• Sonuç bulunamadı

BİRİNCİ BÖLÜM: ARAŞTIRMAYA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR

1.1. Araştırmanın Konusu

En küçük sosyal gruplardan tutun da toplumun bütününde görülebilecek ortak bazı paydalar; sosyal değerler, ortak hedefler ve ortak bir geçmiş bulunmaktadır. Toplumsal bütünlüğü oluşturan bu tür temel özellikler unutuldukça toplumsal farklılıklar ön plana çıkmaktadır. Toplumsal ilişkilerde kişiler veya gruplar farklı özelliklerinden ve başka birçok nedenden dolayı birbirlerinden uzaklaşabilmekte ve her biri belirli bir kutbun temsilcisi haline gelebilmektedir. Bu anlamda, kutuplaşma genel olarak kişiler veya gruplar arasında tercihlerin geniş ölçüde yayılması ve bu tercihlerin kutuplara (uçlara) doğru “kümelenmesi” olarak anlaşılmaktadır (Fiorina; Abrams, 2008:566). Nitekim, toplumsal ve siyasal kutuplaşma, ayrışma ya da kümelenme gibi kavramlar son dönemlerde ülkemizde sıklıkla duyduğumuz, kullandığımız ifadelerin başında gelmektedir. Şüphesiz, bu ifadeler bir sorunun varlığına işaret etmektedir. Sosyal kutuplaşma ya da ayrışma, ister sınıfsal yani gelir ve statü bağlamında, ister dışlamacılık ve ayrımcılıktan kaynaklanan etnik köken, dinsel tercihler, kültürel kimlikler ya da hayat tarzları bağlamında olsun, toplumun bütünlüğü ve dayanışması açısından tehdit oluştururken, diğer yandan çatışma ve toplumsal saldırganlığa yol açma potansiyeli de taşımaktadır (Özgür, 2006:45). Sonuçları açısından hangi türden bir kutuplaşma/ayrışma olursa olsun bunun giderek bir çatışma ortamı yaratabileceği ileri sürülmektedir ki sosyal bilimler ve özellikle de sosyoloji tarafından bir sorun olarak görülmesi ve incelenmesinin en önemli nedenlerinden birisi budur.

1980’li yıllarla birlikte sadece Türkiye’de değil, dünyada da büyük bir değişim dönemi başlamıştır. Özellikle 1990’dan bu yana yaşadığımız dünyada oluşan siyasal, ekonomik ve kültürel gelişmelerin ortaya çıkardığı en önemli değişim noktalarından biri, kimlik-temelli talepler ve çatışmalar olmuştur (Keyman, 2007). Neo-liberal politikalarla hızlanan küreselleşme süreci, 1980’lerin sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılmasını izleyen ve 1991’deki Sovyetler Birliği’nin dağılması küresel siyasete hakim olan iki kutupluluğun sona ermesiyle birlikte dünya üzerinde egemen paradigma haline gelmiştir. Bu dönemde küreselleşen dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan bir gelişme, tüm dünyayı daha fazla etkiler hale gelmiştir. Soğuk savaş döneminin bitimiyle

devlet, toplum ve bireyler, yeni dünyanın yeni gerçekleriyle yüzleşmek ve bunlara ayak uydurmak zorunda kalmıştır (Friedman, 2003:9). Yaşanan bu süreçle birlikte, artık bireyler ve toplumlar arasında siyasal ve ekonomik farklılıklardan çok dinsel, etnik, kültürel, cinsel vb. temellerde ortaya çıkan farklılıklar ile kimlik talepleri ve çatışmalar ön plana çıkmıştır. Bu anlamda, birçok yazar bu süreci, etnik, dinsel, kültürel kimliklerin canlanması anlamında bir “yeniden-kimlikleşme” ya da “farklılıkların kimlikleşmesi” veya kimliklerin yükseliş dönemi olarak adlandırılmaktadır (Friedman, 1994, 1996; Conolly, 1995; Hall, 1996; Kymlicka, 1998; Tomlison, 2003; Castells, 1996, 2003; Keyman, 2007).

