• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.1.4. Toplumsal Kutuplaşma/Ayrışma Yerine Toplumsal Mutabakat/Uzlaşma

Dünyada son dönemde yaşanan gelişmeler, gruplar arasındaki ideolojik, ekonomik, etnik veya dinsel kutuplaşmaların, çatışmalara yol açtığını ve bundan dolayı sosyal ve siyasal gelişmenin önemli bir engel ile karşılaştığını göstermektedir (Esteban; Schneider, 2008:131).

Toplumda kutuplaşmaya/ayrışmaya yol açan görüş ayrılıklarının sebep olabileceği tahribatlar neler olabilir? Ortada iki insan varsa, bunlar aynı ailenin, aynı dinin mensupları olsalar, aynı kültürün içinde olsalar bile aralarında görüş ayrılıkları olabilir. Ama her görüş ayrılığı kutuplaşmaya götürmez; sosyal kutuplaşma, toplumun görüş ayrılıklarına bağlı olarak farklı gruplara ayrılıp bu grupları bir anlamda gettolaştırıp kendi aralarında ilişki, dostluk kurup bu sıcak ilişkiyi başkalarından esirgemeleri ve grupların bu anlamda birbirlerine soğuk hatta giderek yan bakan, düşmanca duygular besleyen gruplar, kamplar haline gelmesi olumsuz ve olmaması

gereken bir gelişmedir. Böyle bir gelişme toplumda birçok tahribata sebep olabilir. Bunları maddi ve manevi diye ayırırsak, neden olduğu en önemli manevi tahribat kültürün ve manevi üretimin fakirleşmesidir. Kamplar arası sürtüşmenin ortaya koyacağı huzursuzluk, istikrarsızlıktır. Bu huzursuzluk ve istikrarsızlığın sebep olacağı ise toplumsal kısırlıktır (Karaman, 2011). Daha sistematik bir şekilde ifade edilecek olursa, kutuplaşmayla ortaya çıkan bazı olumsuz etkiler şu şekilde sıralanabilir (Atlee, 2004:2-3):

 Kutuplaşma bir grubu diğer gruba karşı tavır almaya yönlendirebilir. Bu tavır alma ile karşıt grubun özellikleri, çeşitliliği ve karşıt grup ile geliştirilebilecek dayanışmanın görülmesi güçleşmektedir.

 Kutuplaşma vatandaşlar arasındaki ve grup üyeleri arasındaki iletişime engel olduğu için sosyal sermayenin kaybına yol açabilir. İşbirliği ve yaratıcı diyalog geliştirme imkanı ortadan kalkar.

 Tek taraflı bakışın görmekte zorlandığı toplumsal sorunlarda diğer taraftan gelen bilgi, görüş ve çözümler göz ardı edildiği için toplum yüksek standartlı karar alma ve uygulama süreçlerinden mahrum kalabilir.

 Aşırı kutuplaşma, iç savaşa ve soykırıma yol açabilmektedir. Aşırı ve süregelen bir kutuplaşma ile beslenen nefret ve bağnazlık duyguları, karşıt gruba karşı insanlık dışı davranışlara yol açan bir psikolojik algıyı ortaya çıkarabilir.

 Yabancılaşma dinamikleri kutuplaşmanın kendini yenilemesine–yeniden üretmesine neden olabilmektedir. Kutuplaşmanın etkisinin artarak sürekli hale gelmesi, siyasal hayatta merkezi eğilimlerin etkisini kaybetmesine, bunun yerine yabancılaşma ve suskunluk gibi tutumların etkili olduğu “ya bizden ya da bizden değil” anlayışının egemen olmasına yol açar, kişileri taraf olmaya zorlar, taraf olmamak durumunda telef olmak çıkmazına sürükler.

Netice itibariyle, kutuplaşma bireylerin ve toplumun düşünme kapasitesini olumsuz yönde etkiler. Kutuplaşmanın hakim olması, düşünme potansiyelini daraltmakta, toplumsal gerçekliklere bakışı basmakalıplar arkasında kısıtlamakta ve karşı karşıya olunan koşulların anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Karşı cepheden potansiyel işbirliklerinin engellenmesiyle düşman veya rakip olarak görülen karşı tarafa

yönelik mücadele gücünün artmasını ortaya çıkarmaktadır (Atlee, 2009). Bu karşıt kutuplar, uzlaşma yanlısı ılımlı noktalarda yer alanlara karşı güç birliği yapabilmektedirler. Bu güç birliğinin temelinde ılımlı yaklaşımların, söz konusu karşıt kutupların işlevlerini ve varlığını tehdit etmesi yatmaktadır. Böylece kutuplaşma, bir iktidar mücadelesi olarak yürütülmektedir. Bu sürecin işlemesi, karşıt kutupları büyütürken, ılımlı grupları küçültmekte veya yok etmektedir (Kongar, 1999:253-254).

