• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: AVRUPA’NIN BÜTÜNLEŞMESİ VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN

1. Avrupa’nın Bütünleşme Kuramları

1.2. Avrupa Birliğinde Bütünleşme Süreci ve Egemenlik Tartışmaları

değişim Avrupa’da bir devletler toplumunun ötesine geçerek yeni bir evrensel yapıya doğru şekillenmektedir. İkinci görüş ise, AB’yi yeni bir şey olarak görmez. Buna göre AB’nin üye devletleri egemen olarak varlıklarını sürdürürler. Bu devletler aslında bir uluslararası örgüt kurarak sosyo-ekonomik şartlarını iyileştirmeyi amaçlamışlardır ve hiçbir şekilde kendi egemenliklerini sürekli ya da geri dönülmez şekilde transfer etmeyi amaçlamamışlardır.

devletler ile ilgili egemenlik tartışmaları, bu ülkelerin bağımsızlıklarını onaylama ya da reddetme anlamını taşımıştır. 122

Bunun yanında, Krasner, küreselleşme bağlamında, devlet egemenliğini etkilese bile bunun yeni bir şey olmadığını, tarih boyunca aşkın tehditlerin var olduğunu belirtir.

Küresel eylemler yeni değildir. Ulus-ötesi faaliyetler devletin kontrol gücüne ve otoritesine bazı alanlarda meydan okusa bile geçmiş tehlikelerden daha sorunlu değildir.

Kalevi J. Holsti ise egemenliğin uluslararası sistemde devleti oluşturan ve onu şekillendiren birçok özelliklerinin olduğuna vurgu yapar.123

Öte yandan AB bağlamında ise egemenlik kavramı, üye ve aday ülkelerin farklı ulus-devlet model ve geleneklerinin ulusal egemenlik anlayışından ulus-üstü egemenliğe geçişleri, post-modern egemenlik, uluslararası ötekicilik, devlet üstülük, aşkın devlet, bölgesel devletler topluluğu, üst-egemenlik, federalizm, yeni ortaçağcılık, Post-Westphalian devlet gibi birçok yeni teorik kavramsallaştırmalar ve tartışmalarla birlikte gündeme gelmektedir. Her bir kavram kendi çerçevesinde ütopik bir durumdan ziyade gerçek bir siyasi değişimi ifade etmektedir.

Küreselleşmeyle birlikte devletler ve toplumlar arasında artan ekonomik, siyasi ve sosyal etkileşimler karşılıklı bağımlılık gelişmeleriyle durumu daha da karmaşıklaştıran yeni bir hal almıştır. Büyük ölçekte artan uluslararası göç ve iltica beraberinde karmaşık ekonomik, sosyal ve etnik şebekelerin çıkmasını sağlamıştır. Bu durum beraberinde ev sahibi hükümetlerin politikalarında ve icraatlarında yeniden millileştirme gibi bir siyasal söylem geliştirmelerini gerektirir. Dolayısıyla göçler devletlerin egemenlik anlayışını da etkilemektedir. Gerçekte ise dramatik bir şekilde büyük yoksul yığınların göçünü kontrol altına alma zorunluluğu vardır. Bu yönüyle küresel sistemde, siyasaların ulusal egemenlik yapıları çok kültürlü, çok dilli, sivil, heterojen ya da etnik homojen gibi

122 Stephan Krasner, Sovereignty Organized Hypocrisy, New Jersey: Princeton University Press, 1999, s.223.

123 Claudio M. Radaelli, Technocracy in the European Union, London-New York: Longman, 1999, s.1-28.

farklı içeriklere bürünebilir. Örneğin Amerika, Kıta Avrupası’na göre farklı bir egemenlik geleneğine sahiptir. Fakat bu durum değişim gösterebilmekte, ırkçılık ve ayrımcılık her iki kıtayı da tehdit eder hale gelebilmektedir.

