• Sonuç bulunamadı

DİP BOYASI VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE KADINININ DEĞİŞEN STATÜSÜ

Fatma KALPAKLI

ÖZET

Yıllar boyunca süregelen mücadelelerden sonra feminizm hareketleri, kadınlara çalışma hakkı ve ekonomik özgürlüğünü elinde tutma hakkı getirmiştir. Bugün bunlar her kadının, doğuştan kazandığı haklar olarak varsayılır. Ancak, diğer taraftan, bugün feministler şu soruyu gündeme getirmektedirler; kadının hem dışarıda çalışıp eve ekmek getirmesi, hem de evdeki yemek yapma, çocuklara bakma vb. yükümlülüklerini yerine getirme beklentisi içine girilmesi aslında kadının yükünü ikiye mi katlamıştır? Bir de bunlara ilaveten, Dip Boyası adlı kısa hikâyede olduğu gibi, kadın erkek eşittir, evlilik aşkı öldürüyor, biz özgür ilişkilerden yanayız, her şey Alman usulü olsun diyen yeni nesil erkek tipi ve modern erkeklerin beklentilerini göz önünde bulundurursak, kadının günümüz Türkiye’sindeki yerinin ve sorunlarının eskiye nazaran daha geniş bir yelpazeyi kapladığını görürüz. Yazarımız, Eray Karınca, aile avukatı olarak çalıştığı uzun yılların birikimine de dayanarak, kadın ruhuna ve sorunlarına ilişkin derin, ince gözlemlerini bu kısa hikâyede okuyucularıyla paylaşarak modern Türk kadınının toplumdaki yerine ve statüsüne ışık tutuyor. Bu çalışmada, Eray Karınca’nınDip Boyası adlı kısa hikâyesi referans alınarak günümüz Türk toplumunda kadın, kadının yeri ve sorunları konuları ele alınacaktır.

Anahtar Sözcükler:Eray Karınca, Dip Boyası, kadın, Türk kültüründe/toplumunda kadının değişen statüsü, Alman usulü, Kadın çalışmaları, taşıyıcı annelik, ataerkil toplum, dişilik, annelik hakkı. Giriş

Dip Boyasıadlı kısa öykümüzün ana karakterinin ismi yoktur, bu hem onun her kadın, hem de aynı

zamanda hiç kimse olmadığını sembolize etmektedir. Kahramanımız Ankara Kırkkonaklar semtinde iki göz gecekonduda yaşlı anne ve babasıyla yaşayan, orta yaşlı bir anaokulu öğretmenidir. Bir tanıdık aracılığıyla, evlenme umuduyla hiç bilmediği bir adamla bir randevu ayarlanmış ve bu olay etrafında kadın kahramanımızın duygu ve düşünceleri tecrübeli aile avukatı Eray Karınca tarafından kaleme alınıp, okuyucuya aktarılmaktadır.

Otobüs, toprağa demir kazıklar çakan sarı renkli devasa iş makinesini geçer geçmez hızlandı.

İndiğinde yağmur ahmakıslatana dönmüştü artık. Ne yağdığı belliydi ne yağmadığı. Memelerine uzanan saçlarının ıslak uçlarını düzeltti. Soluğunu ayarladı ve dolgun kalçalarını kıvırtarak bir ördek gibi paytak ama kurumlu adımlarla saçak altına doğru yöneldi. Saatine bir daha baktı. Hepsi hepsi on üç dakika geç kalmıştı

Mağazanın vitrininde sergilenen renk renk, albenili, çekici giysiler göz alıyordu. Ucuzluk hep vardı ama yine de çok pahalıydı giysiler. Orada kendisiyle ilgilenen, daha doğrusu bekleyen birisi yoktu. Endişeyle pardösüsünün cebinde sıkı sıkı tuttuğu cep telefonunu çıkardı. Duymamış olabilir miydi? Hayır, çalmamıştı. Çalsa duymaz mıydı? O da gelememişti belki. Çankaya tarafında oturuyorsa onun da işi zordu. Belki de uzakta bir köşede durmuş, görünmeden kendisini inceliyordu. Beğenirse gelecek, beğenmediyse görünmeyecekti. Bu düşünceyle huzursuz oldu. Kalın kirpikli, siyah gözleri buğulandı45.

