• Sonuç bulunamadı

ÇALIŞMANIN YÖNTEMİ:

1 BÖLÜM : KÜRESELLEŞME VE ORTAYA ÇIKARDIĞI SİYASİ SORUNLAR

1.3 Küreselleşmenin Siyasi Boyutu ve Karşılaşılan Sorunlar

1.3.7 Küresel Yoksulluk Sorunu

Küreselleşme her ne kadar daha hızlı büyüme, daha yüksek yaşam standartları ve yeni fırsatlar sunuyor olsa da, tüm bunların dünya üzerinde son derece dengesiz bir dağılım sergilediği bilinmektedir. Küresel serbest piyasanın küreselleşme sürecinin sacayaklarından biri olarak, ortak toplumsal hedeflere dayalı kurallardan bağımsız işlemekte olması sürecin kendisini yoksulluk sorunu kapsamında göstermesine sebep olabilmektedir.

Bu kapsamda küreselleşmenin en çok eleştirilen toplumsal sonucu, dünya ölçeğinde ve ülkelerin kendi içinde yarattığı toplumsal adaletsizlik veya eşitsizlik/fırsat eşitsizliği olarak görülmektedir. Aslında, eşitsizlik insanlığın tarihsel/toplumsal gelişiminin sonucu ortaya çıkmış bir olgu olup; bu bağlamda eşitsizlik, kapitalist üretim biçiminin doğasında var olan bir özellik ve sadece küreselleşme ile ortaya çıkmış yeni bir olgu değildir. Ancak, küreselleşme sürecinin getirdiği serbest rekabet, zaten var olan eşitsizliğin, rekabet gücü olanlarla olmayanlar arasındaki mesafenin çok daha fazla açılmasına yol açmıştır (Özerkmen, 2004: 559; Heywood, 2013: 430). Son yıllarda küreselleşme tartışmalarında ve küreselleşmeye dair eleştirilerde karşı argüman ya da çözüm yolu üretilemeyen alanların başında, küreselleşme sürecine yön veren merkezler tarafından da dile getirildiği gibi yoksulluğun küresel boyuttaki artışının bulunduğu dile getirilmektedir.

Küreselleşmeyi sadece ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına eklemlenmesi olarak tanımlamak tam anlamıyla yeterli olmasa da, yoksulluğun küreselleşmesini anlamak için kapitalizmin temel mekanizmalarını göz önünde bulundurulması açısından küreselleşmenin ekonomik boyutu son derece önemlidir.

“Kapitalist toplumu harekete geçiren, ekonomik yaşamı devindiren şey rekabettir. Rekabet içerisinde sermaye birikimi ise artı değerin sermayeye dönüşmesi olarak görülmektedir. Sermayenin yoğunlaşması kapitalist toplumun temel yasasıdır ve tekelleşmelere neden olur. Bu anlamda, yoksulluğun küreselleşmesi dünya ölçeğinde ucuz emeğe dayalı bir ihracat ekonomisinin gelişimine destek olmaktadır. Bu durum küreselleşme sürecinin yarattığı zenginliğin giderek daha az sayıdaki varlıklı kesimde yoğunlaşması ve geri

61

kalanların sistemin yararlarından dışlanması anlamına gelmektedir” (Mutioğlu, 2003: 305).

Küreselleşmenin yoksullaştırdığı görüşünü savunanların önemli argümanlarından biri de küreselleşmenin mutlak anlamda yoksulluk konusunda olumsuz bir görünür etkisi olmasa da yoksulluğun özellikle göreli yoksulluğun en önemli öğesi olan eşitsizliği arttırdığıdır (Giddens, 2013: 385-386). Bütün dünyayı saran küresel (neo-liberal) ekonomi politikaları ile bağlantılı olduğu ileri sürülen gelişmelerle birlikte gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ve bu ülkelerin kendi içindeki gelir farklılıklarının şimdiye kadar görülmemiş ölçüde açıldığı ifade edilmektedir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dünya geliri yedi kat artarken, kişi başına düşen gelirin ortalama olarak üçe katlandığı görülmektedir. Ancak, 1960 ve 1995 yılları arasında dünya nüfusunun %20’sini oluşturan en zengin kesimin, hemen hemen tamamı kuzey ülkelerinde yaşarken, bu kesimin dünya gelirinden “aldıkları pay %70’den %86’ya çıkmış; en yoksul %20’lik kesimin payı ise %2,3’ten %1,3’e düşmüştür. Küresel olarak dünya toplumu, yirmi birinci yüzyılın başında 1960’lara kıyasla iki kez daha eşitsiz hale gelmiştir” (Aktel, 2007). Küreselleşme ve yoksulluk arasında kurulmaya çalışılan bu ilişki, aynı zamanda yoksulluğun anlam farklılaşmasını da beraberinde getirmektedir. Anlam farklılaşması ile günümüz yoksulluğu yirminci yüzyıl yoksulluğuna göre kapsam, nitelik ve mücadele yöntemleri bakımdan önemli ölçüde dönüşecek gibi gözükmektedir.