Soğuk savaş sonrası dönem Türkiye’de 12 Eylül askeri müdahalesinin ardından sistemin yeniden kurgulandığı döneme rast gelmektedir (Sayarı, 2002:21). 1980 darbesinin toplumda oldukça büyük bir travma yarattığı ve siyasette de bir dönemi kapattığı söylenebilir. Askeri yönetim sonrası, Özal rejimi ve dönemi ise Türkiye’de yeni kimlik politikalarının açığa çıktığı dönem olarak görülebilir (Köksal, vd. 2009:11). 1990’lara gelindiğinde kimlik hareketleri iyice çeşitlendi ve derinleşti. Nitekim, 1990’lı yılların siyasal ve sosyal konjonktürü Türkiye’de sosyo-ekonomik temelli sağ–sol ayrımının belirleyiciliğini iyice kaybetmesine neden olmuştur. Ekonomik politikalara, devletin rolüne ve sınıflara dayanan klasik sosyo-ekonomik ideolojik ayrıma karşın bu dönemde Türkiye’de etnik kimlik, milliyetçilik, laiklik ve İslamcılık kavramlarının belirlediği bir siyasal ve sosyal hayat ortaya çıkmıştır (Çarkoğlu; Hinich, 2008:110). Özellikle din (Müslüman kimliği) ve Kürt kimliği etrafında şekillenen etnik kimlik odaklı tartışmaların gündeme gelmesi aynı zamanda resmi ideoloji kavramının ve yerleşik devlet ve siyaset algısının sorgulanmasına yol açmış (Özbudun, 2000:141) ve Türk siyasetinin iniş ve çıkışlarını belirler olmuştur. 2000’li yıllarla birlikte AKP iktidarı bu dönemde İslami kimlik sorularını gündeme getirmek açısından ve tabii Avrupa Birliği sürecini benimsemesi açısından belirleyici aktör oldu. Öte yandan Kürt siyaseti de iki koldan ilerledi, hem şiddet boyutu artarak sürdü, hem de parlamentoda temsil edilme fırsatı yakaladı. Bu dönemdeki kimlik talepleri ise toplumun daha laik ve modern kesimleri tarafından Cumhuriyet rejimine tehdit olarak algılandı ve dolayısıyla bu kesim de kendini daha sistematik bir biçimde Cumhuriyetçi, Kemalist kimlik ile tanımlamaya başladı. Popüler, aşırı milliyetçiliğin yükselişi de alt sosyo-ekonomik sınıfların defansif, tepkisel bir radikalliği olarak gündeme geldi (Köksal, vd. 2009:12).

Nitekim, Türkiye'de söz konusu bu gelişmelerin bir sonucu olarak aktörlerin farklılaşmasıyla birlikte yeni kimlik talepleri ve eğilimlerinin daha görünür hale gelmeye başladığı görülmektedir (Kolukırık, 2008:133). Şüphesiz, bu kimlik talepli arayışlar, Türkiye’de siyasal, ekonomik ve kültürel yaşam alanlarında ciddi değişim ve dönüşüme yol açmıştır. Bu yönde ortaya çıkan istikrarsızlık ve kırılmalar aynı zamanda yönetim, temsil ve meşruiyet krizine yol açan bir durumsa, o zaman “toplumda görünür hale gelen kutuplaşmaları ya da ayrışmaları nasıl anlamamız gerektiği soruları önem kazanmaktadır.