Evet,beğenirse gelecek, beğenmediyse görünmeyecekti. Peki ya beğenilmezse? Zaten bu yaşa kadar evlenmemiş olması da toplumda “istenilmeyen, arzulanmayan kadın” (undesirablewoman) olmasının bir kanıtı değil miydi? Yalnız kadın, eksik yarımdı. Ata-erkil toplumun gözünde, yalnız kadın muhakkak sorunlu kadındı, yoksa neden hiç kimse onunla evlenmemişti, evlenmiyordu, muhakkak sorunlu, cüzamlı biri demekti. Tüm bu önyargı ve inanışların da etkisi altında kalarak, tanışacağı adamın ufak tefek kusurları olsa bile, kadın kahramanımızbu sefer bunları göz ardı etmeye karar verdi.

Yrd. Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı fkalpakli@selcuk.edu.tr

Biraz daha hoşgörülü, biraz daha gerçekçi olmalıydı, ne de olsa çok zamanı yoktu, zamanın atlıları arkasından koşturuyor, biyolojik saati tik tak hızla ilerliyordu. Zamandan bahsetmişken, beklenen beyaz atlı prens bir türlü ortalarda gözükmüyordu.

Çoklukla buluşma noktası olarak seçilen bu yerde, aksi gibi başka kimse beklemiyordu. Gelip geçenler ve mağazanın uzun boylu, geniş omuzlu, kurbağa gözlü güvenlik görevlisi kendisine bakıyordu. İri gövdesiyle, topuğu ve ayakuçları arasında yaylanıyor, ellerini ovuşturuyor, arada da senin gibi ekilenleri çok gördüm, dercesine sırıtıyordu. Yağmur ve kazılan yollar yüzündendi hep bunlar! Bir iki dakika daha bekleyip çevirdi adamın telefonunu. Karşısındaki donuk, tutuk erkek sesi, zamanında orada olduğunu ve yağmur yüzünden bekleyemediğini, tekrar gelemeyeceğini söylüyordu. Canının sıkıntısını gizlemedi:

—Ama yolların halini biliyorsunuz! Ta, Kırkkonaklar’dan geliyorum. Beş dakika olsun bekleyemediniz mi?

Bir süre sonra lütfedip üst geçidin merdivenlerinden indi adam. Gevşek yürüyüşünden, bakışlarındaki arayıştan bildi onu. İnce yapılı, zayıf ve ortadan uzun boyluydu. Boyandığı belli, koyu siyah, bir tutam seyrek saçını yandan ayırmasa, kendi çapında yakışıklı bile sayılırdı. Hep kısa bacaklı, şiş göbekli adamların saçlarını böyle tarayacağına ilişkin önyargısı olduğu için gülümsedi.

Nihayet beklenen adam lütfedip gelir ve Sakarya’da birahanelerden birine gitmeyi önerir. Nedir bu? Bir sınav mı, hafif kadın mı, hanım efendi mi? Test mi ediliyordu kahramanımız?

Adamın, üst geçitten karşıya geçip Sakarya’daki birahanelere gitme önerisini kabul etmedi. Biraz ağırdan satmalıydı kendini. İzmir Caddesi’ne, oradan da Necatibey’e yöneldiler…Aceleci, telaşlı kalabalık arasında vitrinlerden kesik kesik yansıyan görüntüleri çarptı gözüne. Omzuna ancak geliyordu adamın. Yine de yakışmışlardı birbirlerine. Necatibey’de karşılarına çıkan ilk pastanede oturdular.

