• Sonuç bulunamadı

ANA BÖLÜM

3. İBN HALDUN’UN YANSIMALAR

3.1.1. Lehinde Söylenenler

İbn Haldun’un ailesinden Endülüs’e ilk gelen Halid bin Osman bin Hani’dir. Endülüs’te adet olduğu üzere bu kişiye gösterilen saygının ifadesi olarak, aile adı bir süre sonra ‘Haldun’ diye anılmıştır (Uludağ, 1999: 538). Bu yönüyle İbn Haldun’un aile tarafından da saygın bir geçmişi olduğu söylenebilir. Ayrıca İbn Haldun’un hitabeti de oldukça güçlüdür. Müderris tayin edildiği Zahiriyye ve Sargatmışiyye medreselerinin açılışında yaptığı konuşmalar dinleyenleri çok etkilemiştir (1999: 543).

İbn Haldun hakkında bilgi veren bibliyografik kaynaklar onu: faziletli, güzel ahlaklı, iyi hasletli, kadri yüksek, hayâlı, soylu, ağırbaşlı, himmeti yüce, adaletli, haksızlığa boyun eğmeyen, cesur, cömert ve sohbet ehli gibi sıfatlarla nitelendirmişlerdir (Uludağ, 1993: 32).

İbn Haldun, kendinden önceki düşünürlerden faydalanmakla birlikte onlardan herhangi birinin devamı değildir. O, ilm-i umran adında özgün bir ilim dalı kurmuştur. Onun çalışmalarının sahasının geniş olması farklı anlaşılmasına ve yorumlanmasına neden olmuştur. Kimilerine göre o bir tarihçi, tarih teorisyeni ve sosyolog, kimilerine göre medeniyet veya kültür tarihçisi, kimilerine göre siyasi bir düşünür, iktisatçı, hukukçu, şehir planlamacısı ya da ilahiyatçıdır. Onun bu kadar farklı şekillerde

yorumlanması, düşünce sisteminin akılcı, gerçekçi ve oldukça kapsamlı oluşundan ileri gelmektedir (Uludağ, 1993: IX–X).

İbn Haldun, tarih biliminin henüz birikim bilimi olmaktan çıkarılıp bir bölümleme (tasnif) bilimi olamadığı bir çağda, özel olarak tarihi ve genel olarak bilimi oluşturma yolunda temel adımları attığı için ‘Tarih biliminin gerçek kurucusu’ olarak nitelenebilir. Olayları, toplumsal olaylar olarak kabul ettiği ve onları oluş kanunları bakımından incelediği için ‘sosyolojinin müjdecisi’ olarak tanımlanabilir. Toplumların temel ekonomik ilişkilere göre geliştiğini ve değiştiğini ortaya koyduğu için ‘politik iktisadın kurucusu’ olarak adlandırılabilir. On dördüncü yüzyılın Sünni İslam döneminde bir devlet görevlisi iken bile, devlet ve iktidar olgularını şeriat dışında, objektif karakterleriyle ele aldığı için ‘çağdaş anlamda ilk siyaset bilimci’ olarak kabul edilmiştir (Hassan, 2011: 20–21). Satı el – Husri’ye göre (2001: 111) de İbn Haldun, A. Comte ile kıyaslandığında, sosyoloji biliminin kurucusu unvanını almaya daha layıktır. Çünkü o, Comte henüz pozitif felsefi incelemelerini yapmadan 460 sene kadar önce topluma bütüncül bir açıdan bakmayı bilmiştir.

İbn Haldun’un keramet, ilham ve tasavvuf konusundaki görüşleri İbn Sina’nın görüşlerini tam manasıyla karşılamamakla birlikte, akılcılığın en ince ayrıntılarını barındırmaktadır. Ayrıca İbn Haldun’un konulara derinlemesine ve dikkatlice yaklaşması ile İbn Sina’nın yaklaşımı arasında da ilgi ve benzerlikler vardır (Morris, 2009: 272).

Doğadaki sebepliliği, tümevarım ve tümdengelim açısından analiz eden İbn Haldun, sosyal bir filozof olarak Hume’un tümevarımsal mantığı ile Kant’ın tümdengelimsel mantığı arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları kanıtlayan bir düşünürdür (Choudhury and Silvia, 2008: 50).