Tarihsel olarak bakıldığında, kutuplaşmada sınıfsal etkenlerin görece daha az belirleyici olduğu Türkiye konjonktüründe ideolojik etkenler öne çıkmaktadır. İdeolojik etkenler 1990’lı yıllara kadar sağ–sol ikiliği üzerinden tanımlanırken giderek bu ikiliğin ötesinde özellikle kimlik sorunlarını temel alan bir kutuplaşma belirginlik kazanmış ve günümüze gelindiğinde devasa boyutlara ulaşmıştır. Kutuplaşmanın aktörleri, farklı eksenlerde yer almakla birlikte, birbirleriyle de ilişkilidir. Kutuplaşmada belirleyici rol oynayan bu aktörlerin sosyal ve siyasal kültürün oluşumunda rol oynadığı ve bu tarihsel mirastan günümüzde de beslenmeye devam ettiği ifade edilmelidir. Türkiye’de modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan cumhuriyetçi/laik–muhafazakâr/dindar/islamcı ayrımı uzun süreli bir belirleyiciliğe sahip olup günümüzde daha da önemli bir sorun haline gelmiştir. Öte yandan milliyetçiler-Kürtçüler, etnik temele dayalı bir ayrımdır. Her iki kutup da milliyetçilik temelinden beslenmektedir. Bu bakımdan Türk

milliyetçileri–Kürt milliyetçileri olarak da bu ayrımı isimlendirmek mümkün hale

gelmektedir. Bir diğer ayrımı da mezhepsel temelde Alevi–Sünni ekseninde gelişmiştir (Kiriş, 2010:196). Şüphesiz ki, bu eksenlerin çoğu zaman iç içe geçmiş olduklarını ve birbirlerinden mutlak suretle ayrılmış kategoriler olmadıklarını vurgulamak

gerekmektedir. Çoğu zaman toplumsal yaşam alanları sınıflandırmalar,

kategorilendirmeler yapmamıza izin vermeyecek kadar karmaşık olabilir. Ancak, bu kategorilendirme yapmayacağımız anlamına gelmez.

Netice itibariyle, Türk siyasal ve sosyal hayatında özellikle 1980 sonrası kutuplaşma, gerek dünyada gerekse de ülke içinde yaşanan gelişmelerden yoğun biçimde etkilenerek oluşmuştur. Bu dönemde özellikle etkinliği giderek artan kimlik farklılıklarına bağlı olarak dinsel, mezhepsel ve milliyetçi eksenlerdeki kutuplaşmalar

önem ve öncelik kazanmıştır (Kiriş, 2010:190). Bu anlamda, 1980’ler ve özellikle 1990’lardan bugüne kimlik-temelli taleplerin ve çatışmaların giderek yaygınlaştığını, engellenemez bir yükseliş eğilimi gösterdiğini, farklı siyasi stratejilerin hareket tarzını ve söylemsel içeriğini belirlediğini, akademik ve kamusal söylemin merkezi tartışma noktası konumuna geldiğini görüyoruz.

Şüphesiz, farklılıklar, alternatif düşünce sistemleri ve fikirsel düzeyde çatışmalar demokratik toplumlara özgü unsurlardır. Ancak, Türkiye toplumunun uzun zamandan beri kendi içinde bir kutuplaşma veya ayrışma süreci içine girdiğinden veya “toplumsal mutabakat” konusunda sıkıntı yaşadığından söz edebiliriz. Bu yönde, Ergil (2001:167) Türkiye’nin yaşadığı kimlik temelli sorunların nedenini ulus–devletin oluşum sürecinde

birlik yerine giderek aynılık politikasına yönelmede görmektedir. Daha sonraki

kısımlarda tarihsel ve sosyolojik bir zeminde ayrıntılı olarak ele alınacağı üzere, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte modernleşmeyi ulusal bir misyon olarak tanımlayan kurucu kadroların en önemli handikabı belki de çağdaşlığı değişmeyen kalıplar içinden algılaması oldu. Bu anlayış, modernliğe uygun olmadığı düşünülen var olma hallerini kamusal alanın dışına iterken, zaman içinde devletle toplum arasındaki mesafeyi de açtı. Böylece farklı yaşam biçimlerinin ayrı birer cemaat olarak şekillendiği, bu cemaatler arasında kaçınılmaz bir yabancılaşmanın sürekli beslendiği bir toplum haline gelindi (Çarkoğlu; Toprak, 2006:9). Dolayısıyla, toplumda farklı kesimlerin birbirini tanıma ve anlama imkânı daralırken kutuplaşmalara veya ayrışmalara dair bulgular daha görünür hale gelmiştir.

