• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: AVRUPA’NIN BÜTÜNLEŞMESİ VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN

1. Avrupa’nın Bütünleşme Kuramları

1.1. Küreselleşme ve Avrupa Birliği

Küreselleşme ve küreselleşmenin ulus-devlet üzerindeki etkilerinin tam olarak anlaşılması için Avrupa Birliği’nin mutlaka bu perspektifle incelenmesi gerekmektedir.

2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da altmış yılı aşkın bir süre boyunca devam eden bütünleşmenin bir sonucu olan AB bugün küreselleşmenin temel özellikleri olarak nitelendirilebilecek önemli birçok eğilimin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1950’lerden 70’li yıllara kadar Ortak Pazar olarak adlandırılan yapı, korumacı engelleri kaldıran ve üye ülkeler arasında serbest ticareti destekleyen bir ekonomik liberalleşme örneğidir.

Gümrük tarifelerinin azaltılması ve ortadan kaldırılmasının yanında, malların, hizmetlerin, sermaye ve emeğin serbest hareket edebilmesi konusundaki vurgular, Avrupa Projesi’nin bir bütün olarak bölgesel tabanlı bir pazar bütünleşmesi için tasarlanmış bir yapı olduğunu düşündürmüştür.

Ortak Pazar içinde insanların sınır ötesi hareketleri aynı zamanda küreselleşme ile özdeşleştirilen temel toplumsal değişiklikleri de başlatmış, insanların serbest dolaşım hakları diğer ulusların kültürleri, dilleri, gelenek ve alışkanlıkları ile ilgili farkındalığın artmasına neden olmuştur. Daha da önemli olan nokta, bunun toplumsal konu ve problemlerle ilgili duyarlılığı da arttırmış olmasıdır. Ülke sınırlarının ötesine geçen iletişim karşılıklı olarak algıları değiştirmiş, Avrupa toplumuna aşıladığı birlik duygusu ile yeni bir toplumsal özelliğin tohumlarını atmıştır. Başlangıçta savunma sanayilerinin yatay olarak birleştirilmesi şeklinde kurgulanmış olan Avrupa Ülkeler Topluluğu bugün

ortak değerlere, ortak vizyona ve giderek yaygınlaşmakta olan Avrupalı kimliğine dayalı kapsamlı bir toplumsal birleşme güdüsü yaratmaktadır.

Küreselleşme genellikle uluslar ve insanlar arasında bir ortak yazgı fikrinin kabul görmesine yol açarken, Avrupa bu farkındalığı zaman içinde bütünleşme sürecine benzersiz bir toplumsal boyut kazandıran somut aksiyonlara ve kurumlara dönüştürmeyi başarmış ve bu konuda dünyaya örnek olmuştur. Ülkeler arası istihdamın düzenlenmesi ihtiyacı günümüzde ekonomik olarak zayıf durumdaki ülkelere, ülke-altı bölgelere ve daha kırılgan durumdaki sosyal gruplara sunulan yapısal desteklerin gelişimine neden olmuştur. Avrupa Topluluğu’nun temelini oluşturan antlaşmalar ve bunların kurumsal yapısı, sektör ve endüstrilerin ekonomik birleşimi, iş dünyasında çok uluslu lobilerin ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkışı, Batı Avrupa toplumları arasında siyasi, ekonomik, toplumsal ve eğitime dayalı alışverişin sıklığını arttırmış ve kapsamını genişletmiştir.

