• Sonuç bulunamadı

MEDENİYETE ORGANİZMACI YAKLAŞIM

ANA BÖLÜM

2. İBN HALDUN’UN MEDENİYET ALGIS

2.6. MEDENİYETE ORGANİZMACI YAKLAŞIM

İbn Haldun’a göre, şahıslar gibi devletlerin de (devletin varlığına bağlı olarak ortaya çıkan hadari toplumların ve bu toplumlara ait medeniyetlerin) tabii bir ömürleri vardır (İbn Haldun, 2009/I: 3-IXV/392). Bu ömür İbn Haldun’a göre yüz yirmi senedir. İbn Haldun, bir hadiste, ortalama insan ömrünün altmış – yetmiş yıl olarak belirtildiğini, ancak, istisnai olarak tecrübenin gösterdiği ve müneccimlerin yıldızlardan edinerek verdikleri bilgilere göre bu ömrün, biraz eksik biraz fazla yüz yirmi yıla kadar çıkabildiğini ifade etmiştir.

İbn Haldun’a göre, çeşitli faktörlere göre değişmekle birlikte, bir devletin ömrü, genellikle üç insan neslinin ömrünü aşmaz. Bir nesil de, bir şahsın ortalama ömrünü aşmaz. Bir şahsın ömrü büyüme ve gelişme döneminin son sınırına ulaştığı kırk yıldır. Bu yaştan sonra artık insan yaşlanmaya başlar ve ölüme doğru yön değiştirir. İbn Haldun, bir insan neslinin kırk yıl olması gerektiği ile ilgili iki delil sunmuştur (İbn Haldun, 2009/I: 3-IXV/392–393): Bunlardan ilki, bir Kur’ân ayetidir: “… Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet güçlü çağına erip, kırk yaşına ulaşınca, dedi ki: ‘Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et; benim için soyumda salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben Müslümanlardanım’.” (Kur’ân, 46/15). İkinci delil, İsrailoğullarının Tih çölünde kırk yıl kalmış olmalarıdır. İbn Haldun’a göre bu süre, bir neslin yok olması ve yerine zilleti görmemiş, ona alışmamış bir neslin gelmesi için gereken süredir. Bu da bir insan ömrüne denk bir süredir.

Devletlerin ömrüne ilişkin teorisini yukarıdaki dayanaklarla kurgulayan İbn Haldun, devletlerin yaşamında her biri, bir insan nesline karşılık gelen üç dönemi analojik olarak şu şekilde anlatmıştır (İbn Haldun, 2009/I: 3-IXV/393–394):

Birinci nesil: Bu dönem devletin bedevi hayat tarzını, bedeviliğin getirdiği vahşiliği ve sertliği muhafaza ettiği dönemdir. Buna bağlı olarak zorlu yaşam şartlarını göğüsleme, savaşçılık, yırtıcılık, şan ve şöhrete düşkünlük gibi bedevi karakterler de korunmaya devam edilmektedir. Asabiyetin bu tür etkileri devam ettiği için bu dönemde devlet, halka ve diğer devletlere korku salar, sözünü dinletir. İbn Haldun açısından bu nesil, devleti kuran nesildir. Tavırlar nazariyesiyle kıyaslandığın bu nesil daha çok

birinci tavır içinde yer almaktadır. Bununla birlikte ikinci tavrın başlangıç dönemlerinden de pay aldığı söylenebilir.

İkinci nesil: Mülke ve refaha ulaşan kuşaktır. Bundan dolayı, bedevilikten hadariliğe, darlıktan bolluğa, sıkıntıdan rahatlığa, müştereken paylaşılan şan ve şereften bunlara tek başına sahip olmaya doğru değişimin yaşanıldığı bir dönemdir. Bu dönemde, yöneticilerin çoğunluğu atalet ve tembelliğe alışır. Dolayısıyla izzet ve şeref hususunda herkesten ileri bir vaziyetteyken, zillet ve aşağılığa doğru bir düşüş söz konusudur. Bu nesilde asabiyetin etkisi gittikçe azalır. Buna bağlı olarak da başkalarına boyun eğme ve hakir durumda kalma halleri görünmeye başlar. Fakat bu düşüşe rağmen, bu nesilde iyi hasletlerin çoğu varlığını sürdürür. Çünkü bunlar ilk nesle yetişmişler ve onlarla doğrudan temas etmişlerdir. Onların izzet ve itibar için çabalamalarına, kendilerini ve himayeleri altındakileri müdafaa etmelerine bizzat şahitlik etmişlerdir. Bu yüzden çok şey kaybetmiş olsalar da, iyi hususların tümü terk edilmiş değildir. Bunlar ilk nesle ait güzel günlere tekrar kavuşacaklarını veya zaten ilk neslin devamı olarak o hal üzere olduklarını sanmaktadırlar. Tavırlar nazariyesiyle kıyaslanacak olursa bu neslin hali daha çok üçüncü tavra uymaktadır. Buna karşılık ikinci ve dördüncü tavırlardan da pay aldığı söylenebilir.