AB üye devletleri, bölgesel anlamda, kendi ulusal egemenlik haklarını ülkesellik ve özerklik konusunda, sözleşme ve konvansiyon antlaşmaları (Roma, Maastricht, Amsterdam, AİHS) yaparak sınırlandırmaktadır. Bu yönüyle AB ülkeleri klasik uluslararası sistemin kurallarından ayrılarak Westphalia düzeninde yeni bir uzlaşmaya vardılar. Bu yönüyle klasik uluslararası düzenin Westphalia egemenlik haklarını ihlal eden zorlama ve güç kullanma prensiplerini realizm teorisinin öngördüğü yaklaşımlardan kendi aralarında gönüllü olarak uzlaşarak kabul ettiler. Neo-liberal kurumsalcılık, neo-realizm ve uluslararası toplum yaklaşımları egemen Westphalia devletinin tarihi gelişimi konusunda farklı izahatlar yapmaktadır. Örneğin neo-realizm, 1968 Prag müdahalesi sonucu gelişen Brejnev doktrini sonrasında nüfuz edilmiş bu devletin (Westphalia tipi olmayan devlet) davranışını açıklayamaz.124

Mark A. Pollack, AB’yi açıklayan teorileri neo-fonksiyonalizm ve hükümetler arasıcılık gibi eski iki farklı kategorik yaklaşıma yeni ayrım getirdiğini savunur. Uluslararası ilişkiler teorisi ve AB çalışmalarında rasyonel düşünürler (realistler, liberaller ve kurumsalcılar) genellikle AB kurumlarını üye devletlerin bilinçli olarak kendilerini belirli alanlarda egemenliklerini sınırlayan bir kurgu olarak yorumlar. Kurgusalcılar (constructivism) ise AB kurumlarını daha analitik bir çerçevede Avrupa’nın aktörleri sosyalleştiren, oluşturan ve onların temel tercih ve kimliklerini belirleyen bir etkileşimi olarak görür. Bu yönüyle rasyoneller kurgusalcıları yumuşak analiz yapmakla suçlarken kurgusalcılar diğer tarafı eski ve bilineni tekrarlamakla suçlar. Bu yönüyle ilk teorik ayrım sadece AB çerçevesinde analiz düzeyini korurken, yeni ayrımda küresel ve kurumsal bağlamda uluslararası ilişkileri de bütünüyle kapsayan bir tartışma başlatmıştır.125 Bu yönüyle egemenlik konusu da aynı şekilde geniş bir karşılaştırma sahasına sahiptir.

124 Stephen D. Krasner, “Compromising Westphalia”, International Security, Vol.20, No.3, Winter 1995/96, s.117-130.

125 Jens Steffek, “The Power of Rational Discourse and the Legitimacy of International Governance”, European University Institute, Robert Schuman Centre for Advanced Studies, Rsc No.2000/46,

s.1-Harold J. Laski, egemenlikle ilgili teorilerin genelde üç yönünün olduğunu vurgular. İlk olarak kavrama ilişkin olarak devletle birlikte bir tarih analizi yapar. İkincisi, bir hukuk teorisi öngörüsü, üçüncüsü ise sosyal düzeni belirleyen bir siyasi organizasyon öngörüsüdür. 126

Günümüzde bürokratikleşme ve fonksiyonel farklılaşma ulus-üstü düzeye çıkarak uluslararası örgütlerin sayısını artırmıştır. Dolayısıyla modern yaklaşım eşitlik ve evrensellik ilkelerini rasyonel bir zemine oturtarak uluslararası işbirliğini destekler.

Uluslararası yönetişim kısmı ve parçalı şekilde bütün devlet davranışlarını uluslararası kurallarla kontrolü altına alamaz. Sadece uluslararası antlaşma bazı egemenlik haklarını sınırlandırabilir.