Erasmus, Socrates, Minerva gibi eğitim programları öğrenci değişimlerini, ortak araştırmaları, bilgi ve iletişim teknolojisi alanındaki işbirliklerini desteklemektedir. Son yıllarda giderek artan e-öğrenim ise sanal kampüsleriyle yüksek öğrenim seviyesindeki iletişimin daha da yoğunlaşmasını sağlamış, ülkeler arası bilgi ve fikir paylaşımları ile iletişim kalitesini arttırmıştır. 116

Avrupa’da bütünleşme süreci çok sayıda fonksiyonel göreve sahip ulus-üstü uzmanlaşmış kurumlar yaratarak daha geniş bir küreselleşme sürecinin öncüsü olmuştur. Bu kurumlar ticaret ve endüstrilerin yasal anlamda düzenlenmesi, tarım programları, ulaşım ve iletişim politikaları, adalet sistemi ve içişleri, istihdam ve sosyal programlar, sağlık, kültür ve dinle ilgili politikalar ve diğer konularla ilgilidir. DTÖ’

nün var olmasından çok önce Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği Konseyi’nin içinde

116 The European Commission, eLearning Programme, http://europa.eu.int/comm/education http://www.elearningeuropa.info/

yer alan özel kurumlar AB üye ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkilerin genişletilmesi konusunda etkin bir çaba sarf etmiştir.

Avrupa bir başka açıdan da küreselleşmenin ön planında yer almaktadır. Birleşme deneyimi günümüzde daha geniş çaplı küreselleşme tartışmasının sorduğu temel soruların çoğunun önceden ortaya konulmasına yol açmıştır: Neden devletler kendilerine ait egemenlik güçlerinin bir bölümünü kontrol alanlarının dışındaki uluslararası kurumlara vermeyi seçerler? Ya da daha da temel olan bir soru: ülkelerden oluşan bir topluluk ulus-üstü kurumları hizmet etmek üzere kuruldukları vatandaşlara yabancılaştırma riski olmadan nasıl ortak politikaları başarılı bir şekilde uygulamaya alabilir?

Avrupa’nın bütünleşmesi ile ilgili olarak uzun süredir devam eden bir tartışma olan

“demokratik kusur” konusu genel anlamda küreselleşmeye çok daha kuvvetli bir şekilde uygulanabilmektedir. Kozmopolitlerin iyimser görüşlerine rağmen, tüm kıtayı kapsayacak bir siyasi varlık oluşturma projesi gibi zorlu bir deneyim bize Alman filozof Immanuel Kant’ın uyarısını anımsatmaktadır. Kant yazmış olduğu Sürekli Barış adlı metinde şöyle bir uyarı yapmaktadır: “Devletlerin tek bir üstün güç altında birleşmeleri tek bir evrensel monarşiye neden olacaktır ve hükümet ne kazanırsa kazansın kanunlar her zaman güç kaybedecek, bunun sonrasında ruhsuz bir despotizm iyinin tohumlarını yok ettikten sonra anarşiye dönüşecektir.” 117

Avrupa’nın politik birleşme yolunda attığı adımların demokratik anlamdaki sonuçları üzerindeki endişeler bir tarafa, Avrupa Birliği’nin küreselleşme ile genellikle ilişkilendirilen potansiyel kazanç ve kayıpların bölgesel ölçekte örneğini teşkil ettiği tartışmasızdır. Dünyanın diğer kesimlerine göre Avrupa’nın çok daha hızlı ve başarılı bir şekilde devam ettirdiği sürecin bu yüzden “Turbo motorlu bir küreselleşme örneği”

olarak tanımlanması pek de şaşırtıcı değildir.118 Avrupa’da ekonomik ve parasal bütünleşme ve 1999 yılında tek para birimine geçiş, henüz serbest ticaret bölgesi ya da gümrük birliği aşamalarının ötesine geçememiş olan diğer bölgesel ticaret örgütlerini aşan bir kapasitenin göstergesi olmuştur. Bölgesel bütünleşme açısından bakıldığında Avrupa dünyada bir lider konumundadır.

