• Sonuç bulunamadı

Küreselleşmenin Önemli Bir Dinamiği Olarak Neo-liberalizm

ÇALIŞMANIN YÖNTEMİ:

1 BÖLÜM : KÜRESELLEŞME VE ORTAYA ÇIKARDIĞI SİYASİ SORUNLAR

1.1 Neo-liberalizmin Dünyayı Yeniden Şekillendirme Zemini Olarak “Küreselleşme” “Küreselleşme”

1.1.1 Küreselleşmenin Önemli Bir Dinamiği Olarak Neo-liberalizm

etkisi olmuştur. Dönemin her iki lideri de neo-liberal politikaları ön plana çıkaran yeni-sağ siyaseti benimsemişler ve bu iki gelişmiş ülkenin izlediği politikalar hızlı bir şekilde tüm dünya ülkelerinin sosyo-ekonomik yaşamında kendisini göstermiştir. Bu doğrultuda 1980 sonrası süreçte ivme kazanan küreselleşme süreciyle birlikte, ekonomik yaşama paralel olarak sosyal ve siyasi alanda da neo-liberal politikaların desteğiyle yaşanan bir dönüşüm süreci dikkati çekmektedir. Yeni-sağ akımla birlikte yer alan neo-liberalizm küreselleşmenin ve küresel siyasetin oluşumunda, yaygınlaşmasında önemli yer tutmaktadır.

1.1.1 Küreselleşmenin Önemli Bir Dinamiği Olarak Neo-liberalizm

Yirminci yüzyılda dünyaya büyük oranda yön veren neo-liberalizm ideolojisi olarak kabul edilmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sanayi kapitalizminin doğuşuyla klasik liberalizmin gelişimi nasıl yakından ilgiliyse aynı şekilde neo-liberal fikirler ve uygulamalarda yeni dönem gelişim sürecini sağlamıştır. Ancak sanayileşme bazı kesimler için büyük bir servet artışı getirirken diğer bazı kesimler içinse sefalet, hastalık ve gecekondulaşmanın yaygınlaşmasını getirmiştir (Heywood: 2013: 70). Tüm bunların sonucunda denetimsiz ve bencil çıkar arayışlarının sosyal olarak adil bir düzen getireceği yönündeki beklentilerin gözden geçirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Böylece klasik teorinin bünyesinde yer alan minimal devletin, sivil toplumun eşitsizliklerini ve adaletsizliklerini giderme konusundaki yetersizliği belirginleşmiştir. Tüm bunlardan dolayı modern liberaller, sivil toplumun adaletsizliklerini ve eşitsizliklerini giderme konusunda müdahale edebilen bir devletin gerekliliğini savunmuşlardır. Bu kapsamda, modern liberalizmin ayırt edici fikirleri; bireysellik, pozitif özgürlük, sosyal liberalizm ve iktisadi yönetim olarak belirlenmiştir (Yılmaz, 2003: 42). Modern liberallerin fikirleri doğrultusunda ortaya çıkan yeni tarz refah devleti anlayışı yirminci yüzyıl boyunca dünyanın önde gelen ülkelerinin liberal partileri ve hükümetleri tarafından özellikle sosyal refah anlayışı konusunda kuvvetle savunulmuştur7. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası süreçte ülkelerin yeniden

7 İngiliz Asquith Liberal hükümeti, I. Dünya Savaşı’ndan önce refah devletinin temellerini, yaşlılık aylığı ve işsizlik sigortası gibi uygulamalarla başlatmıştır. İngiliz refah devleti uygulamaları, modern liberallerden William Beveridge (1879-1963) tarafından 1942 yılında bir raporla ele alınmıştır. Raporu göre uygulamalar II. Dünya Savaşından sonra “beşikten mezara kadar” söylemi ve sosyal güvenlik taahhüdüyle, çok daha fazla genişletilmiştir. http://www.bbc.co.uk/history/historic_figures/beveridge_william.shtml ABD’de ise refah devleti uygulamaları 1930’larda Roosvelt’in “New Deal” politikası çerçevesinde gerçekleştirilmiş ve Rossvelt’in

20

toparlanma çabalarının, keynesyen politikaların da ötesinde, ekonomik manada aktif devletleri ortaya çıkardığı, korumacı eğilimlerin ağır bastığı, devletin kontrol gücü ve yönlendirmesiyle işleyen daha çok içe yönelik bir ekonomi modelinin yaygınlaştığını söylemek mümkündür.