Siyasal anlamda partiler arasında da ideolojik kutuplaşmanın artması, kamu politikası süreçlerinin aksamasına yol açabilmektedir. Kutuplaşmanın etkisiyle yasamanın iş göremez hale gelmesi ve politika süreçlerinde ataletin ortaya çıkması yanında kutuplaşmanın bir diğer etkisi de ılımlı vatandaşların siyasete ilgilerini ve bu ılımlı kitlenin iktidara olan güven düzeylerini azaltmasıdır. Parti yandaşlığının artmasının yine ılımlı kitle üzerinde meydana getirdiği siyasete yabancılaşma, siyasete katılmama özellikle de oy kullanmamalarına yol açabilmektedir. Ayrıca ılımlı seçmenler kutuplaşmış bir ortamda parçalı bir iktidar yapısını tercih etme eğiliminde olmaktadırlar (Layman; Carsey; Horowitz, 2006:93).

Peki görüş ayrılıkları her zaman olabileceğine göre, toplumda bireyler veya gruplar arasında görüş ayrılıklarından kaynaklanan bir kutuplaşmayla karşılaşmadan ya da kutuplaşmadan kaçınmak adına toplumsal mutabakatı, bütünleşmeyi veya uzlaşmayı tesis etmek nasıl mümkün olabilir? Toplumsal etkileşim bireylerin bir-arada-bulunulan durumlarda içinde yer aldıkları karşılaşmalara ve bu nedenle de toplumsal sistemlerin kurumlarının eklemlendiği ‘inşa edici bloklar’ın bir düzeyi olarak toplumsal bütünleşmeye işaret eder. Toplumsal ilişkiler, kesinlikle etkileşimin yapılaşmasıyla ilişkilidir, ancak aynı zamanda kurumların sistemsel bütünleşme içinde etrafında eklemlendikleri temel ‘inşa edici bloklar’ı oluştururlar (Giddens, 1984:83).

Bütünleşme, önemli bir pozitif kültürel temas örneğidir. Özellikle, işlevselci kuramda bütünleşme terimi temel bir yere sahiptir ve bir yandan, sistemin bozulmasını ve istikrarının bozulmasını kolektif bir biçimde önleyen, öbür yandan sistemin bir birlik halinde işlemesini beslemek için işbirliği yapan bir sistemin birimlerinin ilişki tarzını karşılar. Başka kuramsal geleneklerde ise daha esnek biçimde, toplumsal konsensüsün,

mutabakatın ya da uzlaşmanın eşanlamlısı olarak kullanıldığı görülmektedir (Marshall, 1999:2001).

Sosyal gruplar arasındaki sosyal mesafenin, toplumun işleyen bütünü aksatmaması haline de sosyal bütünleşme denebilir. Yani, o toplumda toplumsal bir mutabakatın olduğu varsayılır. Başka bir tanımla, sosyal bütünleşme ya da mutabakat toplumdaki her bir sosyal grubun kendi hakkında vardığı bilincin, kendi birliği hakkındaki bilincin yoğunluğunun, toplumdaki bütünleşmeyi bozmayacak seviyede olmasıdır (Erkal, 1995:274). Başka bir deyişle, sosyal bütünleşme, büyük bir sosyal grup içindeki diğer grupların ortak sosyal hayatı gerçekleştirebilmek için karşılıklı olarak anlaşarak (mutabakata vararak) belirli amaçlarda birleşmeleridir (Aksoy, 2000:13).