Esas olarak, yukarıda ifade edildiği üzere Türkiye’ye hakim üç temel kutuplaşma/ayrışma ekseni bulunuyor: Laiklik-dindarlık kutuplaşması, Sünni-Alevi kutuplaşması ile Kürt meselesinin üzerine oturduğu Türk-Kürt kutuplaşma ekseni. Bu üç kutuplaşma ya da ayrışma ekseni çerçevesinde bu tezde/araştırmada asıl olarak odaklanılan “cumhuriyetçi-laik” ve muhafazakâr-dindar” ayrımı veya “seküler hayat tarzı” ve “dini hayat tarzı” ekseninde açığa çıkan sorunsaldır. Zira, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşmenin tarihsel kopukluk ve süreklilik kazanmış tüm değerleri içinde yatan üç önemli unsuru olan din-siyaset-laiklik farklı toplumsal dönemlerde farklı düzeylerde olmak üzere toplumsal ve siyasi gündemdeki yerini hep korumuştur (Gencer, 2008:355). Bu noktada da, “cumhuriyetçi-laik” ve

“muhafazakâr-dindar” ayrımı (laiklik ve din) veya seküler ve dini hayat tarzları1 temelindeki farklılaşmalara dayanan kutuplaşmalar daha bir ön plana çıkmaktadır. Daha sonraki kısımlarda da ele alınacağı üzere, çalışmada bu iki eksen dışında kalanlar “ortadakiler ekseni” olarak ayrı bir kategori olarak tanımlanmış ve analizler bu çerçevede gerçekleştirilmiştir. Ancak, çalışmanın temel odak noktasının “cumhuriyetçi-laik” ve “muhafazakâr-dindar” kimlik ekseninde yer alanlar olduğunu belirtmek gerekmektedir2. Kimlik eksenleri temelinde yapılan bu tür bir kategorizasyonun kapsamı, gerekliliği ve handikaplarına dair daha ayrıntılı açıklamalar bu kısmın sonunda ve özellikle tezin üçüncü bölümünde (bulgu ve analiz kısmında) “Bireylerin Farklı Kimlik Eksenleri Bağlamında Kategorileştirilmesi” başlığı altında yer almaktadır.

Şekil 1: Kimlik Eksenleri

1

Seküler hayat tarzıyla veya yaşam biçimiyle, varoluşsal dünyaya anlamın ve yaşam biçimine rehberlik eden değerlerin daha çok “bu dünyaya ait olma ve dünyayı yaşama” (Kılıçbay, 1995:17) etrafında oluşması kast edilmektedir. Diğer bir ifadeyle bireyin isteklerine, gündelik yaşam pratiklerine rehberlik eden değerlerin, “sıradan günlük olguların kutsal bir özellik içermemesi” (Solomon vd. 1999:391); herhangi bir aşkın değerin bireyin varoluşsal dünyasında çok fazla yer işgal etmemesi anlamında kullanılmaktadır. Dini hayat tarzıyla ise, varoluşsal anlamın aşkın bir değerler sisteminin içerisinde tanımlanması; arzuların, gündelik yaşam pratiklerinin ve eğilimlerin dinin meşru saydığı değerler bağlamında oluşturulan bir hayat tarzı kastedilmektedir.

2

Belirtilen kimlik eksenlerin tanımlanması veya adlandırılması noktasında gerek toplumda gerekse de akademik çevrelerde ortak bir kullanım şekli olmaması veya en azından tartışmaya müsait bir alan olması zaman zaman bir takım zorluklar ortaya çıkarabilmektedir. Dolayısıyla, burada da yapılan tanımlamaların bu araştırmaya özgü öznel bir nitelik taşıdığını belirtmekte fayda var.