Bu tür bölgesel birleşmelerin dünyanın neresinde olursa olsun daha geniş bir küreselleşme sürecinin tamamlayıcı birer parçası olarak görülüyor oldukları da açıkça ortadadır. Bu birleşmeler katılımcı ulus-devletleri ortak bir hedefe yöneltmekte, üzerinde anlaşmaya varılmış konularda devletlerin otoritesini azaltmakta, mallar ve hizmetlerin hareketini kolaylaştırmak için işlem maliyetlerini azaltan ülkelerarası çerçeveler oluşturmakta, kültürel iletişimin hızını ve kapsamını arttırmaktadır. Bütün bu süreçler uluslararası kapitalist pazarların eşit olmayan gelişimine bir yanıt olarak meydana gelmektedir. Küresel kapitalizmin üç merkezi olan Amerika, Avrupa ve Asya-Pasifik bölgeleri arasında ve bölgelerin içinde görülen rekabet bölgesel çıkarlar ile ilgili farkındalığı giderek arttırmakta, devletler dışarıdan gelen baskılara karşı durma ve onları yönetme konusunda işbirliği yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bölgesel bütünleşmenin tamamı daha geniş bir küreselleşme kavramı içinde bir hareket olarak tanımlanabilir.

Fakat küreselleşmenin çelişkili bir süreç olduğu da su götürmez bir gerçektir. Bu bakış açısıyla tüm yeni bölgeciliklerin ortadan kalkmayı reddeden eski moda bir strateji olan korumacılık politikalarının örnekleri olduğunu söylemek de mümkündür. Modern korumacı yaklaşımlar birliğin birbirine daha fazla yakınlaşmasını hedefleyen Avrupa Projesi içinde mevcuttur. Bunlar kendilerini Ortak Tarım Politikası, Anti-Damping Düzenlemeleri ve Tarife Dışı Ticaret Engelleri içinde göstermektedir.

118 Christiansen, op.cit., s.587.

Tüm bu korumacı özellikler; ticaretin yön değiştirmesi konusunda endişelere ve diğer ülkelerde bir “Avrupa Kalesi” oluşumu korkusunun doğmasına yol açmaktadır. Bu endişeler aşırı derecede büyütülüyor olabilir, ama küreselleşme teorisi açısından bakıldığında Avrupa bütünleşmesinin aynı zamanda küreselleşmeye karşı bir koruma mekanizması olduğu temel gerçeğinin de altını çizmektedir.

Küreselleşmeyle birlikte çok hızlı değişim sonucu insan ihtiyaç ve taleplerine göre milliyet, din, kültür, iş ve mekân, devlet, otorite ve sadakat ilişkisini etkileyen yeni dinamikler çıkmıştır. Bazı devletler uygun egemenlik konumunda iken bazılarının belirli bir çerçeve içerisinde değişmesi gerekmektedir.119

Robert Jackson, dünya siyasetinde egemenliğin modus operandi olarak işleyen kurumsal yapısında, belirli bir dönem sonrasında, şüphelerin oluşabileceğini söyler.

Tabii gelişimi içinde egemenliğin tarihinde bu tür sorunlarla karşılaşılmasının doğal olduğundan bahseder. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gelişen Birinci Dünya Savaşı esnasında, Wilson ilkeleriyle beliren imparatorluk sonrası ulusların kaderini tayin hakkı ilkesi egemenliğin temel bir normu olarak ortaya çıkmıştı. Sömürgeciliğin gayri meşru ve kanun dışı ilan edilmesiyle birlikte uluslararası sistem bütünüyle, genelde Grotious’un öngördüğü bir devletler toplumuna dönüşmüş oldu denilebilir. Westphalia, Amerika ve Fransız devrimi, kendi kaderini tayin hakkı, sömürgeciliğin sonu gibi radikal değişimler egemenliğin anayasal yapısında büyük değişimler meydana getirdi.

Bu anlamda tıpkı 17. yüzyıl Grotious’un dönemi gibi çağımızda egemenliğin sonu gibi tartışmalar aslında yeni bir dünya siyasetinde (post) egemenlik sonrası yeni bir yapısal anlamda siyasi yapılanmanın başladığını ve bunu ifade eden devrimsel bir zamanın çoktan geldiğini vurgulamaktadır.120

119 James N. Rosenau, “Sovereignty in a Turbulent World”, G.Lyons ve M. Mastanduno (drl.), Beyond Westphalia?State Sovereignty and International Intervention içinde, Baltimore: John Hopkins University Press, 1995, s.191-195.