Üçüncü nesil: Bunlar sanki hiç yaşamamışçasına bedevilik ve sertlik zamanlarını unutmuşlardır. Bunlarda asabiyetin ve onun oluşturduğu izzetin zevki kalmamıştır. Bu dönemin yetişkin erkekleri ulaştıkları rahatlık sebebiyle, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek halden uzaklaşırlar. Kadınlar ve çocuklar gibi, beslenme ve korunma gibi her türlü ihtiyaçlarını devletin gidermesini beklerler. Asabiyetin tümden ortadan kalktığı bu nesil, himaye ve müdafaa için gerekli tüm savaşçı özelliklerini yitirmiştir. Bu nesil, şekil, kılık – kıyafet, at binme ve güzel yetenekler konusunda, halka kendilerini olduğundan daha iyi göstererek halkın gözünü boyarlar. İbn Haldun’a göre at sırtında caka satan bu yöneticiler esasen, kadınlardan daha korkaktırlar. Bunların devleti ve sultanı korumaları mümkün değildir. Bu nedenle, devletin sahibi ve hanedanın başkanı, kendisini ve ülkesini korumaları için yabancı kişilere muhtaç duruma düşer. Buna bağlı olarak mevaliyi (devşirmeleri) çoğaltır. Devleti bunlar aracılığıyla yönetmeye ve korumaya çalışır. Yalnız bu durum, devlet açısından sonun başlangıcıdır. Bu nesil, tavırlar nazariyesi açısından özellikle beşinci tavra benzemekle birlikte, dördüncü tavırdan da pay almış görünmektedir.

İbn Haldun’a göre devletin kurulması, ihtiyarlaması ve gerilemesi bu üç nesil içinde olmaktadır. Bunların ardından devletin yıkıldığı dördüncü bir nesil daha gelir ama İbn Haldun bu nesilden diğerleri gibi bahsetmez. Çünkü artık devlet hallerini tamamlamış, yaşayabileceği maksimum ömrü yaşamıştır. İbn Haldun, devletlerin ömrü ile ilgili koyduğu bu ‘üç nesil’ kuralının doğruluğundan çok net bir biçimde emindir. Hatta bir kişinin, geçmiş atalarının sayısını ve tarihsel açıdan ailesinin kökenini bu yolla bulabileceğini örneklerle uzun uzadıya anlatmıştır (İbn Haldun, 2009/I: 3-IXV/394).

Devletin tabii bir ömrü olduğu yönündeki düşüncesi İbn Haldun’un uzviyetçi (organizmacı) bir düşünür olarak anılmasına yol açmıştır. Bu anlayışa göre, İbn Haldun’un devleti, canlı bir uzuv (organ) şeklinde gördüğü, uzuvdaki özellik ve nitelikleri hanedanlığa uyguladığı kabul edilmektedir. Fakat İbn Haldun, hanedanlıkların tabii bir ömürleri olduğundan bahsederken, fikirlerini temsil, teşbih (benzetme) ve kıyaslama yoluyla anlatmıştır (Uludağ, 2009: 394, 7. Dipnot). Bu düşünceye katılanlar olduğu gibi katılmayanlar da mevcuttur. Nitekim Fındıkoğlu’na göre, İbn Haldun düşüncesinde, devletin ömrü ile ferdin ömrü arasında sıkı bir ayniyet vardır. Üstelik bu ikisi arasında herhangi bir teşbih veya mukayese değil, tam anlamıyla bir aynılık söz konusudur (Fındıkoğlu ve Ülken, 1940: 66). Diğer bir deyişle, Fıdıkoğlu’na göre İbn Haldun, devlet ile insan arasındaki benzerlikten yola çıkarak bu düşünceye ulaşmamıştır. O, devletin de, bizzat insan gibi bir varlık olduğu kanaatindedir. Bu düşünceye katılmayanlar da vardır. Dursun’a göre (2008: 38), İbn Haldun ile organizmacı düşünürler arasında var olan benzerliklerden daha çok, farklılıklar vardır.