Kaşla göz arasında, ana karakterimiz yollardan geçerken vitrinlerdeki yansıyan siluetlerine bakıp, hayal kurmaya bile başlar, ne de olsa vitrinde yakışmışlardı birbirlerine. Adamın suskunluğundan dolayı, bölük pörçük ancak şunları öğrenebilmişti;

Memurdu. Eşini kaybedeli altı yıl olmuştu. İki çocuğu ve annesiyle birlikte yaşıyordu. Çocuklara annesi bakıyordu, o konuda bir sıkıntısı yoktu. Paraya değer vermiyordu ama yine de bu parasını savurduğu anlamına gelmezdi. Önemli olan kişinin yüreğinin, gönlünün zenginliğiydi. Her şeyin başında ciddilik gelirdi, falan filan…

Tüm bunlarda klişelerden öteye gitmiyordu. Ayrılma vakti gelince de adam suskunluğunu, belirsizliğini devam ettirince kadın dayanamayıp sorar;

— Tekrar görüşecek miyiz, dedi ve hemen pişman oldu ama çok geçti artık. — Tabii görüşürüz.

Bırak, nerede ve ne zaman buluşacaklarını söylemeyi, ararım bile dememişti adam. Sonraki üç gün her telefon çaldığında acaba o mu, diye çarptı yüreği. Sonra umudunu kesti. Şansı ne zaman yaver gitmişti ki?

Bir ay kadar sonra aradı adam. Eğer istiyorsa, mesai bitiminde Kızılay’da, Gökdelen’in önünde buluşabilirlerdi. Kabul etti. Denemekten başka seçeneği yoktu ki! Her akşam o iki göz gecekonduya dönmeyi istemiyordu.

Zaten yaşı ilerledikçe, önündeki seçenekler de azal mıyor muydu? Seda Akgül’ün Dişilik mi, Kişilik

mi?kitabında da vurguladığı gibi kadının yaşı ilerledikçe evlilik pazarındaki değeri azalıyor (bu

değer kazanıyordu. Kadının belli bir raf ömrü vardı ve bu süre erkeğe nazaran daha kısaydı. Diğer taraftan Mert Aslan da Bay Türk’ün Kadınları isimli kitabında ülkemizdeki orta yaşlı evlenmemiş kadınları çaresizden ziyade seçici olarak nitelendirmekte:

Eğer çevrenizde 35–40 yaşlarına geldiği halde hala evlenmemiş bir bayan varsa, bu uygun birini bulamamış olmasından değil, büyük olasılıkla onca seçenek arasında bunalıma girmiş ve seçim yapmakta bir türlü karara varamamış olmasındandır (82).

Erkekler her yaşta baba olabilir, ama kadınlar için aynı durum söz konusu değildi. Elindeki her umut parçasına tutunmak, aşk kırıntılarına razı olmak durumundaydı. Aksi takdirde,

Yatalak babasına, romatizmaları hiç geçmeyen annesine bakarak mı geçirecekti tüm yaşamını? Buluşmaya birkaç saat ya var ya yoktu. Telaş ve ürküyle lavaboya koşup aynaya baktı. Gözlerinin altı mordu. Onları fondötenle kapatabilirdi, ancak beyaz sicimler gibi parlıyordu saç dipleri! Çare yok, acilen dip boya yaptırmalıydı. Aksi gibi hiç zaman yok, yetersizdi. Yüreği ağzına geldi. O korkunç beyazlar ne çabuk çıkmıştı ortaya ve niye ihmal etmişti onları? Müdür’anıma koştu umutsuzca. Değil bir saat, beş dakika bile izin veremezdi kadın. Tehdit de hazırdı hani. Kapıda iş için bekleyen çoktu. Yediği azarla kaldı.

Saçlarındaki aklar da sanki geçen zamanın, aile kurmak, anne olmak için geç kaldığını, yüzüne bir tokat gibi vuran, biyolojik saatin hızla ilerlediğini bir çekiç gibi kafasına vuran göstergeler değil miydi zaten? Güzel, alımlı görünmeli ve bunun için de hemen bir dip boyası yaptırmalıydı.

