• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.2. Kimliklerin İnşası ve Birlikte Yaşamaya Yönelik Yeni Arayışlar

2.2.4. Bireysel ve Toplumsal Farklılıklar

İnsan olmak bakımından hepimizin sahip olduğu benzer birçok nitelik vardır. Ancak tüm bu niteliklerin içerikleri, gerek bireysel gerekse toplumsal şartlar

bakımından bireyden bireye ve hatta toplumdan topluma değişmektedir. Bhikhu’ya (2002:162) göre, kendilerinden ve dünyadan bir anlam çıkarmaya çalışan düşünebilen varlıklar olarak insanlar, bir anlam veya önem sistemi ya da kültür yaratıp yaşamlarını ona göre düzenlerler. Farklı doğal ve toplumsal durumlarla karşı karşıya oldukları, farklı geleneklerden geldikleri, farklı biçimlerde düşünüp hayal kurdukları, yaratıcılık ve hayal gücü yeteneklerine sahip oldukları vs. için, yarattıkları kültürlerin doğası da kaçınılmaz biçimde çeşitlidir. İşte insanı ve toplumu doğru anlamak için bu farklılıkların da doğru anlaşılmasının büyük önemi vardır.

Farklılıklar, insanlar arasında, ırk, kültür, cinsiyet, cinsel yönelim, yaş ve fiziksel yeterlilikler açısından var olan farklar şeklinde tanımlanmaktadır. Bazı farklılık tanımları; etnik köken, ulusal köken, sınıf, din, öğrenme ve iletişim tarzı, doğum yeri ve meslek gibi çeşitli boyutları da içermektedir (Sonnenschein, 1997:3). Williams ve O’Reilly’ye göre (1998) ise farklılık, bir insanın bireysel farklılıkları keşfetmek için kullandığı herhangi bir özellik şeklinde tanımlanmaktadır (Mannix; Neale, 2005:31).

Farklılıklar insanı daha iyi anlayıp tanımaya ve toplum düzenin sağlıklı biçimde nasıl devam edebileceğine dair tutarlı fikirlerin gelişmesine vesile olmaktadır. Bireysel, toplumsal ve kültürel farklılıklar veya çeşitlilik bir tuhaflık kaynağı veya şaşırtıcı bir şey olmak bir yana, insan varoluşunun ayrılmaz bir parçasıdır.

Farklılıklarımız, dünyaya geldiğimiz andan itibaren hayatımızı kuşatan ve hayat boyu sınırlarımızı çizen etkenler olmaktadırlar. Söz konusu etkenler, sadece bireysel hayatımızda değil, sosyal hayatımızda da etkinliği devam ettirirler. Farklılıklarımızın keşfi ile birlikte hem kendimizi hem de etrafımızı anlamlandırmamız da değişmektedir. Nitekim tarih boyunca gerek bireylerin gerekse toplumların birbirleriyle yaşadıkları sıkıntı ve çatışmaların büyük çoğunluğunun altında “farklılıkların” bir yönünün bulunduğu dikkat çekmektedir (Gürer, 2007:1). Bu anlamda, farklılık normları toplum içinde çatışma ortamı yaratırlar. Bu çatışma ekseninin merkezini ise “biz” ve “öteki” söylemleri oluşturur. Daima biz kavramına vurgu yaparak, farklı kimliklere olan bakış açılarına normallik kazandırılması anlamına gelir. Bu normallik dışında kalan diğer kimlikler ise toplumda öteki olarak konumlandırılır. Öteki karşıtlığı üzerinden tanımlanan kimlikler ise toplumun diğer grup ve bireylerine “tehdit unsuru” olarak gösterilmekte, dolayısıyla bunların yok edilmesine yol açan zemin oluşturulmaktadır.

Tehdit unsuruysa şiddeti beslemektedir (Toruk, 2012:177). Ancak, farklılıkların birer zenginlik, gelişme ve bütünleşme kaynağı olarak işlev görmesi de söz konusudur. Bu noktadan hareketle belirtmek gerekir ki farklılıkların çatışma mı yoksa bütünleşme ve zenginlik kaynağı olarak mı toplumda işlev göreceği belirli etkenlere bağlıdır.

Bhikhu’ya (2002:159) göre, insan doğası kavramı geçerli ve değerlidir. İnsanlar hakkında doğal dünyaya ait oldukları, birçok ortak özelliğe sahip oldukları, bunun şans eseri değil, türlerinden gelen ortak bir fiziksel ve zihinsel yapıya sahip olmalarından kaynaklandığı, sayısız bakımdan yapısal sınırları olduğu ve istedikleri her şey olamayacakları gibi çok önemli gerçekleri vurgular.

Nitekim, farklılıkları nasıl algılamamız gerektiği meselesi de daha ziyade bireysel ve dolayısıyla sosyal farklar söz konusu olduğunda problematik haline gelmektedir. Yani bu farklılıklar zorunlu mudur? Faydalı mıdır? Yoksa ortadan kaldırılmaları mı gerekir? İşte bu sorulara verilen cevaplar değişmektedir ve bu değişim, bireysel farklılıkların unsurlarına dair farklı teoriler geliştirilmesine yol açmıştır (Gürer, 2007:8).

