• Sonuç bulunamadı

ÇALIŞMANIN YÖNTEMİ:

2 BÖLÜM : KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’DEKİ PARTİ SİYASETİNE ETKİLERİ

2.1.2 Yeni Siyasi Partilerin Kurulması ve ANAP’lı Yıllar

Darbe sonrasında Generaller Demirel hükümetini görevden uzaklaştırmış, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile donanma, hava kuvvetleri ve jandarmanın kuvvet komutanlarından oluşan bir Milli Güvenlik Konseyi (MGK) kurarak kendilerini yasama ve yürütme organı olarak atamışlardır. Emekli Amiral Bülent Ulusu başkanlığında kurulan teknokratlar kabinesine yetkilerinden bazılarını devretmekle birlikte, Kasım 1983 seçimlerinden sonra sivil yönetime geçilene kadar ülkeyi bizzat yönetmişlerdir.

Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu: 84/8860 sayılı kanunla kurulup bankacılık faaliyetlerinden

yapılan kesintiler gelirlerini oluşturmaktadır. Teşvikli yatırımlara yönelik amaçları bulunmaktadır.

Savunma Sanayi Destekleme Fonu: Savunma sanayinin desteklenmesi amacıyla kurulmuştur. Alkollü

içkiler tekel mamullerinin satışlarından bir bölümü, talih oyunları, silah satış gelirleri, bedelli askerlik gelirleri, akaryakıt tüketim vergisinin bir kısmı ve yıllık bütçe transfer ödeneklerinden kesilen miktarlardan oluşan bir kaynağı vardır.

Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Fonu: 32/94/1986 sayılı kanunla kurulmuştur. TRT reklam gelirleri,

trafik para cezaları, diğer fonlardan yapılan aktarmalar, petrol ürünleri satışı ve yıllık bütçe transfer ödeneklerinden meydana gelen bir kaynağa sahiptir. Ülkemizde yardıma muhtaç olan kişilere maddi ve manevi yardımlarını yapmak genel amaçtır.

Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu: Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Bakanlar Kurulu

kararına Ek, 25/1980 sayılı karar ile kurulmuştur. İhracat ve ithalat işlemleri üzerinden yapılan kesintiler finansman kaynağını oluşturmaktadır. Amacı ihracatın geliştirilmesi, iç piyasaların düzenlenmesidir.

Kamu Ortaklığı Fonu: 2985/1984 sayılı kanunla kurulmuştur. Akaryakıt Tüketim vergisinin bir kısmı,

gelir ortaklığı senetleri satış hasılatı ve hisse senedi satışı hasılatlarından oluşan bir kaynağa sahiptir. Özelleştirme Giderleri ek kaynakla kamu yatırımlarının finansmanı ve istihdamı artırıcı yatırımlara finans sağlamak amacındadır.

86

Aynı zamanda sıkıyönetim ilan edilmiş ve generaller düzenin yeniden tesis edilmesini görev olarak üstlenmişlerdir. Bu süreçte siyasi partiler kapatıldığı ve eski siyasetçilere yasak getirildiği için, ülkedeki her türlü siyasi faaliyetin durma noktasına geldiği söylenebilir.

1983 yılında bu siyasi partilere,” yeni siyasetçilerle parti kurabilmek şartı ile yeniden izin verilmiştir”. Bu süreçte parti başkanları bir eleme sürecinden geçirilmiş, yeni süreç için tehlikeli bulunanlar dışarıda bırakılmıştır. 1980 meclisinin tamamı beş yıllığına, parti başkanları ise on yıllığına siyasetten men edilmiştir. Dolayısıyla, yapılacak seçimlere ancak üç parti katılabilmiştir. Merkez sağ, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP) ve emekli General Turgut Sunalp’ in Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) etrafında birleşirken, merkez solu ise emekli bürokrat Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti temsil ediyordu (Akgün, 2009: 558). Bu dönemde Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş gibi eski siyasetçilerin, yasaklı da olsalar, siyasi yaşam üzerindeki etkilerinin devam ettiği belirtilmektedir.