İbn Haldun, diğerkâm bir düşünürdür. Onun diğerkâmlığı, modern yaklaşımlardan sadece Kantçı diğerkâmlık ile açıklanabilir. İbn Haldun düşüncesinde kötülük, hayvani güdülerin; iyilik ise aklın eseridir. İnsan aklı sayesinde kendisi ve başkaları için iyi olan davranışları yapar. Kant’a göre diğer insanlar, bir şeylere ulaşmak için araç değil, amaçtır. Kant’ın diğerkâmlığında davranış, herkes için geçerli olabilecek bir yasaya dayanmalıdır. Hem İbn Haldun’da, hem de Kant’ta herkes için iyi davranmanın ölçütü olan yasaları akıl yapmaktadır (Sarıbaş, 2007: 10–11).

İbn Haldun, dinin toplumdaki rolünü tamamen kabul ettiği gibi, devlette liberal bir politikanın ve özgürlük aşkı yanında, nizam muhabbetinin de taraftarıdır. Bununla birlikte tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu (en azından kurucularından biri) olduğu söylenebilir. İktisadın toplumsal hayat ile olan ilişkisine değinen İbn Haldun, servetin ancak emek ile elde edilebileceği gibi birçok konuda Gazali’den etkilenmiştir. Bu yönüyle İbn Haldun sosyolojiye ilk akli temelleri atan kişidir. İlm-i umran sayesinde sosyoloji ile tarih arasında bir köprü kuran İbn Haldun, düşünürler arasında birinci sırada gelmektedir. Ayrıca, İbn Haldun eserinde, ilimleri İslami usullere göre tasnif etmiş ve bir ansiklopediye yakışacak tarzda birçok ilim hakkında bilgiler vermiştir (Adıvar, 1940: 741).

İbn Haldun, toplumsal olayları ele alışı bakımından realist bir sosyolog gibi hareket etmiştir. Örneğin gıda açısından yoksun bölgelerde, insanın bağırsakları ve bedeni bu duruma uyum sağladığı için, baş gösterecek bir kıtlık hali çok fazla ölüme yol açmaz. Oysa aynı durum (kıtlık), gıdası bol bölgeler için geçerli olsa, buralarda çok sayıda ölüm vakası yaşanır (Fındıkoğlu ve Ülken, 1941: 72–73; 1939: 67). İbn Haldun coğrafi özelliklerin insan yaşamında etkili olduğunu belirtmekle birlikte ne bu konuda ne de ırki özelliklere önem atfetme konusunda aşırıya kaçmıştır (Husri, 2001: 193).

Takındığı bu realist tutum, onun metafiziği tümden reddettiği şeklinde yorumlara yol açmıştır. Oysa o, metafiziği tamamen reddetmemiştir. Onun yapmaya çalıştığı, herkes için geçerli, kesin ve akli bir bilginin metafizik alanda mümkün olmadığıdır. Diğer bir deyişle, onun asıl karşı çıktığı, akli ya da mantıksal yöntemlerle metafizik sahanın anlaşılıp açıklanabileceğini zanneden görüştür (Çilingir, 2009: 129– 130).

İbn Haldun devlet, hükümet ve kanun gibi konuların izahında takındığı tavırla realizmin temsilcisi unvanını hak etmiştir. Onun beş yüz yıl öncesine ilişkin anlattığı hususlar bugün modern Avrupa denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde yaşanan olayları ve şartları açıklamak konusunda hala geçerlidir. Bir Arap sosyolog olmasına rağmen, sosyal olayları kendi toplumunun sınırlarını aşacak şekilde yorumlaması onun önemli bir başarısıdır (Fındıkoğlu ve Ülken, 1941: 100–101). İbn Haldun Osmanlı coğrafyasında da bir sosyolog ve tarih felsefecisi olarak kabul edilmiştir (Okumuş, 2006: 141).

İbn Haldun’un dini siyaset ile akli siyaseti ayırması ve bunu yerleşik adetlere, dini hükümlere karşı gelmeden yapması oldukça önemlidir. Realist tavrını burada da sergileyen Tunuslu mütefekkir, her türlü siyasetin illaki dini hususiyet arz etmediğini belirtmiştir. O, bu yönüyle tam bir muasır mütefekkir olarak adlandırılabilir (Fındıkoğlu ve Ülken, 1941: 102–103). Aynı şekilde, bedeni ruhi kuvvetlerin kaynağına ilişkin görüşleri itibariyle, siyaset hukuku âlimlerinden beş asır önce bu konuları irdelediği görülmektedir (1941: 105).