Belirtmek gerekir ki bütünleşme denildiği zaman mutlak bir türdeşlikten bahsedilmemektedir. Zira farklılıklar, bütünleşmenin gerçekleşmesi için mevcut olması gereken ilk unsurdur. Farklılıklar olmadan, farklı parçaların birleşip düzenlenmesi ve bütünleşmesi olmadan bütünleşme kavramının kendinden de bahsetmek mümkün değildir (Fichter, 1996:199-200). Esasında, farklılaşma ve bütünleşme ikiz süreçler olarak ele alınmalı ve birlikte düşünülmelidir. Mutlak ve tam anlamıyla bir bütünleşme halinin görülmesi mümkün değildir. Bir sosyal gruba veya topluma dahil olma bilinci ile yeknesak bir halde değilse, toplumda sosyal bütünleşme kanallarında problem var demektir. Dolayısıyla sosyal bütünleşme hem farklılaşma hem de bütünleşmeyi birlikte kapsamaktadır (Erkal, 1995:274-275).

Söz konusu noktadan hareketle asla tam manada bir bütünleşmeden söz etmek de mümkün görünmemektedir. Zira bahsedilen farklılıklar zıtlılaşmalara, rekabet ve bastırılmalara, istismarlara da yol açabildiği için gerek bireyin toplumla gerekse toplumların birbirleriyle bütünleşerek birbirlerini tamamlamaları teoride mümkün olsa da pratikte zordur (Maciver; Pages, 1969:86). Ancak imkansız değildir. Nitekim, Fichter (1996:206-207), sosyal bütünleşme sürecinin faktörlerini özsel faktörler ve yardımcı faktörler olma üzere ikiye ayırmaktadır:

Özsel faktörler; bu faktörlerin başında toplumun bireyleri arasında değerler mutabakatının sağlanması gelmektedir. Zira toplum bireyleri, genel olarak ortak manada

önem verilen değerler bütününe gönüllü olarak uyma eğilimi göstermektedirler. Fakat bu noktada Fichter, ortak değerler üzerindeki mutabakatın, üzerinde toplumsal bir anlaşmaya varılan, özel sosyal ilişki ve örüntüleri düzenleyen ayrıntılı bir normlar dizisinin varlığını ima etmediğini de vurgulamaktadır. Ancak toplum içerisinde bireylerin davranışları arasında farklılıklar olsa da ideal davranış örüntülerine dair genel bir mutabakatın olduğu da dikkati çekmektedir. Belirli değerler (sadakat, demokrasi, kardeşlik, fırsatların varlığı, eşitlik vb. gibi) etrafında şekillenen bu davranışlar, söz konusu değerlerle birlikte sosyo-kültürel bütünleşmenin temel faktörleri olarak ele alınmaktadırlar.

Ortak işlevlerin paylaşılması da bütünleşmenin özsel faktörleri içerisinde ele alınmaktadır. İşbirliği, bu işbirliğinin neticesinde bir şeyleri başarmanın hazzı, şüphesiz bütünleşmeyi sağlayan önemli bir unsurdur. Üçüncü olarak ise, “çeşitli kültürel örüntülere sahip farklı gruplardaki kişilerin çoğul katılımı”, bütünleşmeyi sağlayan özsel faktörler arasında ele alınmaktadır.

Bütünleşmenin yardımcı faktörleri arasında birinci sırada toplumun maruz kaldığı dış baskı, tehdit ve tehlikeler yer almaktadır. Zira toplum bireyleri, genel olarak ortak manada önem verilen değerler bütününe gönüllü olarak uyma eğilimi göstermektedirler. Bir diğer yardımcı faktör ise toplum bireylerinin ve toplumdaki grupların birbirleriyle etkileşimlerini sürdürmeleri suretiyle çatışmadan sakınmaya çalışmaları yani karşılıklı çıkar bağlarının varlığıdır. Buna göre her ne kadar toplumdaki bireylerin ve grupların özel anlamda çıkarları birbirlerinden farklı olsa da, bu çıkarlar diğerlerinin çıkarlarıyla karşılıklı bağımlılık içindedir ve dolayısıyla aynı zamanda birbirleriyle ortak çıkarlara da sahiptirler.

Farklılıkları, muhalifin varlığını ve insana özgü hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırma eylemine ilişkin olmayan görüş ayrılıkları zararlı değildir. Toplumsal mutabakatı tesis etmede bu bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar. Burada iki şarttan bahsedebiliriz. Birincisi, görüş ayrılıklarına düşmüş gruplardan birinin karşı tarafın maddi varlığını düşünmesi, hak ve hürriyetini kaldırmaya yönelmemesidir. Karşısındakine de var olma, inanma, düşünme ve düşüncesini açıklama hak ve hürriyetini tanımasıdır. Toplumsal mutabakatın ikinci şartı, yapmakla, etmekle ilgili,

müspettir (Karaman, 2011). Bu da toplum içerisindeki farklı inanç ve düşünce gruplarının aralarında ilişki kurmaları diyalogu kesintisiz olarak devam ettirmeleridir.