Kasım 1983 seçimleri %45,15’lik oy oranıyla Özal’ın ANAP’ını iktidara taşımıştır; Halkçı Parti %30,46, MDP ise %23,27 oranında oy almıştır. Özal, partisinin 1980 öncesinin sağdan sola tüm ideolojik eğilimlerini temsil ettiğini dile getirmiştir. İktidara geldiği andan itibaren hiçbir siyasi kargaşanın yer almadığı beş yıllık bir “toplumsal barış istemiş ve bu barış göreli olarak sağlanmıştır” (Çavdar; 2000: 288-295). Askeri düzenin izlerinin fazlasıyla hissedildiği bu dönemde Özal, ülkenin ekonomik sorunlarını düzeltmek adına birçok önlem almıştır. Bir önceki bölümde de ifade edildiği gibi 24 Ocak Kararları ile küresel ekonomik sistemle entegre olma süreci başlamış ve ilerleyen dönemlerde de gerek devletin fonksiyonlarının düzenlenmesi gerekse ekonomik alana ilişkin kanuni anlamda yeni düzenlemelerin yapılması ile bu süreç hızla devam etmiştir. Aslında Türkiye ilk olarak serbest piyasa ekonomisine geçişle tanıştığı küreselleşme süreciyle olan bağını ilerleyen dönemlerde uluslararası iş birlikleri ve anlaşmalarla güçlendirerek hayatın her alanında içselleştirmeye başlamıştır. Ayrıca alt başlıklarda daha detaylı olarak incelenecek olan Özal’ın siyasi anlamda “dört eğilimi” biraraya getirme çabası, tam hedefine ulaşamamışsa da, darbe sonrası ilk dönemde toplumsal anlamda toparlayıcı etkiye sahip olmuştur.

87

Türkiye’de partilerin, fikir ya da program partisi olmaktan çok, lidelerinin karakterine bürünmeye yatkın olduğu söylenebilir. Bu yüzden ANAP’ da daha başından itibaren Özal’ın partisiydi ve kurduğu kabine, onun mutlak hâkimiyetini yansıtıyordu. Bu durumun 1989’da parti başkanlığından resmen ayrılıp cumhurbaşkanı olmasından sonra dahi devam ettiğini söylenebilir (Heper; 2011: 205-210). Nitekim Özal’ın cumhurbaşkanı olması paralelinde ANAP’ın genel başkanlığına ve 1989-1991 yılları arasında başbakanlığa getirilen Yıldırım Akbulut döneminde, Özal’ın baskın etkisinin siyasetin hemen her alanında hissedildiği dile getirilmektedir.

Yasaklı liderler (Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş), 1986 yılı başlarında, emanetçi partilerin arkasında siyaset sahnesine çıkmışlardır. Ancak siyasi haklarına yeniden kavuşmaları 6 Eylül 1987’deki referandumdan sonra gerçekleşmiştir. Böylece erken seçimin yolu açılmıştır ve Özal, erken seçim tarihini 29 Kasım olarak belirlemiştir. Bu zaman dilimi muhalefete örgütlenmek için çok az zaman bırakmışsa da, ANAP’ın seçimi kazanmasında etkili olduğu iddia edilmektedir. Ancak %36,29’a düşen bir oy oranıyla; başında İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’nün bulunduğu Sosyal Demokratlar (SHP) %24,81 ile ikinci, Demirel’in Doğru Yol Partisi (DYP) ise %19,15 ile üçüncü parti olmuştur (Çavdar; 2000: 295-300).

Bu dönemden sonra ANAP seçmen kitlesini kaybetmeye devam etmiştir25

. 31 Ekim’de Türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı olarak seçilen Turgut Özal 9 Kasım 1989’da makama oturmuştur. Özal’ın partiden ayrılışı parti içi ideolojik gruplaşmalarda hâkimiyeti ele geçirme fırsatı olarak görülmüş ve bu bağlamda çekişmelerin başlamasına sebep olmuştur (Tosun, 1999: 157-163).

Özal’ın cumhurbaşkanlığı dönemi (1989-93) siyasi istikrarsızlıklarla geçmiştir. ANAP’ın başına Yıldırım Akbulut’un geçmesiyle başlayan hizipler arası liderlik yarışı partiyi daha da zayıflatmıştır. Giderek büyüyen Kürt sorunu, siyasi suikastlar ve iktisadi sorunlar karşısında hükümetin başarı gösterememesi, bu dönemde askeri müdahale söylentilerini dahi yeniden gündeme getirmiştir. Bu dönemde oy oranları açısından yükselen tek parti Demirel’in DYP’sidir. Ancak Haziran’daki seçimlerde ANAP başkanlığına genç ve modern Mesut Yılmaz’ın getirilmesi ve muhafazakâr-milliyetçi

25 26 Mart 1989 yerel seçimleri parti için tam bir yıkım olmuştur; partinin oyları beş yılda %45’ten %22’ye düşmüştür.