Mukaddime, içeriği itibariyle coğrafi, tarihi, sosyolojik ve felsefi nitelikler taşıyan bir kitaptır. İbn Haldun kitabın bu özellikleri bağlamında işlediği konuları, Kur’ân’dan ayetlerle desteklemiştir. Onun bu tavrı eserinin bilimsel niteliğini veya değerini düşüren bir husus değildir (Fındıkoğlu ve Ülken, 1941: 85). Zira o, klasik İslam felsefesi geleneği içinde hareket eden Müslüman bir düşünürdür (Görgün, 1999: 553).

İbn Haldun İslami hassasiyetleri olan bir düşünürdür. Mukaddimenin başından sonuna kadar tevhid ilkesini hiç ihmal etmemiştir (Şulul, 2011: 14). Ancak İbn Haldun, içinde fışkırıp duran güçlü imanına rağmen, her şeye şeriatı hâkim kılmak için çabalayan ve her şeyi dini hükümlerle açıklama gayretinde olan pek çok din adamının görüşlerine katılmamıştır (Husri, 2001: 350).

C. Issawi’ye göre “İbn Haldun, kendi ülkesinde ve başka ülkelerde hak ettiği değeri görmemesine rağmen, beş asır boyunca bir peygamber gibi kalabilmeyi başarmıştır.” (Akt. Toku, 2002: 9).

Arnold Toynbee’ye göre (1939: 322), İbn Haldun’un tarih felsefesi alanında, yöntemin kapsamını ve boyutlarını belirlemek suretiyle gerçekleştirdiği iş, hiç şüphesiz, herhangi bir akıl tarafından herhangi bir yerde ve zamanda yaratılmış en büyük iştir.

Mannheim’e göre İbn Haldun, tam bir intelegensiya tipi, yani geçmişini bildiği kadar geleceği de, tarihin akışını da gözlemleyen, bu gözlemlerinden bir sistem yaratan ve bu sistemle geleceği açıklayan bir sosyolog ve filozoftur (Andıç ve Andıç, 2009: 106).

Sorokin’e göre (1972: 17) İbn Haldun tarafından yazılmış olan Mukaddime, tarih felsefesi alanında yazılmış, gelmiş geçmiş en büyük ve en önemli eserlerden biridir. O,

Arap kültürünün derin bir bunalıma ve çürümeye başladığı bir çağda yazılmış ve Arap toplumlarına, bu bozulmadan nasıl çıkılabileceğine dair ışık tutmuş, umut vermiş bir kaynaktır. Mukaddime bu yönüyle değerlendirildiğinde, İbn Haldun tavır ve düşünce itibariyle idealist bir düşünür olmaktadır.

İbn Haldun’un en önemli vasıflarından biri, tek görüşlü olmayışıdır. Siyasi yapıyı, tabii bir varlığa benzettikten sonra, ondaki tabii unsurları tek tek araştırmış ve önem sırasına göre her birinden söz etmiştir. Bundan dolayı İbn Haldun’un pozitivizmi de çok cephelidir. Esasen, onun görüşlerinin farklı nazariyelere benzetilmesinin nedeni budur (Ülken, 1995: 255). İbn Haldun, tarih usulünde doğru ve yanlışı ayırabilmek için kesin bir kural getirmeye çalışmıştır. Üstelik bu kuralı insan zihninden hareketle değil, bizzat olayların tahlilinden hareketle çıkarmayı hedeflemiştir. O, bu yönüyle açık bir biçimde empirist bir düşünür olduğunu göstermiştir (1995: 256). İbn Haldun, toplumu yalnızca bir siyaset felsefecisi bakışıyla değil, aynı zamanda empirik bir bilim adamı titizliğiyle ve tamamen toplumsal olgulardan hareket ederek kavramaya çalışan ilk düşünürdür (Çilingir, 2009: 128).