Ancak bu durum ülkeleri ciddi anlamda bir krize sokmuştur. Krizden çıkış yolu olarak, kitlesel üretim yerine esnek üretim anlayışına geçiş ve daha az ve nitelikli iş gücü arayışı benimsenmiş ve bu hamleyi neo-liberal iktisat teorilerine dayalı; uluslararası açılım, mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin tam serbestleşmesi, devletin ekonomik hayattan çekilmesi gibi makroekonomi politikası olarak belirlenen esaslar takip etmiştir (Kazgan, 1997: 70-73). Ekonomik yapıda yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümün temel itici gücü olan neo-liberal ideolojinin yükselişi siyasi alanda da kendisini göstermiştir. Bu doğrultuda küresel siyasal sistemin temel siyasi oluşumlarında, yeni-sağ akımla birlikte neo-muhafazakârlığın ve tabi ki en önemli alan olarak neo-liberalizmin ana çatıyı oluşturduğunu söylenebilir.

Yeni-sağın fikirleri en büyük yankıyı özellikle 1980’li yıllarda İngiltere’de ve ABD’de yapmıştır. Bu dönemde her iki ülkede de hâkim politika olan Thatcerizm ve Reaganizm, yeni-sağın temsil ettiği değerlere dayanıyordu (Türköne, 2006: 124). Pragmatik bir içeriğe sahip olan yeni-sağ politikalar “serbest ekonomi ve güçlü devlet” mantığına dayanmaktadır ve bu yönüyle yeni-sağı, neo-liberalizm ile neo-muhafazakârlığın bir sentezi olarak değerlendirmek mümkündür.

Neo-muhafazakârlık on dokuzuncu yüzyıl muhafazakârlığının ilkeleri üzerine oturmuştur. Yeni-sağı oluşturan ana öğelerden biri olan neo-muhafazakârlığın temel amacı, otoriteyi yeniden tesis etmek, aile, din ve millet temelinde geleneksel değerlere dönmektir. Neo-muhafazakârlıkta otorite, kültürel değerlere bağlılığı, toplumsal istikrarı ve toplum içinde saygıyı ve disiplini sağlayacak bir güç olarak görülmektedir (Özipek, 2004: 160- 161). Muhafazakâr tutumların farklı dünya görüşleri, ideoloji ve hayat biçimlerinde giderek yer bulması, toplumsal değer ve kurumlara verilen önemdeki artışın küreselleşmeyle hızlandığı görülmekte ve yerel değerlere daha sıkı sarılma eğilimiyle ilişkilendirilmektedir. Bu bağlamda, hemen her alandaki değişimin hızı ve ölümünden sonra Lyndon Johnson’ın “Great Society” programı çerçevesinde yoksullukla mücadele ve siyahilere verilen haklar çerçevesinde üst düzeye ulaşmıştır (Heywood, 2007: 76).

21

belirsizliğiyle artan güvensizlik algılamalarına paralel olarak oluşan risk toplumunun var olanı koruma fikrine önem kazandırdığı ve muhafazakârlığın yükselişine katkıda bulunduğu söylenebilir (Şahin, 2009: 55).