Tezat şuydu ki aynı andahemgüzel, albenili olmalıydı, hem ekonomik özgürlüğe sahip, kendi ayakları üzerinde durabilen çalışan bir kadın. Çalışan bir kadın olmalıydı, ama işçi tulumlarını tıpkı külkedisi gibi anında bir balo elbisesine çevirebilmeliydi de. Böyle şeyler ise ancak masallarda olurdu. Masallar demişken, zaten tüm sorunlarda çocukluğumuzdan beri her gece kulağımıza fısıldanan masallarla başlamıyor muydu? Güzel genç kız, yakışıklı güçlü bir prens tarafından öpülecek ve kurtarılacak. Tüm bu masallarda “kızlar kendi kendini idare edemez, ancak bir erkek onları kurtarabilir ve mutlu edebîlir” mesajı verilmiyor muydu?

Neyse biz dönelim bizim orta yaş krizindeki kahramanımızın dip boyası sorununa. Müdür’anımdan kuaföre gitmek için izin çıkmamıştı. Feministlerin de sık sık belirttiği üzere, “kadınlar arasında kardeşlik yoktu”, bu seferde gene kadını kadın anlamamıştı.

Kahramanımızın yaşadığı biraz da Elif Şafak’ın Siyah Süt adlı romanındaki süper kadınkavramıyla örtüşmüyor muydu? Hem o, hem bu, hem şu deyip süper kadın olmayı hedeflerken aslında hiçbir şey olamamak, hiçbir şeye, hiçbir yere tam olarak yetişememek, kâfi gelememek. İyi bir öğretmen, iyi bir evlat, iyi bir partner derken aslında hiçbir şey olamamak ve yetersizlik ve “değersizlik” duygusuyla mücadele etmek (Bakınız Seda Diker Aslında Giden Erkek Yoktur, Aslında Ayrılık da Yoktur). Kuaföre giderse, buluşmada güzel görünebilecek ama işini kaybedecek, kuaföre gitmezse kendi parasını kazanabilecek ne ailesine ne de kocasına ekonomik olarak yük olmayacak, ama çirkin, kendine bakmayan, değersiz bir kadın olacak. Offf, nasıl bir dünyaydı bu böyle? Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal, kaçacak nefes alacak bir yer yok. İşte tüm bu sebeplerden dolayı, bugün birçok edebîyatçı ve kadın hakları savunucuları da çalışmalarında bu ikilem (dilemma) üzerinde durmakta ve bir çıkış yolu aramaktadırlar. Örneğin, TimberlakeWertenbaker’ınGün Doğumu diye çevirebileceğimiz The Break of Dayadlı oyununda da bu ikilem üzerinde durulmaktadır.

Wertenbaker’ınoyununda da ele alındığı üzere, kadınlar çalışma hakkı kazanırken, iş kariyer sevdasına kapılıp annelik yaşını kaçırınca ayrı bir hezeyana kapılmakta, bu seferde kadının anne olma, “annelik hakkı” elinden alınmaktadır. Bu durumda da “taşıyıcı annelik” vs. gibi konular gündeme gelmekte, ama bu seferde üst sınıftan olan kadının alt sınıftan olan kadını “taşıyıcı anne” olarak kullanarak, işçi- patron ilişkisi ve kadının kadını tacizdurumu ortaya çıkmaktadır. Bizim kısa öykümüzde ise, kahramanımızın anne olma isteğine yer yer değinilmekte ve annelik özlemi ortaya konulmaktadır. Ama ne kadar isterse istesin, tek başına anne olamazdı ki? Meryem Ana mıydı ki? Bir partnere ihtiyacı

vardı ve iyi bir “baba adayı” bulmalıydı, Alexander Pope’unLülelerin Tacizi diye çevirebileceğimiz,

theRape of Lock şiirinde de belirtildiği üzere, kadının en büyük silahı güzelliğiydi ve hemen kendini

bir kuaför salonuna atmalıydı:

Çıkışta, caddedeki kuaför salonlarına baktı. İçleri ışıl ışıldı ve müşteri doluydu. Birinden içeri telaşla daldı:

— Çok acelem var. Acaba hemen bir dip boyası yapabilir misiniz?

