• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ALMANYA’DA TÜRK TOPLUMUNUN GELİŞİMİ VE GENEL SOSYOLOJİK ÖZELLİKLERİ GENEL SOSYOLOJİK ÖZELLİKLERİ

2.1. Almanya’da Türk Toplumunun Gelişimi

2.1.1. Birinci Kuşak Türkler

Federal Almanya’ya 1960 yılında yönelen işgücü göçünün yıllara tekabül eden rakamlarla durumuna daha önce değinilmiştir. Şimdi de ilk giden neslin sosyal, iktisadi, kültürel, meslek eğitimi ve medeni durumu incelenmektedir. Birinci kuşak daha çok işsizliğin ve fakirliğin baskısıyla iki-üç sene çalışıp dönmeyi hedefleyerek Almanya’ya gitmeyi tercih etmiştir. Her ne kadar bazıları bu niyetini gerçekleştirmiş olsa da, çoğunluğu gelişen şartlarla sürekli uzatarak yerleşmeye yönelmiştir (Franz, 1981: 53). Birinci kuşak, işgücü alan ülke için gözle görülmeyen büyük bir sermaye transferidir. Eğitilme, beslenme, beceri kazanma, sosyal deneyim edinme, gibi hizmetler bir maliyetle mümkündür. İşgücünün yetişmesindeki bu süreçlerde hiç katkısı olmayan alıcı ülke Almanya, ondan direkt yararlanmaya geçmektedir (Abadan, 1975: 407). Adeta milyonlarca kişi bir anda topluma doğduğu an üretime katkıda bulunmakta, vergi ödemekte, sosyal sisteme destek vermektedir. Federal Almanya’nın kalkınmasında yabancı işgücünün ürettiği değeri, politikacıların, işverenlerin medyanın görmesi ve gelişmeye ilişkin kilometre taşlarının nasıl döşendiğinin bilinmesi gerekmektedir. Sanayinin, hukukun, sendikalaşmanın geliştiği ülkeleri merkez, gelişmemiş ülkeleri de bu ülkeler için çevre ve kaynak olarak değerlendiren yaklaşım, yabancı işgücü alan ülkelerin çok karlı, veren ülkelerin ise bu olguda büyük kayıplarının olduğunu itiraf etmektedir. İşgücü ihraç eden ülkelere, ucuz işgücü kaynağı gözüyle bakılmış, bu ülkelere ilişkin genel kanaat ve değerlendirme de aynı çerçevede oluşmuştur. Kolonyalist anlayışa sahip olan yaklaşım bu ülkeleri hammadde, pazar ve üretim aracı olarak görmüşlerdir. Bütün bunlar yapılırken gerçek niyetlerini de her zaman gizleyebilmişlerdir (Gamm, 1981: 209-210)

Sanayi toplumunda alınan eğitim, meslek ve kültürel seviye kişinin toplumsal statüsünün belirlenmesinde önemli kabul edilen kriterlerdir. Federal Almanya’nın yabancı işgücü ithalinde de bu kriterlerin öne çıktığı dikkati çekmektedir. Birinci kuşak Türkler, Türkiye’den getirilirken sağlık, meslek ve alınan eğitim gibi unsurlar dikkate alınarak, firmaların taleplerine uygun bir şekilde yine firma temsilcisi uzmanlar tarafından milyonlarca kişi içerisinden seçilerek getirilmişlerdir (Aker, 1972: 51-64; Abadan, 1964: 30). Ancak ne var ki, birinci kuşak, Almanca bilmemesi sebebiyle hak ettiği ve alması gereken statüsünü elde edememiştir. Kendini tanımlayamadığı için sahip olduğu her türlü niteliklilik de böylece silinip gitmiştir. Adeta dilsizlik statünün düşüşünü, dili bilmek de statünün yükselişini sağlamıştır. Sonuçta milyonlarla ifade edilen birinci kuşak yabancı işgücü ithali, yerli işgücü statüsünün bütün alanlarda yükselmesini temin etmiştir. Dolayısıyla Almanya, yabancı işgücünü genelde en düşük seviyedeki mesleki alanlarda planlayarak uygulama alanına koymuştur (Schrader, A., und andere, 1979: 20-24).

Birinci kuşak işgücü daha çok “ağır sanayi, inşaat ve madencilik” gibi diğer yerli ve yabancı işgücünün çalışmak istemediği alanlarda istihdam edilmiştir. Çalışmış oldukları işin riskine eş değer bir ücret de alamamışlardır. Buna ilaveten gelirlerini yükseltebilmek için gece vardiyası, hafta sonu ve diğer tatil günleri de çalışmayı tercih ederek biraz daha fazla kazanmayı yeğlemişlerdir (Üstün, 1975: 27-28). İş şartları ağır, kirli, riskli, tehlikeli ve bezdirici olması sebebiyle birçoğu tehlikeli hastalıklara yakalanmışlardır. Sanayi atığı tehlikeli toz ve zehirli gazların bulunduğu ortamda çalışan işçiler, kanser gibi tehlikeli ve ölümcül hastalıklara tutulmuşlardır. Çevrecilerin bile kendilerini zincirleyerek sert bir şekilde protesto ettikleri atom reaktörlerinde ve zararlı ışınların altında çalışan insanlar sadece ekmek parası düşünmüşlerdir (Wallraff, 1986: 91-101).