İnsanların ortak bir doğaları, ortak varoluş şartları, yaşam deneyimleri, durumları vb. vardır. Ancak aynı zamanda bunları çok farklı şekillerde kavramlaştırır ve onlara çok farklı tepkiler verir, farklı kültürlerin ortaya çıkmasına sebep olurlar. Kimlikleri, evrenselle özel, hepsinde ortak olanla kültürlere özgü olan arasındaki diyalektik bir etkileşimin ürünüdür. Evrensel olarak paylaşılan özellikler insan bilinci ve davranışlarının ham biçimlerini doğrudan etkilemez; bunlara farklı kültürlerde farklı anlam ve önemler verilir. Ancak kültürler ne bir boşlukta var olmuş ne de yoktan yaratılmışlardır. İnsan olmak hem ortak bir türün hem de farklı bir kültürün üyesi olmaktır ve biri diğerini gerektirir (Bhikhu, 2002:159). Dolayısıyla, çok farklı yönlerden insandırlar, ne tamamen benzer ne de tamamen farklıdırlar, birbirleri için ne tamamen şeffaf, ne de tamamen anlaşılmazdırlar. Benzerlikleri ve farklılıkları hem önemlidir hem de diyalektik olarak ilişkilidir

İnsanlara bu şekilde yaklaşınca ne insan doğası kavramının bizi teşvik ettiği gibi diğer insanların temelde bize benzediğini düşünür ne de kültürel determinizm ve kültürcülük kavramının ima ettiği gibi tamamen farklı olduklarını varsayarız. Onlara, anlaşılabilecek ve bir diyaloğu mümkün kılacak kadar benzer, şaşırtıcı olacak ve diyaloğu gerekli kılacak kadar farklı oldukları varsayımına dayanarak yaklaşırız. Bu nedenle, ne onları kendi insan doğası kavramımızın içinde eritip farklılıklarını reddederiz, ne de kendilerine ait bir dünyaya kapatıp bizimle paylaştıkları evrenselliği inkâr ederiz. Evrensel ve farklı olduklarını kabul ederek hem ortak insanlıklarına hem de kültürel farklılıklarına saygı duyma zorunluluğumuzu kabul etmiş oluruz (Bhikhu, 2002:160).

Netice itibariyle görülüyor ki; sosyal bütünleşme ve mutabakat farklılıklarla bir arada yaşabilmeyi sağlamanın temel şartı olarak her toplumda gerçekleştirilmek istenen ve başarılı olduğu oranda da toplumsal huzurun, dayanışmanın, işbölümü ve işbirliğinin sağlanabildiği önemli bir süreçtir. Bu sebeple, dayanakları farklı olabilse de, her toplum bu süreci sağlıklı bir şekilde kurabilmek üzere kurum ve sistemlerini inşa etmeye çalışmaktadır.

Birbirimize dokunmadan ayrı mekânlarda, ayrı dünyalarda yaşarsak o zaman beraberlik veya mutabakat dediğimiz, toplumsal iklim oluşmaz. Halbuki bütünleşme dayanışmaya bağlıdır. Farklı gruplar birbirleriyle sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel ilişki kurabilirler. Ortak bir sosyal hayat oluşturabilirler. Bu ortak sosyal hayatın şartlarını müzakere yoluyla ortaya koyarlar. Bunun dışında kalan alanlarda her bir grup kendi farklı inancı ve dünya görüşünü benimseme, yaşama ve devam ettirmede serbest kalır (Karaman, 2011). İşte bu iki kural yan yana geldiğinde, farklılık içerisinde zaruri olan birlik ve beraberliğin tesisi için gerekli bulunan birlikte yaşama isteği ve diyalog ortamını bozmadan, aynı zamanda her bir grubun kendini karşı tarafa tanıtma imkânı bulması mümkün olacak ve gruplar içinde insanların birbirlerine yardım etmeleri de mümkün hale gelebilecektir. Bu konu, farklı kimlikler, çeşitlilik ve bir arada yaşama sorunsallarının yer aldığı bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak işlenecektir.

Benzer Belgeler