— Tabii bayan, biraz beklerseniz ilk boşalan arkadaşımı size yönlendiririm. İşaret edilen koltuğa oturdu. Ezile büzüle sordu:

— Ne kadar ödeyeceğim? — Sizden yirmi lira alalım.

Cüzdanına baktı. İki onluğu vardı sadece. Babasının ilaçları henüz alınmamıştı; onu yeşil kartla hallederlerdi. En önemlisi maaşa daha bir hafta vardı. Onun da zamanında ödeneceği kuşkuluydu. Bir iki dakika daha oturdu. Yok, bir kez daha geç kalamazdı! Kırık dökük:

-Geç kaldım ben, bekleyemeyeceğim, diyerek hızla çıktı.

Atilla İlhan’nın param olsa hevesim yok, hevesim olsa, param misali bu seferde parası yetmedi kahramanımızın saçını boyatmaya. Savaşa (güzellik) silahları olmadan devam etmeye karar verir ve buluşma yerine gider:

Bu kez vaktinden on beş dakika önce Gökdelen’in önündeydi. Esinti sertti. Üşüdü. Bu kargaşada gelirse birbirlerini göremezler diye kuytuya çekilemiyordu. Tahmin ettiği gibi tam saatinde geldi adam. Dakikliği ürkütücüydü. Sakarya tarafından geliyordu yine. Bu kez yer aramadan doğru Gökdelen’in ikinci katındaki pastaneye çıktılar. İçerisi tenhaydı. Sırtındaki pardösüsünü çıkarıp görevliye teslim ederken eskiliğinden, renginin solukluğundan utandı. Adamın devetüyü rengi paltosu ise pek gösterişliydi. Sivri burunlu ayakkabıları da pırıl pırıldı. Ayakkabılara bakmak uğursuzluk getirir diye bakışlarını hemen çevirdi. Oturmak için seçtikleri köşe aydınlıktı ve aksi gibi ayna doluydu her yan! Genellikle ortam yarı aydınlık ve masalar kuytu köşelerde olmaz mıydı böyle yerlerde? Oturur oturmaz aynada saçının beyazlarına takıldı bakışları. Saten, beyaz bayraklar gibiydi tellerin dipleri. Morali bozuldu. Tepelerine hemen dikilen garsona, en sevdiği tatlı olan profiterol ısmarladı. Böylece daha iyi hissederdi kendini. Tatlısını bir çırpıda yedi. Adam, bira ve patates cips istemişti. Karnı doyunca, ısı farkının etkisiyle yarısı buğulanmış bardaktaki bira gözüne çok çekici göründü ama bira içmesi belki iyi etki bırakmazdı:

— Bunca zaman aramayışımın nedeni, çok düşünüp taşınmam, dedi adam.

Bardağa her eğilişinde burun deliklerini hafifçe oynatıyor, birasının kokusunu sindirdikten sonra, ağzında çalkalayarak, âdemelmasını çıkara çıkara içiyordu. Arada da arsız arsız saçlarına bakıyordu sanki. Kısa bir sessizlikten sonra ekledi:

— Şimdi kararımı verdim.

Yüreği hop etti! Belki bu defa tamamdı! Kötü talihini yenmişti. Ancak dudaklarında alaycı bir gülümseme var gibiydi adamın.

Tam, kararının ne olduğunu söylemesini beklerken, patatesleri ağzına arka arkaya tıkıştırdı adam. Üstüne bardağında kalan biranın tamamını ‘fondip’ yapmaya kalkınca soluk borusuna kaçırdı yediklerini. Kusacak gibi oldu. Konuya uzun süre dönmedi sonra. O da bir hata yapmamak, üstüne gidiyor izlenimi yaratmamak için sormadı. Nasıl olsa sırası gelirdi. Aslında ikinci birada yumuşamıştı adamın bakışları. Gözbebekleri, uzun kirpiklerinin arasında kapkara bir çift enginlik gibi görünüyordu. Derinlerinde, sevgiye benzer ışıltılar var gibiydi. Keşke kendisi de bir bira içseydi de onun gibi rahatlayıp

ışıldasaydı. Üçüncü birayı tüketmek üzereyken baklayı ağzından çıkardı adam. Özet ve kestirmeden konuşuyordu yine:

— Evliliği hiç düşünmüyorum. Artık devir değişti. Serbestaşk zamanı şimdi. Kadın, erkek fark etmemeli. İnsanlar eşit ve özgür olmalı. Evlilik uğruna, yaşanabilecek güzelliklerden mahrum kalmamalı.

