yaşanan krizlerin ontolojik, epistemolojik ve metodolojik nedenlerden kaynaklandığını, ancak bir diğer önemli nedenin de aksiyolojik temellerin ihmal edilmesi olduğunu belirten Erdem Özlük, disiplinde aksiyolojik bir krizden de bahsetmekte ve Uluslararası İlişkiler’de aksiyolojinin ihmal edilmiş olmasını da bilimsel çalışmada nesnellik adına olgu-değer ayrımı yapan Pozitivist metodolojinin egemen konumuna bağlamaktadır (Özlük, 2016b: 91-106).

Pozitivist metodoloji, bir araştırma yöntemi olarak olgu-değer ayrımını benimsediği için Pozitivist kültürün egemenliği altındaki Uluslararası İlişkiler disiplini de değerlerin nasıl çalışılması gerektiği konusuna değil, değerlerin nasıl dışlanabileceği sorusuna yoğunlaşmıştır. Bu ise, Uluslararası İlişkiler’in insan-merkezli bir disiplin olmasını engellemiş, insana dair değerlerin dışlanmasını nesnellik ve bilimsellik adına bir yöntem haline getirmiştir.

Özlük’e göre bu konudaki bir başka sorun da evrensel değerler deyince akla Batı’nın Aydınlanma değerlerinin gelmesidir. Batı’nın kendi değerlerini

62

insanlığa dayatmış olmasının bir sonucu olan bu durum karşısında Özlük, değerlerin evrensel değil yerel, mutlak değil göreceli, sabit değil değişken, tekil değil çoğul olduğu gerçeğini merkeze alarak, disiplinin genel karakterine yansımış rasyonel, pozitivist, dışlayıcı, sessizleştirici ya da marjinalize edici kimliklerden sıyrılmanın mümkün olabileceğini ifade etmiştir (Özlük, 2016b: 102-103).

Bununla birlikte, Eleştirel yaklaşımlar yapısöküm (deconstruction), diyalog (conversation) ve yeniden inşa (reconstruction) araçlarıyla disiplindeki aksiyolojik sessizliği sona erdirmeye çalışmaktadır (Özlük, 2016b: 100-101). Tek ve homojen bir bilgi formu üretmek yerine çoğulcu, çok sesliliğe imkân veren ve farklı bilgi formları üretmeye elveren bir zemin hazırlamış olması Eleştirel Dönem’in Uluslararası İlişkiler’e yaptığı en önemli katkılardan biridir. Çünkü hem sosyal hem de doğal dünya çok çeşitli ve melezdir ve bu çeşitliliği anlamak için tek bir bilgi formu yetersizdir (Özlük, 2016b: 101).

Günümüzde Uluslararası İlişkiler disiplininin tarihine damga vurmuş “Büyük Tartışma” silsilelerinin artık sona erdiği Uluslararası İlişkiler yazarlarının büyük kısmı tarafından benimsenen bir görüştür. Bugün en kayda değer tartışmalar kuramlar / paradigmalar arasında değil, daha ziyade aynı kuramı benimseyen yazarlar arasında sıklıkla da ampirik çalışmalar üzerinden gerçekleşmektedir. Disiplin, herhangi bir kuramın diğeri üzerinde baskın olmaya çalışmadığı, fakat aynı anda pek çok kuramı içinde barındıran çoğulcu bir yapıya bürünmeye başlamıştır. Bu durum, “Kuramsal Barış” olarak da tanımlanmaktadır (Aydın ve Akgül Açıkmeşe, 2015: 2). Aslında “Kuramsal Barış” söylemi, disiplin bünyesindeki kaotik durumun sorunsallaştırıldığını ve bu durumun aşılmasına yönelik bir özfarkındalık oluştuğunu göstermesi açısından son derece önemlidir.

Uzun yıllar boyunca Uluslararası İlişkiler teorisyenlerinin disiplinde yüksek düzeyde bir senteze ulaşmak için verimli bir diyalog kurmak yerine birbirlerini yeterince dikkate almayan bir monologu tercih etmiş olmaları (Burchill ve Linklater, 2015: 18) disiplin-içi bir bölünmeye yol açmış, fakat gelinen süreçte bu durum sorunsallaştırılmış ve birçok Uluslararası İlişkiler uzmanının bilinçli müdahalesi ile disiplinin geleceği açısından ümit vaat eden bir noktaya gelinmiştir.

63

Uluslararası İlişkiler’in disipliner kimliğini koruması bu yöndeki bilinçli ve iradi çabaların artmasına bağlıdır. Dünya siyaseti olarak tanımlanan bir ontolojik alan mevcut olduğu sürece Uluslararası İlişkiler disiplinine olan ihtiyaç da devam edecektir. Önemli olan, bu ontolojik alanı gerçekçi bir biçimde algılayıp tanımlamak ve paradigmatik anlamda diyaloga açık olmak, sekter davranmamaktır. Daha önemlisi, Atlantiğin doğusundaki öznelerin, olayların, olguların ve süreçlerin birer bileşen olarak kabul edilmesi, disiplindeki Amerikan hegemonyasının kesin olarak aşılmasıdır.

64