Bu çerçevede oluşan neo-muhafazakârlığın üç ana odağı bulunmaktadır (Heywood: 2007: 121): Yasa ve düzen, kamusal ahlak ve ulusal kimlik. Neo-muhafazakârlara göre, 1960’lardan itibaren artan suç oranları ve toplum karşıtı hareketler yasa ve düzen anlamında otorite zayıflamısından kaynaklanmaktadır. Bu durum aile yapısının güçlendirilmesi ve hukuk açısından güçlü bir devletin elde edilmesi ile sağlanabilir. Ayrıca 1960’lı yılların sonlarına doğru kamusal ahlakın ve kamusal değerlerin son derece dejenere olduğunu vurgulayan neo-muhafazakârlar, özellikle gençler arasında, geleneksel ahlakın ve sosyal standartların kayboluşunu eleştirmiş ve sorgulamışlardır. Çünkü yeni-sağ anlayışa göre, bu durum toplumun istikrarını oluşturan geleneksel değerler ve ortak ahlak için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Son olarak, neo-muhafazakârlar, ulusal kimliği güçlendirme açısından sivrilmektedir ki onlara göre, ulusal değeri, ortak bir kültür ve yurttaşlık kimliği ile birlikte vermek toplumu birbirine bağlamaktadır. Bu yönüyle neo-muhafazakâr düşüncenin milliyetçilik ideolojisi ile kısmi bir paralellik içerdiği söylenebilir.

Küreselleşme ile birlikte sosyal akışın yoğunlaşması, bireyleri hem geleneksel olandan uzaklaştırmakta hem de ulusal bilincin daha yüzeysel bir hal almasına sebep olmaktadır. Bu anlamda, yeni-sağ içerisinde yer alan neo-muhafazakârlığın, klasik muhafazakârlıkla arasında farklılıklar bulunduğunu söylemek yerinde olur. Yeni-sağ içerisinde yer alan, serbest pazar ekonomisi, neo-liberalizmin getirdiği özgür birey ve alanı dar ama etkin olan devlet anlayışları paralelinde muhafazakârlığın yeniden tesis edildiğini söylemek mümkündür. Bu şekilde liberal ilkelere dayalı bir muhafazakârlık yorumunun ortaya çıkmasında ise 1980’li yıllarda yeni-sağ politikalar kapsamında ortaya çıkan, İngiltere ve ABD’de Thatcherizm ve Reaganizm olarak ifade edilen politikaların serbest piyasa doğrultusunda dünyanın yeniden yapılanmasında etkili oldukları görülmektedir (Özipek, 2004:156).

Yeni-sağın bir diğer ideolojik ayağını oluşturan ve küreselleşmenin temel ideolojisi olarak nitelenen neo-liberalizm aslında, klasik liberalizmin Friedrick Hayek, Milton Friedman ve Robert Nozick gibi iktisatçıların ve filozofların yazılarıyla güncellenmiş

22

versiyonudur (Türköne, 2006: 124). Küreselleşmenin neo-liberalizmle el ele yürümesinde yaşanan dünya çapındaki refah devleti krizinin ve beraberinde takip eden bu durumun etkisinin büyük olduğu belirtilebilir. Aynı neo-muhafazakârlık gibi yeni-sağ politikalar çerçevesinde ilk olarak 1979 yılında İngiltere’de Thatcher hükümetince uygulanmaya başlayan neo-liberal politikalar, 1980 yılında ABD’de Reagan yönetiminin iş başına gelmesiyle hayata geçirilmiştir. 1980 sonrası bilişim ve iletişim teknolojilerinde yaşanan hızlı gelişmeleri hesaba katarak, ideolojinin itici gücünün iktisadi küreselleşme olduğunu düşündüğümüzde, yaşanan sürecin neo-liberalizmin tüm dünyada kısa sürede etkin bir hal almasının kolaylaştığını söylemek mümkündür. Bu bağlamda neo-liberalizmin sıkı bir “kendiliğinden düzen” yaklaşımıyla devleti mümkün mertebe devre dışı bırakma eğiliminde olduğu söylenebilir. Neo-liberal düşüncenin temel siyasi prensibi, devletin alanının ve müdahale gücünün daraltıldığı devlet düşüncesidir (Alatlı, 2002). İdeolojinin siyasi boyutunun özünü yansıtan bu yaklaşıma göre, gerek küresel ve ulusal sorunların çözümünde gerekse politika üretme noktasında kolektif bir yaklaşıma sahip olarak sivil toplum ve özel sektör kuruluşlarını sürece dâhil etmek özgürlük alanlarının genişlemesine, rahatlamasına imkân tanımaktadır (Fox, 2002: 60-63). Devlete yaklaşım tarzındaki bu farklılık aslında liberalizm ve klasik liberalizm arasındaki ince çizgiyi oluşturmaktadır. Bu anlamda neo-liberalizm, yirminci yüzyılda gücünü yitiren ve on dokuzuncu yüzyılın güçlü ideolojisi olan liberalizmin, 1970’lerin sonunda “yeni bir biçimde” küresel siyasal hayatta yeniden sahneye çıkması anlamını taşımaktadır (Öngen, 2003: 165, 170).