88

grupların yenilgiye uğraması, partiye karmaşadan kurtulma şansı tanımıştır. İktisadi durum iyice kötüleşmeden, 1992 yerine 1991’de genel seçime gitmeye karar verilmiş ve meclis 20 Ekim’de seçim yapılması kararını almıştır (Ahmad, 2006: 193-194). Merkez sağda durum böyleyken, sosyal demokratlar açısından da farklı bir değerlendirme yapmak mümkün gözükmemektedir.

Nitekim seçim sonuçlarında, DYP birinci parti, ANAP ise ikinci parti gelmiştir. Asıl kaybedenler ise bölünmüş sosyal demokratlar olmuştur26. Erbakan’ın Refah Partisi’nin altmış iki sandalye kazanarak meclise girmesi, Türkiye’deki muhafazakâr orta sınıfın artan siyasi öneminin habercisi olarak değerlendirilebilir ki, bu durum küresel siyaset süreci ile de uyumlu gözükmektedir. Bu dönemde iki merkez sağ parti olan ANAP ve DYP arasında net olarak ifade edilebilecek ideolojik farklılıklar bulunmamakla birlikte, birleşerek güçlü bir hükümet oluşturmayı da kabul etmemişlerdir. “Demirel aradaki ideolojik farklılıklara rağmen Erdal İnönü’nün sosyal demokratlarıyla, ülkenin 1970’ler boyunca arzu ettiği, ideolojik olmayan bir koalisyon kurmuştur.” Bu koalisyonla halkın %48’inin desteğine sahip olan bu hükümet, mecliste 266 sandalye ile temsil edilmiştir (Ahmad, 2006: 193-194).

İki zıt ideolojiye sahip partinin koalisyon kurarak, pek başarılı olmasa da dönemin şartlarında ortak politikaları takip edebilmeleri, küreselleşmenin siyasi etkileri ekseninde partilerin ideolojik bagajların yavaş yavaş boşaltılmaya başlanması ile ilişkilendirilebilir. Bir diğer ifadeyle küreselleşme süreçlerinin getirdiği yeni siyaset anlayışı, önceki dönemlere nazaran siyasi partilerin sahip oldukları ideolojilerin aşırılıklarının büyük oranda törpülenmesini sağlamıştır. Siyasi partilerin küresel süreçlerle geçirdiğ dönüşümü vurgulayan bu konu, bir alt başlık olan küreselleşmenin parti siyasetine etkileri bölümünde ele alındığı için bu bölümde detaya girilmemektedir. DYP-SHP koalisyon ortaklığını, hem mecliste temsil ettikleri sandalye sayısı bakımından, hem küresel pazara girmek için hem de ülke için gerekli reformları uygulamaya koymak için, güçlü bir hükümet olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat uygulamada yaşanan farklılık ve sıkıntılar tarih sahnesinde kendisini göstermiştir. Böylece ANAP dönemi sonlanırken, ANAP’la birlikte ülkeye giren küreselleşme

26 1989’un en popüler partisi olan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) oyların %20,8’ini alarak üçüncülüğe düşerek mecliste seksen sekiz sandalye kazanabilirken, DSP %10,8 oy oranıyla yedi sandalye elde edebilmiştir.

89

eğilimleri daha az yenilikçi ve koalisyon hükümetlerinin birbirlerine duyduğu baskın muhalefet duyguları ile sadece daha yavaş ve daha az reformcu olarak olsa da devam etmiştir.

Dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’ye ANAP dönemi gelen küreselleşme eğilimleri ve neo-liberal ideolojinin yansımalarını ülkenin siyasi anlamda dışa açılma politikaları ile birlikte değerlendirmek zihinlerde daha net bir tablonun oluşmasını sağlayacaktır. Nitekim ANAP dönemiyle birlikte, dış politikada da geleneksel çizgi yıkılmaya ve dış politikada küresel süreçler de takip edilerek, çok yönlü değişim yönlendirilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda dış politikadaki temel felsefe küresel serbest piyasa ekonomisi eksenindedir. Özal, demokrasinin olduğu yerde serbest pazar ekonomisinin olduğunu ve ikisinin birbirini tamamladığı şeklinde neo-liberal siyaset anlayışı ile hareket eden bir lider olmuştur. Bu çerçevede dünyayı kapsamış olan serbest piyasa ekonomisine Türkiye’yi de dâhil etmek amacıyla devletin ve ekonomik yönetimin birçok alanında yeni uygulamalara gidilmiştir.