Küreselleşme süreciyle birlikte yaşanan gelir dağılımı eşitsizliğinin artışı, ülke içindeki gelir eşitsizliğinden ziyade, ülkeler arası gelir eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. Küreselleşme sürecinin ülkeler arasındaki gelir dağılımında eşitsizliğin artmasında etkili olması, sorunu içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Özellikle 1980 sonrasında gelişmiş ülkeler arasında kişi başına gelir açısından bir yakınlaşma görülürken, gerek gelişmiş ülkeler gerekse gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarındaki eşitsizlik büyümüş hatta ülkelerin kendi içinde de gelir dağılımı eşitsizliği artmıştır (Rodrik, 1997: 4).

İletişim ve ulaşımdaki hızlı gelişmeler, sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlar, dünya görüşlerinin birbirine yaklaşması sonucunu doğurmuştur. Bu durumda toplumların birbirleri ile olan ilişkilerinin önemini arttırmıştır. Devletin sistem içindeki yeri tartışma konusu olmaya başlamış ve müdahaleci değil; kuralları koyan devlet fikri ön plana

62

çıkmaya başlamıştır (Şenkal, 2005: 314-315; Ekin, 1999: 191). Böylelikle, küreselleşmenin piyasa mekanizmaları üzerindeki etkisi nedeniyle refah devleti yapısı ve değerleri de derinden etkilenmiştir (Şenkal ve Bülbül, 2007: 107- 114).

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı, teknolojik atılımın ve ekonomik büyümenin şimdiye kadar görülmemiş bir hızda gerçekleştiği bir dönem olarak kabul edilmektedir. Son yirmi yılda ise, gelişmiş ülkelerde refah devleti gerilerken önce az gelişmiş ülkeler ve daha sonra da geçiş ekonomileri olarak adlandırılan Orta ve Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkeler, çoğu kez IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile uyguladıkları istikrar ve yapısal uyum politikalarıyla dışa açık piyasa ekonomisine geçiş süreci yaşamışlardır. Bu süreç çerçevesinde, giderek yaygınlaşan etkili bir küreselleşme söylemi içinde neo-liberal ekonomi politikaları hemen hemen bütün dünyaya egemen olmuştur. Buna karşılık, gelir eşitsizliği ve yoksulluk, başta az gelişmiş ülkeler olmak üzere, birçok ülkede sosyal ve siyasal açılardan da kaygı verici boyutlara ulaşmıştır.

Küreselleşmenin yoksulluk sorununa ilişkin çözümlerinin, yoksulluğu daha da arttırdığı iddia edilmektedir. İşsizliğin giderek arttığı günümüzde, Şenses’in de (2009: 692-694), yerinde tespitinde görüldüğü gibi neo-liberal küreselleşmenin düzenleyici kurumlarının 1990’lı yıllardan itibaren küresel ölçekte derinleşen ve artan yoksulluğa karşı ilgisi oldukça ikircikli bir yaklaşım sergilemektedir. Bir yandan küresel düzeyde aşırı yoksulluğun varlığını kabul edilmekte ve ona karşı duyarlılık gösterme ihtiyacı hissedilmekte; diğer yandan da son çeyrek yüzyılda neo-liberalizmin etkisiyle küreselleşmeye yönelik kaydedilmiş aşamaların geriye çevrilmesini gerektiren etkin yoksullukla mücadele önlemlerini almaya yönelik kararlı adımların atılması engellenmektedir (Özçelik, 2013: 417-431). Bu yaklaşım ışığında geliştirilen yoksullukla mücadele politikaları, neo-liberalizmin bakış açısının doğal bir uzantısı halini alarak, hayata geçirmeye çalıştıkları uygulamalar, yoksullukla mücadele etme noktasında yetersiz kalmaktadır. Aynı yaklaşım içerisinde yoksullukla sorunu konusunda hükümetlerin küresel politikalar çerçevesinde çözüm üretemeyişleri, sivil toplum kuruluşları gibi farklı örgütlenmeleri daha etkin kılmaktadır. Böylece çalışma ile ilintili temel alanlardan biri olarak küreselleşme sürecinde hükümetlerin ya da siyasi artilerin sorulara çözüm üretememesi gündeme oturmaktadır.

63

Yoksulların sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimlerine yapılan vurgu da, yine bu hizmetlerin ve bağlantılı olarak sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesi yönündeki eğilimiyle ilintilidir. Küreselleşme sürecinde uluslararası düzenleyici kurumların yoksulluğu azaltmaya yönelik girişimlerinin, sadece neo-liberal reformları koruma amacının gölgesinde ikinci plana itilmekle kalmadığını, bazı durumlarda bu reformları derinleştirmenin aracı olduğunu söylemek mümkündür. Bu eksende denilebilir ki, neo-liberal iktisadi ve siyasi politikalar, özellikle işsizliğin artması ve derinleştirilmesine yol açarak, yoksulluk olgusunun şiddetlenmesine neden olmuş ve bu doğrultuda sorunun çözümüne yönelik girişimler de, serbest piyasa sisteminin işleyişi ve sermaye mantığı açısından işlevsel hale getirilmesi yani yönetilmesi ekseninde olmuştur (Özçelik, 2013: 417-431).