Bu bağlamda dünyanın birçok bölgesinde devletler, bu yeni değişim karşısında gelecekle ilgili belirsizlikleri azaltma yönünde çözüm arayışları içine girmişler ve bunda da büyük oranda başarılı olmuşlardır. Fakat yine de bu gelişim, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, tam bir siyasi anayasal devlet formatına kavuşamamıştır. Ancak bu yolda çok büyük kazanımlar elde edilmiştir. Küreselleşmeyle birlikte birçok ulus-devlet egemenliğini kaybetmeye başladığını ve karmaşık sorunların üstesinden gelemediğini düşünmektedir. Oysa bu kavram AB bağlamında egemenliğin kaybedilmesinden ziyade egemenliğin havuzlanması ve transfer edilmesi şeklinde ifade edilir. Böylece bütün AB ülkeleri kendi egemenliklerini ortak olarak birlikte havuzlarlar. Burada dilsel bir jimnastikten ötesi söz konusudur: şayet egemenlik bütünüyle terk edilmiş olsaydı ve AB’den beklenilen ekonomik sonuçlar farklı çıksa idi o zaman sorunlar daha bir karmaşık hale gelecektir.127

Egemenlik konusu BM gündemine savaş, kuraklık ve gıda krizi, diktatörlük rejimleri, azınlık haklarını ihlal eden Irak, Somali, Haiti, Ruanda, Bosna, Kamboçya, Liberya ve Afganistan gibi birçok başarısız ülkelerle de gündeme gelmektedir. Fakat Avrupa’da

126 John McCormick, Understanding European Union, London: McMillian Press, 1999, s.10.

127 David Robertson, The Routledge Dictionary of Politics, London: Routledge, 2004, s.454.

farklı türden bir durum söz konusudur: 15 Avrupa ülkesi AB’yi kurarak kendi aralarında 12 üyeli bir ortak para birliği kurmuşlardır. Bunun yanında 1950’den beri Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’yla başlayan yönetişim ve birleşme sürecine devam etmektedirler. Pilpott’un ifadesiyle uluslararası düzene müdahale ve entegrasyon bağlamında iki yönlü bir müdahale söz konusudur. Pilpott, Ruggie’ye atıfla egemen devletler sistemini değiştiren ve uluslararası siyaseti değiştiren egemenlikte meydana gelen iki devrime işaret eder. Birincisi Westphalia Barışı ile Orta Çağ sonrası Avrupa’da ortaya çıkan modern uluslararası sistemdir. İkincisi ise dünyaya yayılan kolonyal sistemin çöküşü ve İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte sömürge ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıdır. Ona göre egemenlik devrimlerinin temel sebebi siyasal otorite ve adalet konusundaki düşüncelerde devrimsel değişimlerden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda düşüncelerde meydana gelen büyük değişimler çoğulcu yapıda bir krize sebep olur ve var olan uluslararası düzenin meşruiyeti sorgulanır hale gelir. Dolayısıyla çelişkiler, savaşları, ayaklanmaları, protestoları ve siyaseti etkileyerek yeni bir düzen oluşturabilir. Nitekim örneğin yirminci yüzyılda egemen devlet yapısını şekillendiren düşünce milliyetçilik ve kolonyal bağımsızlığı savunan ırksal eşitlik düşüncesiydi ve bu egemen devletler sistemini küresel alana yaydı.128

Fakat bunun yanında Avrupa da kendi içinde birçok farklı Avrupaları barındırmaktadır.

Avrupa’nın sınırları bir dönem siyaset ve ideoloji sorunlarıyla çevrilerek farklı rejimler tarafından da kuşatılmıştı. Rusya, Türkiye, Franco zamanında İspanya, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk farklı rejimleriyle Avrupa’nın sınırlarının içinde ya da dışında idi. Oysa şimdi bu ülkeler AB’nin komşusu ya da üye devletleri oldular ya da yakın bir zamanda üye olacaklardır. Dolayısıyla belirli zaman aralıklarında Avrupa’nın güneyi, kuzeyi, doğusu, batısı, merkezi değişim gösterebilmektedir.