Özal yönetimi döneminde, küresel siyasetin temel dinamiklerinden biri olan serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesiyle ekonomi ve siyaset arasında sıkı bir bağ kurmaya çalışılmıştır (Gürbey, 2003: 288-292). Küreselleşme sürecinin sacayaklarından birini serbest piyasa ekonomisi olduğu hatırlandığında, dönemin temel aktörlerinden olan Özal’ın küresel siyaseti ve uluslararası ilişkileri öncelikle ekonomi ekseninde ele alması, Türkiye’nin küresel siyasi sistemle entegrasyonu konusunda önemli bir avantaj olarak değerlendirilebilir. Ayrıca dönemin dış politika anlayışı küresel siyasetle orantılı bir şekilde Türkiye öncelikli, “karşılıklı bağımlılığı” arttırmak ve çatışma risklerini en aza indirmek şeklide özetlenmektedir. Böylece bölgesel ekonomik sistemlerin oluşmaya ve önem kazanmaya başladığı bir dönemde bölgesel işbirliği konusunda aktif politika takip edilemeye çalışılmıştır. Ayrıca bu dönemde, İslam dininin hem kapitalist bir ekonomik modelle hem de Batı yanlısı bir dış politika stratejisiyle bağdaşabileceği kanıtlanmak istenmiştir (Güldemir, 1992: 360). Kaçınılmaz olarak küreselleşilen bir dünyada Türkiye’nin küresel sistemle bütünleşmenin önünü açma noktasında belirlediği bu temel stratejileri ulusal reformlarla ve uluslararası dış politika yönelimleri ile yerleştirmeye çalıştığını söylemek mümkündür. Bu süreç özellikle seksenli yıllarda Türkiye’nin küreselleşme sürecine hızlı bir şekilde giriş yapmasını sağlamıştır. İlerleyen

90

yıllarda Türkiye’nin küresel siyasetle bütünleşmesine ilişkin temel olma özelliğini gerek politik gerekse ekonomik anlamda korumuştur. Yine küresel ve bölgesel topluluklara dâhil olma konusunda gösterilen çabalar, hem ülkede neo-liberalizmin yerleşmesini hem de küresel siyasi sistem doğrultusunda dönüşümü sağlamıştır.

Dönemin önemli olaylarından olan ve 1980-1988 yılları boyunca süren İran-Irak Savaşı’nda Türkiye aktif tarafsızlık politikasını takip etmiş ve savaşan taraflarla olan ihracatında büyük artış gözlenmiştir. Bu olayda da dönemin ülke lideri olan Özal’ın dış politika yaklaşımında, küresel ekonomik ilişkileri ön plana çıkardığı görülmüştür (Ataman 2003:366). Bu dönemde İran ve Irak dışında kalan komşularla ilişkilerin geliştirilmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır. Özellikle ticari alanda bölge ülkeleri öncelikli pazarlar arasında değerlendirilmiş ve küresel siyasette başarılı olarak nitelendirilebilecek “ağsal” yapılanmalar sağlanmıştır.

Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde çıkan Körfez Savaşı küresel bir savaş olarak anılmasa da, sonuçları itibariyle küresel bir nitelik taşıdığı iddia edilebilir. 1990’ların başında Berlin Duvarı’nın çökmesiyle çift kutuplu dünyanın yerine, tek kutuplu bir dünya düzenine geçişte çıkan Körfez Savaşı, “yeni dünya düzeni” ne geçişin ilk adımı olarak da nitelendirilmektedir. Nitekim George Bush, bu savaşı, “dünyaya adalet, özgürlük ve demokrasi getirecek yeni bir düzen olarak tanımlamıştır” (Duman, 2008: 69). Bu anlamda Körfez Savaşı ile yeni küresel sisteme geçiş sürecini ifade ettiği söylenebilir. ABD’nin bu dönemde kurmaya çalıştığı yeni düzen açısından ele alındığında Körfez Savaşı’nın ana hedefi küresel düzenin liderinin kendisinin olduğunu ifade etmek ya da hatırlatmak şeklinde düşünülebilir. Bu minvalde, çıkan savaşta Türkiye için iki taraf bulunmaktadır: Ya ABD önderliğindeki Birleşmiş Milletler ile birlikte hareket edilecek ya da Irak’a destek verilecektir. Tarafsızlık adı altında izlenecek politika dahi soğuk savaş sürecinden yeni çıkmış bir dünyada, Batı ülkeleri tarafından Irak’a destek vermek anlamına gelebilirdi ve dolayısıyla bu durum Türkiye’nin aleyhine olumsuz gelişmelere yol açabilirdi. Bu nedenle dönemin Cumhurbaşkanı Özal tarafından yoğun ve aktif bir şekilde sorunun/savaşın taraflarından birisi haline gelinmesi gerektiği düşünülmüş ve bu doğrultuda politikalar takip