Cumhuriyet’in değerleri çağdaşlaşma ve laiklik ekseninde kendine yeni bir gerçeklik bulur. Göle’ye (2004:120-121) göre, Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyet’in modernleşme projesi ile birlikte ivme kazanan medenileşme ve batılılaşma çabaları, toplumsal grupları “geleneksel/modern”, “İslam/Batı”, “gerici/ilerici” gibi ikilikler üzerinden karşı karşıya getiren bir kurgu üzerine oturmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’nin siyaset, din ve kültür tarihi veya “cumhuriyetçi-laik” ve “muhafazakâr-dindar” ayrımı bakımından kendine özgü uzun bir geçmişi ve bir birikimi olduğu görülecektir.

Tarihsel açıdan Türkiye’de modernleşme ve din (İslam dini) arasındaki ilişki genellikle çatışmacı ve gerilimli bir ilişki olarak algılanmıştır. Konuyu modernleşme ve İslam dini arasındaki ilişkinin sorunlu niteliğini vurgulayarak ele alan Davison (2002), Mardin (1991), Jäschke (1972) Subaşı (2004, 2011, 2012), Mert (1994), Meriç (2005), Ocak (2004), Göle (2004) gibi yazarlar, Türkiye’de modernleşme sürecinde uygulamaya konan laikleşme politikalarını çatışmanın odak noktası olarak görmektedirler. Onlara göre kültürel alan, ulus inşası süresince farklı baskıların merkezi haline gelmiştir. Bir yandan cumhuriyet projesinin idealleştirdiği bir yaşam biçimi tesis edilmeye çalışılmış, bir yandan da kültürel dokuda var olan formlar inşa edilmeye çalışılan yeni formlara direnç göstermiştir (Akşit,vd., 2011:12). Ayrıca, onlara göre, Cumhuriyet, Osmanlıdan epistemolojik açıdan ve yeni bir paradigma bağlamında radikal bir kopuş yaşamıştır.

Örneğin, Davison’a (2002) göre, Türk modernleşmesindeki ana temalar Cumhuriyet’in kuruluş dinamizminde de açıkça gözleneceği gibi yaşam alanlarının laikleştirilerek düzenlenmesiyle billurlaşır. Subaşı’ya (2004) göre de, bu düzenlemelerde amaçlanan, dinin varlık dünyasındaki geleneksel ağırlığının olabildiğince hafifletilmesidir. Böylece sadece din değil ondan beslenen “değerler dünyası”nda da bir hayli sarsıntı sayılabilecek “gerilim noktaları” oluşmuştur. Akşit’e (2011:12) göre, Türkiye’deki modernleşme çabaları gündelik hayat ve yaşam biçimlerinde önemli değişimler gerçekleştirmiş, din de bundan payını almıştır.

Tarihsel olarak, Türkiye’deki modernleşme ve din arasındaki ilişkiyi çatışmacı ve tepkisel bir zeminde değerlendiren bazı yaklaşımların temel argümanlarından hareketle günümüze değin süregelen laiklik veya din temelli ayrışma eksenlerinin veya

bu eksenler arasındaki gerilimlerin temellerini açıklamak mümkün olabilmektedir (Akşit, 2011:14).