Öncelikle, bireysel manada farklılık ve benzerliklerimizin genel bir tasnifini Kuzgun ve Deryakulu (2004:8) şu şekilde yapmaktadırlar: “(1) Değişmeyen

benzerlikler; bireyde zaman içinde çok fazla değişmeyen, bireyler arasında da genellikle

benzer olan özelliklerdir. Örneğin; genel sağlık durumu ve yaşı birbirine yakın bireylerin duyu organlarının çeşitli uyarıcıları algılama kapasitesi ile insan beyninin bilgi işleme kapasitesinin yakın sınırlar içinde olması gibi. (2) Değişmeyen farklılıklar; bireyde zaman içinde değişmeyen, ancak bir toplumdaki bireyler arasında değişkenlik gösteren özelliklerdir. Örneğin; bireylerin zeka bölümleri (IQ), bilişsel biçimleri, psiko-sosyal özellikleri ve ırksal kökenleri gibi. (3) Değişen benzerlikler; bireyde zaman içinde değişebilen, ancak bir toplumdaki bireylerin çoğunda genellikle benzer bir seyir izleyen özellikleridir. Örneğin; bireylerde zihinsel (bilişsel) gelişim, dil gelişimi, psiko-sosyal gelişim ve ahlaki gelişim süreçlerinin işleyiş mekanizması gibi. (4) Değişen

faklılıklar; hem bireyde zaman içinde değişebilen, hem de bir toplumdaki bireyler

düzeyleri, dil gelişimi düzeyleri, psiko-sosyal gelişim düzeyleri, ahlaki gelişim düzeyleri ve önbilgi düzeyleri gibi”.

Bireyler sosyalleşme süreci içerisinde farklılıkları öğrenerek hem kendini tanımlar hem de diğer insanlarla olan ilişkilerini bu tanım çerçevesinde şekillendirir. Dolayısıyla insanlar sosyal tipler olarak farklıdırlar ve bu olguya kısaca “sosyal farklılaşma” adı verilir (Korkmaz, 2006:9). Bütün bu farklılıklar, en son noktada birleşerek sosyal bir mahiyet kazanmakta ve toplumlara hiyerarşik bir yapı kazandırmaktadır (Aslantürk; Amman, 1999:328).

Günlük ilişkilerimiz içinde, bir tanıdığımız veya tanımadığımızdan söz ederken bazı sıfatlar kullanırız. İnsanları birbirinden ve kendimizden ayırmak için kullandığımız sıfatlar ve kavramların, ilk bakışta dikkati çekmeyen, önemli bir özelliği vardı: Her farklılaşma çabası, aslında bir gruplaştırma, her gruplaşma ve gruplaştırma özünde bir farklılaştırma denemesidir (Güvenç, 1999:220).

Farklılaşma, genelleşen bir yapının, uzmanlaşmış olmalarıyla karakterize edilen birçok parçaya dayanan bir süreçtir. Örneğin insan embriyosu, önce döllenmiş bir tek yumurta olarak harekete geçmekte ve dokuz ay süren bir farklılaşma süreci neticesinde bir bebek halini almaktadır. Bu, uzmanlaşmış birçok parça ile birlikte karmaşık bir yapı demektir ya da sosyal yapı gittikçe artan bir farklılaşma sürecidir (Goodman; Marx, 1978:70).

Sosyoloji, sosyal farklılıkları toplumun daha ziyade kendi içerisinde meydana gelen yapılanma süreci bağlamında ele almakta; toplumlararası farklılıkları ise genellikle kültür kavramı altında incelemektedir. Buna göre her toplumda bireyler, ister biyolojik ister kazanılmış olsun, söz konusu bu farklılıklarına göre de sosyal ayırımlarla farklılaşırlar (Korkmaz, 2006:9).

Nitekim, tamamıyla türdeş bir toplumsal yapıdan bahsetmek sosyolojik anlamda oldukça güçtür. Toplumsal yapı birbirinden görece farklı niteliklere sahip çok çeşitli alt gruplardan ve sosyal katmanlardan oluşur. Fakat en küçük sosyal gruplardan tutun da toplumun bütününde görülebilecek ortak bazı paydalar; sosyal değerler, ortak hedefler ve ortak bir geçmiş bulunmaktadır. Toplumsal bütünlüğü oluşturan bu tür temel

özellikler unutuldukça toplumsal farklılıklar ön plana çıkmaktadır. Toplumsal ilişkilerde kişiler farklı özeliklerinden ve başka birçok nedenden dolayı birbirlerinden uzaklaşabilmektedirler. Günümüzde kültürlerin ve ‘farklı olanların’ çok daha iç içe geçtiği bir süreç yaşanmaktadır. Yaşanan bu gelişme içinde yaşadığımız toplumlara derinden etki etmektedir. West’e göre, “farklılık, çoğulculuk ve heterojenlik adına monolitik ve homojen olanı yıkmak; somut, belirli ve özgün olanın ışığında soyut, genel ve evrensel olanı reddetmek; olumsal, geçici, değişken, deneysel, kayan ve değişen olanı ortaya çıkartarak tarihselleştirmek, bağlamsallaştırmak ve çoğullaştırmak” farklılığın yeni kültürel politikalarının temel özellikleridir (akt. Smith, 2005:323).

Bu yönde, genel olarak farklı bireylerin ya da grupların birlikte nasıl yaşayacağı konusunda dünyada meydana gelen değişim ve dönüşümlere paralel olarak çeşitli politikaların veya stratejilerin izlendiği bilinmektedir. Bu açıdan, modernitenin kimlikleri tek tipleştirme ve evrenselleştirme politikasının yerine benimsenen çoğulculuk söylemi üzerinden yürütülen farklılıkların ön plana çıkarılması sürecini kısaca anlatmak ve daha sonra (post-modern sürecin ürünü olan çoğulculuk ve çokkültürlülük uygulamalarının da –farklılıkları aşırı yüceltmesinden dolayı- başka türden sorunlara yol açması nedeniyle) bir arada yaşamak için yeni alternatif formül arayışlarına değinmek yerinde olacaktır.

Benzer Belgeler