91 edilmiştir27

. Körfez Savaşı’nın, küresel siyasetin jeopolitik konumlanışını ve gelecekteki işleyişinin ipuçlarını vermek noktasında büyük önem taşıdığını söylemek mümkündür.

Genel bir değerlendirme yapılması gerekirse, 1980’ler küresel siyaset açısından ideolojik değil, pragmatist bir dönem olmuştur. Bu politikalarda Özal’ın merkez sağ siyaset içerisinde küresel siyasi sistemle uyumlandırmaya çalıştığı iç ve dış politikaların etkisi de yadsınamaz. Özal dönemi sonrasında kendisini gösteren DYP- SHP koalisyonu döneminde de küresel siyasete ilişkin yapılmaya çalışılan atılımların iç siyasetteki karışıklıklar ve ekonomik krizin izin verdiği ölçüde devam niteliği taşıdığını söylemek mümkündür.

Türkiye’de 10 Ekim 1991 genel seçimleri ile ANAP dönemi kapanmış ve 2002 yılı seçimlerine kadar devam edecek olan koalisyon hükümetleri dönemi başlamıştır. 21 Ekim 1991 günü yapılan genel seçimlerde, Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP, gerek ülke genelinde aldığı oy oranı, gerekse de meclise sokmayı başardığı milletvekili sayısı açısından birinci parti olmuştur. Ancak DYP, aldığı oy oranıyla mecliste tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaşamadığından bir koalisyon hükümeti kurmak zorunda kalmış ve SHP ile anlaşma yoluna gitmiştir.28

Bu hükümet döneminde AB’ye üye olmadan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nı (GATT) gerçekleştiren tek ülke olan Türkiye, AB ülkeleri karşısında açık bir pazar konumuna gelmiş dış ticaret dengesi üzerinde önemli farklılıklar oluşmuştur. GATT sonucunda Türkiye AB üyesi ülkeler ile olan ticaret hacmini arttırmış ve özellikle ithalat alanında oluşan artış ihracattan daha yüksek bir düzeyde

27Örneğin; Birleşmiş Milletler Konseyi 6 Ağustos’ta Irak’a karşı ambargo uygulaması kararını almıştır. Türkiye bu karar uyarınca petrol boru hattını kesmiştir ve Irak ile ticari alışverişini durdurmuştur. Yine TBMM 12 Ağustos’ta, belli koşulların gerçekleşmesi durumunda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesine ya da yabancı silahlı güçlerin ülkede konuşlandırılması konusunda hükümete izin vermiştir. 17 Ocak’ta müttefik kuvvetler Irak’a karşı “Çöl Fırtınası” hareketini başlatmışlardır. Buna göre Türkiye’deki askeri üsler bu harekat için kullanılacaktır (Tanör, 2000: 109). Özal, Körfez Savaşı’nda hem içerde varlığını koruma mücadelesini hem de Körfez Savaşı’nın gelişimini kendi ideallerine uygun olarak dönüştürebilme projesini yürütmeye çalışmıştır. Ancak Körfez Savaşı sonucu Özal’ın beklediği şekilde gerçekleşmemiştir (Gözen, 2003: 349).

2818 Şubat 1995’te SHP ile CHP birleşerek, Genel Başkanlığa Hikmet Çetin getirilmiştir. 7 ay sonra 9 Eylül 1995’te yapılan Olağan Kurultay’da Deniz Baykal yeniden Genel Başkanlığa seçilmiştir. SHP’nin 4,5 yıldır DYP ile birlikte sürdürdüğü koalisyona son vererek seçim kararı alınmasını sağlayan CHP, DYP ile seçime kadar 54 günlük yeni bir seçim hükümeti kurmuştur.