Neo-liberalizm, öncelikle insanlığın refahının bireysel girişim özgürlüklerinin, güçlü mülkiyet hakları, serbest piyasa, serbest ticaretle tanımlanan kurumsal bir çerçevede genişletilmesiyle gelişebileceği inancına dayanan iktisat politikası uygulamasıdır. Bu çerçevede, devletin rolü, mülkiyet haklarını güvence altına alacak ve piyasaların elverişli bir biçimde işlemesini sağlayacak kurumsal, yasal yapı ve işlevleri oluşturmaktır. Ancak, bunların ötesinde devletin piyasalara müdahale etmemesi öngörülmektedir (Harvey, 2005: 2). “Laissez faire” politikalarına radikal bağlılıkla belirlenen özgül bir liberalizm türü olarak da tanımlanan neo-liberalizmin, klasik liberalizmle paylaştığı ortak payda da, bireycilik, sınırlı devlet, negatif özgürlük anlayışı, özel mülkiyetin kutsallığı, girişim özgürlüğü ve piyasa serbestîsi yer

23

almaktadır (Thorsen and Lie, 2006: 11). Piyasanın sınırlarının alabildiğince ve olabildiğince genişlemesi, ekonominin denetiminin devletten özel sektöre aktarılması da ortak amaçlar arasında sayılmaktadır. Kendini düzenleyen piyasa tercihi, klasik liberalizmin olduğu gibi neo-liberalizmin de temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Ancak temel farklılık, neo-liberalizmin küresel bir ekonomik sistemin çerçevesini çizmesi, devletlerin, hükümetlerin ve iktidara gelmeye çalışan siyasi partilerin neo-liberal politikalar çerçevesinde artık yalnız ulusal çıkarları değil uluslararası arenadaki çıkarlarını da gözetmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır.

Daha öncede belirtildiği üzere neo-liberal fikirlerin temeli iktisadi küreselleşmeye dayandırılmaktadır. Bu çerçevede, neo-liberalizme dayalı ekonomik ve siyasi politikaların küreselleşmenin derinleşerek hız kazanmasına katkıda bulunduğunu söylemek mümkündür. Küreselleşme, ulusal ekonomilerin, kenetlenmiş küresel ekonomi şeklinde birleşmesine tanık olmuştur. Küresel düzlemde üretim uluslararası bir nitelik kazanmış ve ülkeler arasında sermayenin serbestçe, çoğunlukla da anında aktığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede ulus-devlet bir nevi “piyasa devleti” ne dönüşmüştür. Bretton Wood sözleşmesinin 1970’lerin başında ortadan kalması, küreselleşmenin yayılma koşullarını tesis eden temel gelişmeler arasında ifade edilmektedir. Bu sözleşme, 1945’ten itibaren uluslararası ekonomiye istikrar kazandırmış olan sabit döviz kuru sistemidir. Küresel sistem içerisinde iktisadi yönetimi elinde tutan Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve 1995’ten bu yana Dünya Ticaret Örgütü, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması (GATT), serbest piyasa ilkelerine dayalı liberal iktisadi düzen fikrine geçiş yapmışlar (Heywood, 2007: 69) ve neo-liberalizmin sosyo-ekonomik bir model olarak küresel politikalar halini almasında oldukça etkin rol oynamışlardır. Bu çerçevede günümüzde, neo-liberal ekonomik ilkelerin artık küresel ekonomi politikası haline geldiği rahatlıkla ifade edilebilir.