— Yani?

— Yanisi, evime gidebiliriz. Çocuklar annemle beraber köyde.

Ne ummuş ne bulmuştu? Eşitlik, özgürlük önüne gelenle yatmak değil herhalde diyecekti. Değmezdi. Aslında alışıktı bunlara. Bardağından bir yudum su içti. En iyisi kalanını adamın suratına fırlatıp çıkmaktı. O sıra içeri el ele tutuşmuş bir çift girdi. Erkek, bebeğin babasıydı. Eliyle, kızı sayılabilecek kadar genç birinin belini kucaklamıştı. Göz göze geldiler.

Ne kızgınlığı ne direnme gücü kaldı. Hepsi birdi bunların. Ruhundaki değersizlik duygusu silindi gitti. Neredeyse tamam gidelim diyecekti ki hesap pusulası geldi. Adam pişkince sordu:

— Alman usulü, herkes kendisininkini ödeyecek değil mi? Yanıt vermedi. Onluklarından birini seçti.

Adam, onun tabağa parayı bırakmasını bekleyip cüzdanından çıkardığı kartı garsona verdi:

— Kalanını bundan çek.

Oysa yaratılış itibariyle ve Seda Diker’in Aslında Giden Erkek Yoktur kitabında belirttiği gibi, erkek verici, cömert olmalıydı. Kadın ise alıcı ve pasif durumda olandı. Ama bu da eski zamanlarda kalmış ve artık erkeklerde feminenleşmiş ve avcı toplumundaki gibi ekmeğinin ve kadınının peşinden koşup, avlanmak yerine pasifleşmiş ve bunları kadından bekler olmuştu. Öyle ya, modern zamanlardı ve evlilik demek, sofrada besleyecek bir fazla boğaz demekti, kadın erkeğe yük demekti. Modern kadın, hem çalışıp, kendi ekmeğini kazanmalı, hem de nikâh, bağlılık gibi öyle demode kavramlara takılıp adama ayak bağı olmamalıydı. Herkes özgür takılmalıydı, bu arada erkekte hercailik yapıp çiçekten çiçeğe konabilmeliydi. Böylece kahramanımızın aile kurmak ve çocuk sahibi olmak hayalleri bir kere daha suya düşer. Ancak, onurunu ve kendine olan saygısını yitirmeden kendi yoluna devam eder. Alman usülü, paylaşım olmaksızın herkes kendinden mesul ve kendine mahkûmdu bu hayatta.

KAYNAKÇA Birincil Kaynaklar:

Karınca,Eray. (2013). Dip Boyası. Ankara Kısa Öykü Günleri. İkincil Kaynaklar:

Aslan,M. Mert. (2006).Ba Türk’ün Kadınları: Önce First Lady Sonra Cariye. İstanbul: Beyaz Yayınları.

Akgül, Seda. (2012).Dişilik mi? Kişilik mi? İstanbul:Postiga.

Diker, Seda. (2011).Aslında Giden Erkek Yoktur. İstanbul: Destek Yayınevi, --- Aslında Ayrılık da Yoktur.

Pope, Alexander. (1993).“Rape of Lock”, The Norton Anthology – English Literature. Vol. I New York: W. W. Norton &Company, 2233-2252.

Şafak, Elif. (2008).Siyah Süt. İstanbul:Doğan Kitap.

DOKTOR MEHMET FAHRİ’NİN MANZUM İŞKODRA TARİH-İ HARBİ

Outline

Benzer Belgeler