Birinci Kuşağın karşılaştığı bir diğer üzücü gerçek de, yerli işçi ile eşit muameleye tabi tutulmayarak, arada oluşan rekabetle yabancı işçinin istismar edilmesidir. Amaç yabancı iş gücünün kendini savunamaz dilsizliği ile ağzını kapatıp daha çok çalışmasının teminidir. Genelde işçiler bu durumu “beni yıkan, işin zorluğu değil, ayrımcılık” ifadesiyle acı duygularını dile getirmektedir (Gitmez, 1979: 113-114).

Birinci Kuşak, iş yerine ilişkin sorunlarını iş yeri şartlarında, ikamet ettikleri yer ile ilgili sorunlarını da dernekler ve işçi sendikaları aracılığıyla çözüyorlardı. İş yerlerine yakın işçi yurtlarında kalıyor, birlikte pişirip birlikte yiyorlardı. Tanımadıkları bir çevre ile dayanışmadan başka seçenekleri yoktu. Sosyal hayattan ve aile kümesinden tamamen izole olmuşlardı. Ailelerinden, akrabalarından ve sosyalizasyon sürecini tamamladıkları çevrelerinden uzakta idiler. Duygu yüklüydüler. Bütün amaçları para kazanmaktı ve onu biriktirip memlekete göndermekti. Bu sebeple Almanlar gibi para harcayamıyorlardı. Hayat standartları, tüketim tutkuları Almanlarınki gibi yüksek değildi. Dış işgücü göçünün en acılı tarafı ise kopan, dağılan, ayrılan, birbirine gün geçtikçe yabancılaşan aile üyeleri arasında yaşandı. Ayrılık, gurbet yolu, hasret, çile, uzun bir zaman diliminde göz yaşlarıyla bekleyişler, şiirler, şarkılara, araştırmacılara, filmlere konu oldu (Gitmez, 1979: 71-77, 105).

Birinci Kuşağın birçoğu ilerleyen zaman süreci içerisinde bu hayata daha fazla dayanamayarak eşini ve çocuklarını da getirmeyi planlamıştır. Başlangıçta tanımadığı sosyal bir kümeye ahlaki, dini, güvenlik gibi gerekçelerle ailesini taşımayı çok riskli görenler, çevreyi tanıdıkça kendini daha güçlü hissetme sürecine girmiş ve sonra bu kanaatten vazgeçerek aile birleşimi kapsamında ikinci dışgöçü başlatmıştır. Oturulan evler oldukça eski, sağlıksız, savaş yıllarından kalma, tuvaletsiz, banyosuz ve bakımsız evlerdir. Sorunlar yine bitmemektedir. Dışlanmışlığın verdiği psikolojik etkiyle belirli bölgelere yerleşme arzusu yaygınlaşmaya başlamıştır. Böylece gettolaşma denilen yerleşim bölgeleri oluşmuştur. Çünkü gettolarda yaşamak insanlara dışlanmaya karşı bir ilaç gibi daha rahat gelmektedir. Hâlbuki karışık yaşamak gelişmek, başkasından almak ve vermek ekseninde oluşan yükseliş için daha önemlidir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, entegrasyon olgusu tek taraflı değil çift taraflı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır (Kozak, 1979: 193-194; Turan, 1992: 70-71). Bu koşullarda birinci kuşağın siyasal alanda direkt aktif olması oldukça zordu. Çünkü siyasal ve sosyal kurumları tanımıyorlardı. Ancak bu dönemde öğrenci olarak gelen, eğitim sonrası süreçte de burada yerleşmeye yönelenlerin siyasal alanda daha aktif olduğu ve siyasal kurumlarla daha yoğun ilişkiye geçtiği bilinmektedir.

Sonuç olarak 2006’lara gelindiğinde birinci kuşağın yaşlandığını, torunlarını sevmeye başladığını, Almanya’ya alışan eşler ile alışamayanlar arasında yerleşme yeri tartışması

yaptığını, gelir düzeyinin düştüğünü, sağlığını kaybetmesi ile kısmen mutluluğunu da kaybettiğini söylemek mümkündür. Bu kuşak akrabaya yakın olma, kendini rahat hissetme, Türkiye siyasetini tanıma, Türkiye siyasal kurumlarına daha çok ilgi duyma ve sağlık gibi gerekçelerle Türkiye ile, çocukları sebebiyle de Almanya ile bağlılığını sürdürmektedir. Almanya siyaseti ve siyasal kurumları ile genelde ilgilenmemektedir. Bu sebeple yılın altı ayını Türkiye’de, altı ayını da Almanya’da geçirmektedir. Bu kuşağın Türkçesi, aldığı eğitim, sosyalizasyon süreci Türkiye’de şekillendiği ve Türkiye toplumu ile de yakın ilişkiler içinde olması nedeniyle Türkiye siyaseti ile daha yoğun ilgilendiğini, Almanya’yı da daha çok çalışma yeri olarak kullanması sebebiyle Almanya siyaseti ile de daha az ilgilendiğini söylemek mümkündür.