İbn Haldun’un tarih ile ilgili olarak üzerinde önemle durduğu nokta, tarihe yönelik bilginin sadece geçmişe ait rivayetlerden ibaretmiş gibi değerlendirilmesi durumunda tarih ilminin kurulamayacağıdır. Tarih ilminin kurulabilmesi için toplumsal yapının bir bütün olarak değerlendirilerek ölçüte bağlanmalıdır. Bu anlamda tarihsel ve toplumsal süreçlerin birlikteliğini ilk defa dile getiren İbn Haldun olmuştur (Toku, 2002: 76). İbn Haldun, Kitabü’l İber’in adını oluştururken ‘tarih’ ve ‘ahval’ sözcüklerini kullanmaktan kaçınmıştır. Oysa bunlar geleneksel tarih anlayışının vazgeçilmez kavramlarıdır. Öyleyse İbn Haldun, kitabının adında bile bu kavramlardan kaçındığına göre, geleneksel tarih anlayışından kopmak istemiştir (Lacoste, 1993: 171). Böylece İbn Haldun yeni bir tarih anlayışı geliştirmiştir. İbn Haldun’un anlayışında tarihin bütünlüğü ve gidiş diyalektiği, Hegel’deki gibi tepe taklak değil, bütün gerçekliği ile konulmuştu. Ondan sonrası, sonradan geleceklere bırakılmıştı (Kıvılcımlı, 2008: 125).

Togan’a göre, İbn Haldun’un teorileri orijinaldir. Bu teorilerin önemle üzerinde durulması gereken noktaları şunlardır (Togan, 1969: 163’ten akt: Hassan, 2011: 47): a) Tarihte eleştiri ve illiyet yolunu benimsemesi ve bunda iktisadi ve coğrafi etkenlere yer vermesi, insan için medeni ve sosyal hayatı zorunlu gördüğü halde, devletin dinle kaim

olmadığını belirterek devlet idaresinde teokratik yönetimi reddetmiş olması, b) Göçebe unsurlara, devletin ve medeniyetin oluşumunda önemli bir rol vermesi, c) Dindar bir Müslüman olduğu halde din ile dünyayı ayırmayı bilmiş olması, d) ‘Sosyal hayat dinle kaimdir ve şeriatsız siyaset olmaz’ düşüncesini benimseyenlerin fikirlerini reddetmiş olması, e) Saltanat ve hilafetin görevlerini iki ayrı kurum olarak ayırarak anlatması,

Hassan’a göre (2011: 170–171), İbn Haldun geçmişin altın dönemlerine bir özlem taşımamaktadır. Diğer bir deyişle İbn Haldun iman ile ilgili kendi inanç ve duygularını, eserinde ortaya koymak istediği esaslarla birleştirmeden, tarihsel süreklilik ve değişimi kavra(t)mak amacını gütmüş, siyasal realizmi geliştirmeye yönelmiş, insanlar için yine insanlar tarafından yaratılan siyasal kurumları incelemiştir. Bu anlamda Mukaddime, ütopyacılığa ve romantizme kaymadan siyasal gerçekliği çeşitli yönleriyle geliştiren bir eser olmuştur.

İktisadi olayların da, doğal olaylar da olduğu gibi birtakım sabit kanunları olduğuna inanmak ve bu kanunları keşfedip ortaya koymak için çabalamak, modern dünyanın on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde fark ettiği ve başlattığı bir durumdur. Oysa İbn Haldun, batılı iktisatçılardan ve düşünürlerden en az dört asır önce bu inanca sahip olmuştur (Husri, 2001: 398).

İbn Haldun’un geliştirdiği yöntem, pozitivist – aydınlanmacı bir sosyal bilimci gibi ampirik rasyonalizme bağlı, ancak; ruhun – nefsin ait olduğu aşkın bir dünyaya ve bu dünyaya peygamberi, mistik bir yolla ulaşılabileceğini düşünmesiyle de aydınlanmacı yöntemden ayrıdır. İlm-i umran diye anılan bu yöntem daha çok Gazali ve İbn Rüşd’ün düşüncelerinin bir sentezi gibidir (Bedir, 2009: 54). Gerçi onun akıl yürütmelerinin ve ulaştığı sonuçların Gazali’den farklı olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre İbn Haldun yöntem itibariyle daha çok Razi’ye benzemektedir (Türker, 2009: 60–64).

İbn Haldun’un Gazali’nin yolundan giden bir sufi ve Şazeli tarikatına bağlı bir mürid olduğunu düşünen yazarlar olmakla birlikte, özellikle tarikat intisabını doğrulayabilecek net bir bilgi bulunmamaktadır (Ceyhan, 2009: 85).