120 Robert Jackson, “Sovereignty in World Politics: a Glance at the Conceptual and Historical Landscape”, Political Studies, Blackwell Publishers, Vol.XLVII, 1999, s.434.

Süheyl Batum, egemenlik değişiminin genelde Avrupa'da sorgulanmaya başlandığının altını çizer ve egemenliği en üstün kural koyma gücü olarak tanımlar. Bu kural koyma gücüne sahip olan kişi halk, bir kişi, veya bir kurum da olabilir; egemenliğin sahibi değişse de niteliği değişmez. Klasik egemenlik gücü önce krallardaydı; kavramın siyasal, ekonomik ve sosyal nedenlerle değişime uğraması da gücün sahibini değiştirdi.

Batum, ulus ya da halk egemenliği gibi iki ayrı grubu ifade etmez. Egemenlik ulusa yani halka devredildikten sonra da niteliği aynı kalmıştır. Ulus-devlet anlayışı içerisinde egemenliğin, ulus denilen kitleye ait olduğunun altını çizen Batum, egemenlik teriminin dünyadaki uygulamasının hep temsille olduğunu söyler. Millet, egemenliğini artık temsilcileri eliyle dolaylı olarak kullanır. 1789 Fransız İhtilali'nden sonra “Egemen, krallar değil, uluslardır” anlayışı ağırlık kazanırken, bu anlayışta egemenlik yanılmaz anlayışının değişmesinde demokratik bakışın etkili olduğunu belirtir. Parlamentoların her yaptığının doğru kabul edilmeye başlanmasından sonra halkın beklentileri ile parlamentoların çalışmalarında farklılıklar oluşunca 19. yüzyılda parlamento krizleri yaşanmaya başlamıştır. Parlamentoların da yanılabileceği görüşü, egemenlik anlayışını çoğunlukçu bir değişeme doğru zorlamış, egemenliğin hukuk kuralları ve insan hakları ile sınırlanabileceği anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise bu sınırlamaların da yeterli olmadığı görülmeye başlanmış, uluslararası alanda birçok global ve bölgesel örgütler kurulması bu ulusal egemenliklerin tekrar sınırlanabileceği tartışmasını başlatmıştır. Burada anayasa mahkemelerinin kurulması önemli bir süreçtir, zira bu kurumlar parlamentoları denetlemeye başlamıştır ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında aynı işlevi gören ulus-üstü yapılar gündeme gelmiştir.121

AB’nin statüsüyle ilgili iki farklı görüş vardır. Birinci görüş, AB üyelerinin Avrupa’da ayrı bir siyasi ve hukuki otorite oluşturduğunu savunur. Bu devletler kendi egemen hak ve sorumluluklarını sınırlandırarak ayrı bir anayasal düzen kurarlar. Bu temel siyasi

121 Süheyl Batum “Ulusal Bağımsızlık Sona Mı Eriyor?”, Röportaj Yap. Zafer Özcan http://www.hasansen.av.tr/idealhukuk/makale_detay.asp?id=46, s.2.

değişim Avrupa’da bir devletler toplumunun ötesine geçerek yeni bir evrensel yapıya doğru şekillenmektedir. İkinci görüş ise, AB’yi yeni bir şey olarak görmez. Buna göre AB’nin üye devletleri egemen olarak varlıklarını sürdürürler. Bu devletler aslında bir uluslararası örgüt kurarak sosyo-ekonomik şartlarını iyileştirmeyi amaçlamışlardır ve hiçbir şekilde kendi egemenliklerini sürekli ya da geri dönülmez şekilde transfer etmeyi amaçlamamışlardır.