Osmanlı dönemindeki yapıdan farklı, modern Türkiye’nin kurulmasıyla birlikte bütün sosyo-kültürel alanı kapsayıcı bir fikir olarak yürürlüğe konulan laiklik ile birlikte geleneksel hayat tarzının aksine “özel alan”- “kamusal alan” ayrımı netleşmiş ve bu bağlamda din, kamusal alandan çekilip özel alanın sınırları içerisine yönelmiştir (Raudvere, 2003; Daver, 2009). Yani, din ve devlet arasında egemenlik paylaşılmıştır. Her iki gücün birbirlerinin alanına girme ihtimalinin yaratacağı çelişki bir yana, her şeyden önce böyle bir ayrım (“din”-“devlet işleri” ve “özel alan”-“kamusal alan” ayrımı) laikliğin kabul edildiği dönem itibariyle Türk halkının geniş bir kesimi için geleneksel hayat tarzı ve bu hayat tarzına ilişkin dünya görüşünün bozulması anlamına geliyordu (Kuran, 2002:170). Ancak Keyman’a (2005:927) göre, Türkiye’deki laikliği yerleştirmeye yönelik politikalara rağmen ve belki de beklenenin tam tersine bir eğilimle dinin etkisi kaybolmamıştır. Bu çerçevede, din ve laiklik arasındaki ilişkiler gündelik hayatta zaman zaman bir çatışma unsuru olarak kendini yansıtmıştır. Neticede, geleneksel hayat tarzını koruma ile laikliği benimseme arasında bir çatışma su yüzüne çıkmıştır. Buna ilaveten ilerleyen zamanda çeşitli nedenlerle laikliğin geniş kesimler tarafından istenilen düzeyde içselleştirilmesinde güçlük yaşanmış (Göle, 1999:22-23; Mardin, 2005:139) böylece bir “laikliği benimsemişler”-“laikliği benimsememişler”3 ayrımı ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda, laikleşme sürecinin geleneksel kurumlarca tehdit edilmesi ve geriye çevrilme ihtimali sürekli canlı kalmış, dinin toplumsal ve siyasal alanda gücünü artırdığının işareti olarak ortaya çıkan bazı olaylar laiklik adına var olan korkuları büyütmüştür. Netice itibariyle, temelleri 19.Yüzyıl Osmanlı toplumunun Batılılaşma hareketinde olan, gerek ekonomik, gerek sosyal alanda birbirini besleyen değişimler kendi iç çelişkilerini de beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye’de Batı yanlısı dönüşümün giderek hız kazanması çelişkileri keskinleştirmiş, Batı tarzı modernleşmenin taraftarları ile buna karşı oluşan tepkisel hareketler arasında günümüze kadar sarkan bir mücadeleyi başlatmıştır (Çarkoğlu; Toprak, 2006:15). Bu anlamda, Osmanlıdan, erken Cumhuriyete ve oradan da

3 “Laik-batılı hayat tarzını benimsemişler” ve “geleneksel-dini hayat tarzını benimsemişler” ayrımı olarak da ifade edilebilir.

günümüze kadar geçen sürede geleneksel hayat tarzını koruma isteği ile laikleşme sürecinin geriye çevrilme ihtimaline dayanan yaşam biçimlerine veya hayat tarzlarına müdahale edilmesi noktasında duyulan endişe ekseninde yaşanan ayrışmada ön yaşantılara dayalı ötekileştirmeler söz konusu olmuştur (Macit, 2010:21-22).

Bu çerçevede, Türkiye’de modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan (her ne kadar tanımlamalar konusunda belli bir mütabakat olmasa da) “cumhuriyetçi-laik” ve “muhafazakâr-dindar” ayrımı veya “laikliği benimsemişler”-“laikliği benimsememişler” başka bir deyişle “seküler hayat tarzı” ve “dini hayat tarzı” ayrımı uzun süreli bir belirleyiciliğe sahip olup günümüzde daha da önemli bir sorun haline gelmiştir. En azından, “laiklik” veya “din” temelli veya seküler ve dini hayat tarzlarına dayalı bir ayrışmanın Türkiye’de bir “toplumsal/siyasal gerilim kaynağı” olarak sürekli gündeme geldiğini dolayısıyla bu yöndeki tartışmaların toplumda kutuplaşmaları ya da ayrışmaları daha görünür kıldığından bahsedebiliriz. Bu anlamda, toplumda görünür hale gelen kutuplaşmaları ya da ayrışmaları nasıl anlamamız gerektiği soruları önem kazanmaktadır. Kuşkusuz, bu ayrışma ya da kutuplaşma emarelerinin yansıma alanı gündelik hayattır. Gündelik hayatın ritmi, işleyiş ve yapısal özellikleri ele alınmadan bu gerilim kaynağının ana temalarını gözlemlemek mümkün değildir. Nitekim, bu çalışmanın konusunu “cumhuriyetçi-laik” kimlik ekseni ve “muhafazakâr-dindar” kimlik ekseni arasındaki seküler ve dini hayat tarzlarına dayalı farklılıkların gündelik toplumsal hayattaki yansımaları oluşturmaktadır. Bu iki eksen dışında kalanlar ise “ortadakiler ekseni” olarak ayrı bir kategori olarak tanımlanmış olmasına rağmen çalışmanın temel odak noktası “cumhuriyetçi-laik” ve “muhafazakâr-dindar” kimlik ekseninde yer alanlar oluşturmaktadır.