Ekonomik bir düzen oluşturma isteği ve buna tüm ülkelerin rızası olarak nitelendirilen “Washington Konsensüsü”8

neo-liberalizm ile küreselleşme arasındaki ilişkinin bir başka göstergesi olarak sunulabilir. Modernleşme olarak kalkınmanın “Ortodoks” bir modeline dayanan ve neo-liberal fikirleri esas alan uzlaşı; özelleştir, istikrarlaştır ve

8Washington Konsensüsü (Uzlaşısı), terimi Washington merkezli uluslararası finans kuruluşları olan IMF, Dünya Bankası ve Amerikan Hazine Bakanlığı’nın gelişmekte olan ülke ekonomilerini yeniden yapılanmaya yönelik politikalarını tanımlamak amacıyla John Williamson tarafından kurulmuştur (1990-1993) (Heywood, 2013: 128).

24

serbestleştir ilkelerine dayanmakta ve standart bir şekilde üye ülkelerde piyasa ekonomisini hayata geçirme amacı gütmektedir. Bu çerçevede bütün ülkeler özel teşebbüsü esas almayı, yabancı sermayenin giriş-çıkışını, devletin piyasa ekonomisindeki payını asgariye indirmeyi kabul etmişlerdir (Fukuyama, 2005: 28). Neo-liberalizmin teknolojik gelişmelerle birlikte dünyanın küçülmesini ve bütünleşmesini sağlayan bir ideoloji olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum, küreselleşme ile neo-liberalizm arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu göstermektedir. Küreselleşmenin devletin kontrol mekanizmalarını sınırlandıran, bireysel özgürlüklerin arttırılmasına ve sivil toplumun gelişmesine uygun ilkeleri, neo-liberalizmin yayılım alanının genişlemesine katkıda bulunmaktadır.

Küreselleşme süreci içerisinde yaşanan dönüşüm siyasi açıdan, bireylerin ya da vatandaşların seçim ve temsil mekanizmaları aracılığıyla denetledikleri siyaset yapma alanının ülke düzeyinden küresel düzeye taşınması ve siyasetin başlıca aktörleri olan siyasi partilerin yanında sivil toplum örgütlerinin, baskı gruplarının ve diğer farklı oluşumların yer alabilmesi olarak ifade edilebilir. Bu çerçevede küreselleşme özgürlüklerin ve demokrasinin güvencesi olarak görülen serbest piyasanın alanını genişletirken, siyasetin alanını da çeşitlendirmekte, farklılaştırmakta ve farklı oluşumlarla rekabeti arttırırken bireylere farklı seçim imkânları sunabilmektedir. Diğer bir ifade ile küresel siyasi süreç içerisinde yer alan kuruluşlar eskiden olduğu gibi sadece devletler ya da büyük uluslararası şirketler nezdinde değil, başta siyasi partiler olmak üzere, sivil toplum örgütlerini, baskı gruplarını içerebilecek şekilde genişlemektedir. Bu durum bireylerin/ vatandaşların taleplerini farklılaştırmış ve özellikle siyasi partilerin oluşturdukları/oluşturacakları politikaların ve programların küresel düzeyde olmasını neredeyse zorunlu kılmıştır.