92 gerçekleşmiştir.29

“GATT öncesinde on sekiz farklı AB üyesi ülke ile aynı düzeyde bir üretim, ihracat ve ithalat konumuna sahip olan Türkiye, GATT sonrasında üretim, ihracat ve ithalat alanlarında oluşan olumlu değişimler sonucu, bu alanda mutlak bir üstünlüğe sahip gözüken Almanya haricinde, gelişmiş yedi farklı AB üyesi ülke ile aynı konuma sahip olmuştur” (Akyüz, 2006: 84-94). Diğer bir ifadeyle Gümrük Birliği olumlu özelliklerini bu alanda göstermiş ve Türkiye’yi uluslararası arenada ön plana çıkarmıştır.

Küresel ekonomi ve siyasetle bütünleşme noktasında GATT sonrasında bir diğer gelişme AB yolunda önemli bir adım olarak 1997 yılında, Lüksemburg Zirvesi’dir. Zirvede AB, hangi ülkelerin AB’ye aday olabileceğini açıklamış, listede on devlet ilk sırada yer almış, Türkiye ise “bir gün aday olabilecek ancak bugün için yetersiz” bir ülke olarak tanımlanarak aday ülke kabul edilmemiştir30

(Dedeoğlu, 2005: 24-46). Türkiye’nin küresel siyasetine ilişkin tablonun, bu şekilde doğrusal olmayan bir grafik çizmesinde iç politikada yaşanan gerginliklerin de etkisi yadsınamaz. Bu gerginlikleri yaşanan ekonomik kriz ve devalüasyon sonrasında “5 Nisan Kararları” gibi ülkeyi zorlayan tedbirlerin alınması, tırmanan terör olayları, faili meçhullerin bu dönemde artmış olması ve yerel yönetimlerin başarısızlığı olarak genellemek mümkündür.

Yaşanan bu süreçlerin yanı sıra ülke genelinde seçmen kitlesinin sağ siyasi eğilimlerinin ve İslami duyarlılığının doksanlı yılların başlarından itibaren iyice belirginleşmeye başlamış ve 1995 seçimlerinden RP birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak parçalanmış olan siyasal yapı RP’nin tek başına iktidar olmasına izin vermemiş ve DYP ile

29 Türkiye’nin 1996 yılında oluşan toplam dış ticaret hacmi 66.851 milyon $ düzeyinde iken (ihracat 23.224 milyon $, ithalat 43.627 milyon $) 2005 yılında bu rakam 189.927 milyon $’ yükselmiştir (ihracat 73.390 milyon$, ithalat 116.537 milyon $). 1996 yılında oluşan 20.402 milyon $ düzeyindeki dış ticaret açığı 2005 yılında 43.147 milyon $’ a yükselmiştir. Oluşan bu dış ticaret açığı içerisinde Gümrük Birliğinin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Ancak bu açığa karşın Gümrük birliğinin yürürlüğe girdiği 1996 yılından sonra Türk sanayinde rekabet konusunda kayda değer bir artış kendisini göstermiştir (Akyüz, 2003).

30 Ülkelerin aday olup olmamaları konusunda verilen kararlar siyasi karar olmakla birlikte, bazı somut verilere de bakılmaktadır. Kopenhag kriterlerinin kabul edildiği 1993 yılından itibaren, AB ile ortaklık ya da Avrupa Anlaşmaları denen türden bağlaşma anlaşmaları imzalayan ve tam üyelik için başvurmuş ülkeler, Avrupa Komisyonu tarafından izlenmeye alınmaya başlamıştır. Bu izlemeler, her yıl yayınlanan “ilerleme raporları” ile kamuoyuna ve Avrupa Konseyi’ne sunulmaktadır. Aday ülke olabilmek için Kopenhag’ın siyasal kriterlerinin gerçekleştirilmiş olması esası vardır. Bu çerçevede hazırlanmış uluslararası evrensel ve Avrupa sözleşmeleri bulunmaktadır. Bu sözleşmelerin imzalanması ve onaylanması, Kopenhag kriterlerinin teyidi olarak kabul edilmektedir. Diğer bir ifadeyle AB, siyasal kriterlerini uluslararası sözleşmeler yoluyla teminat altına almaktadır. Türkiye 1997’de toplam 17 sözleşmeden 8 tanesini onaylamıştır (Dedeoğlu, 2005: 24-46).

93

koalisyon yoluna gidilmiştir (Kahraman, 2008: 229). Nitekim bu dönem 28 Şubat olarak hatırlanan, örtülü müdahale ile sonlanmıştır ki bu süreç, küreselleşme eğilimleri çerçevesinde bir alt başlıkta ve siyasi partiler bazında da bir alt bölümde detaylı olarak ele alınmaktadır.