Esasen, analitik açıdan farklı kimlik eksenleri temelinde bu türden bir kategorileştirme gerekli bir faaliyet olmakla birlikte kendi başına toplumsal gerçekliği anlamak için yeterli değildir. Çünkü, sosyal bilimlerde mutlak bir kategorileştirmenin olamayacağı açıktır. Zira, her kategorileştirme, toplumsal gerçekliği bir anlamda sabitleyerek kategoriler arasındaki geçişlilikleri görmezden gelmeyi gerektirir. Kategorileştirme prizmasından sosyal olgulara bakmak, statik kalıp yargılar oluşumuna neden olmakta ve bu da toplumsal gerçekliğin kendisini o yönde etkileyip şekillendirebilmektedir. Öte yandan tüm bu sakıncalarına karşın günümüz sosyal

bilimlerinde kategorilere ulaşmak bilimsel faaliyetin neredeyse temel hedefi olarak algılanabilmektedir. Oysa sosyal bilimlerde asıl yapılması gereken kaba tasniflerin ötesinde görünen olayların ardındaki ilişkisellikleri anlamak olmalıdır. Bu noktada sosyal olayları ve bu olayların farklı varyasyonlarını kavramaya çalışan betimleyici anlatılar olayların ardındaki ilişkisel mekanizmaların çözümlenmesine olanak sağlayabilir. Bu yüzden yapılması gereken şey, kategorileştirmenin de ötesine geçerek kategorileştirmeleri aklımıza getiren temel bağlamlara (Akşit,vd., 2011:26) ve gündelik toplumsal pratiklere ve etkileşimlere odaklanmaktır. Şüphesiz, bu manadaki gündelik toplumsal pratikler ve etkileşimler, özneleşme sürecine ve hayat tarzlarının tanımlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için sosyal ve siyasal olarak ele alınmayı gerektirir. Bu çalışmada da, zorunlu olarak bu tür bir kategorileştirme yapılmış olmasına rağmen, aslında yapılmak istenen şey, söz konusu kategorilerin altında yatan gerilimleri ve bu gerilimleri tetikleyen faktörleri gündelik toplumsal pratikler ve etkileşimler bağlamında anlamlandırmaya çalışmak, bu gerilimlerin ne şekilde tezahür ettiğini ortaya koymak, farklı kimlik eksenlerinde yer alanların bu gerilimleri hangi boyutları ile yaşadığını anlamaya çalışmaktır. Bu yönde, farklı kimlik eksenlerinde yer alanların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin düzeyi, grupların birbirlerine karşı bakış açıları ve sosyal mesafelerinin belirlenmesi suretiyle mevcut kutuplaşma, ayrışma ya da kümelenme olgusunun boyutları ve derinliğinin sosyolojik temelde irdelenmesi çalışmanın temel parametrelerini oluşturmaktadır4.

4

Şüphesiz, kimlik eksenleri temelinde yapılan kategorileştirme çabasının daha ayrıntılı olarak açıklanması gerekmektedir. Örenğin, muhafazakâr-dindar kimlik ekseni olarak tanımlanan dini hayat tarzını benimseyen gruplar ile cumhuriyetçi-laik kimlik ekseni olarak tanımlanan daha çok sekürler hayat tarzıyla ilişkilendirilen kesimler kendi içlerinde de birtakım farklılıklar barındırabilmektedir. Daha çok

Benzer Belgeler