Düşünce tarihinde devleti, insan organizmasına benzeten ilk düşünür Platon’dur. Onun düşüncesinde, devletin yöneticileri insanın başına, güvenlik görevlileri insanın gövdesine, işçiler ve köylüler de insanın ayaklarına benzemektedir. Ona göre yöneticilerin görevi devleti yönetmek, muhafızların görevi devleti korumak, işçilerin görevi ise diğer iki zümrenin ve tüm toplumun ihtiyaç duyacağı maddeleri üretmektir. İnsanlar, tanrının kendilerini yaratırken verdiği doğaya sadık kalarak sadece, doğalarına uygun işi yapmalı, bir diğer zümrenin işine karışmamalıdır. Yoksa bu, toplumun felaketi ve devletin yıkımı olur. Görüldüğü gibi, Platon’un devleti insan vücuduna benzeterek geliştirdiği siyasal ve sosyal teorisi, aslında sınıflı bir toplumsal yapıyı meşrulaştırma gayretinin ürünüdür. Bu bağlamda İbn Haldun’un organizmacı

yaklaşımının, Platon’unkinden farklı olduğu söylenebilir. Zira onun teorisi, devletin ya da medeniyetin, sınıflı yapısına dayandırılan bir ithaftan çok, devletin de insanınkine benzer bir ömrü olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Haliyle bu teoriye göre devletler de, insanlar gibi, doğar, büyür ve ölürler. Bahsi geçen teori sınıflı toplum anlayışına dayandırılmamakla birlikte, İbn Haldun sınıflı topluma karşı değildir ve devrinin toplumsal, tarihsel koşullarına uygun olarak, köleliği meşru görmektedir.9

İbn Haldun’un bu teorisini ilginç bulmakla birlikte, gerçeklerle uyuşmadığını düşünenler de vardır. Zira bu görüşte olanlara göre, devletin devşirmeler edindiği dönemde direnç gücü artar ve hanedanlığın ömrüne zaman ilave edilmiş olur. Husri’ye göre, bu durumun tam anlaşılmamasının nedeni, Mukaddime’nin Arapça baskısında ilgili bölümlerin eksik anlatılmış olmasıdır (Husri, 2001: 223 – 225). Husri, haklı görünmektedir. Zira İbn Haldun’un bu düşünceleri bazı çelişkiler barındırmaktadır. O, hanedanlıklara ve onların toplumlarına ortalama yüz yirmi yıl ömür biçtiği fasılla aynı bölümde yer alan bir başka fasıla şu başlığı vermiştir: “Bir devletin büyüklüğü, sahasının genişliği ve müddetinin (ömrünün) uzunluğu, onu ayakta tutanların azlığı ve çokluğu nispetinde olur.” İbn Haldun bu başlıkta açıkça, devletin ömrünü, devleti ayakta tutan insan gücünün azlığı veya çokluğu değişkenine bağlamıştır. Dolayısıyla her hanedanın ömrünün ‘yüz yirmi yıl olacağı’ fikri, daha baştan bu ifadeyle çelişmektedir. Ayrıca bu faslın sonuna doğru verdiği devletlerin ömrüne ilişkin örnekler de, ‘yüz yirmi yıl’ teorisini yalanlar niteliktedir. Buna göre İbn Haldun, Ubeydiler Devletinin ömrünün 280 yıl olduğunu, Sinhace Devletinin ömrünün 200 yıl olduğunu ve Muvahhidler Devletin ömrünün 270 yıl olduğunu ifade etmiştir (İbn Haldun, 2009/I: 3-IX/384–386).

İbn Haldun’un hanedanlıkların ömrünün döngüsel biçimde tekrar edeceği görüşü Osmanlılarla, İran’daki Kaçar hanedanıyla ve Yemen’deki devlet örnekleriyle de uyuşmamaktadır (Alatas, 2009: 275). Husri (2001: 226), İbn Haldun’un çelişki gibi görünen bu görüşlerinin, birbirini tamamlayan görüşler olarak da algılanabileceğini söylemiştir. Buna göre hanedanlıklara ömür biçmesi, küçük devletler için geçerliyken, sınırları geniş devletler bu tanıma girmemektedir. Onun ‘hanedanlıklar bazen asabiyete ihtiyaç duymayabilir’ fikri uyarınca, bu açıklamalar çelişki halini ortadan kaldırmaktadır.

9

2.7. MEDENİ TOPLUMDA KURUMLAR