• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.3. Gündelik Hayat ve Toplumsal Karşılaşmalar

2.3.5. Güven/Güvensizlik, Kaygı ve Korku

Bütün dünyada bugün insanlar birçok bakımdan büyük kaygılar ve güvensizlik içerisinde yaşamaktadır. Son 10-15 yıldır bu konuya dair birçok bilim adamının dikkat çektiği görülmektedir. Fukuyama (1995) ve Sztompka (2000) gibi oldukça etkili olan entelektüeller güven erozyonu sorununun çağımızın en belirgin özelliklerinden birisi haline geldiğini söylemektedirler. Aynı soruna dikkat çeken Warren (1999); Bentley (2005) ve Burgess (2007) gibi çalışmalarıyla ön plana çıkmış olan sosyologlar birçok batılı ülkede devletler, şirketler ve önemli uluslararası kuruluşa yönelmiş güven erozyonunun ortaya çıkmış olduğunu belirtmekte bu sorunu derinliğini ve sosyal sebeplerini tartışmaktadırlar (Delibaş, 2010:190).

Nitekim, güven erozyonu küresel modern dünyanın en önemli sorunlarından birisi haline gelmiştir. Bu güvensizlik sadece bireysel olarak insanlar arasında değil; aynı zamanda toplumlar arasında da söz konusudur (Beşe, 2009). Öyle ki, insanların gündelik yaşamlarının değişik bölümleri, onları son derece farklı ve sık sık acımasızlık

derecesinde zıtlaşan anlam ve deneyim dünyaları ile karşı karşıya getirmektedir. Artık modern yaşam da ileri derecede kısımlara ayrılmıştır ve bu bölünmenin sadece gözlenebilir sosyal ilişkilerde değil bilinç düzeyinde de önemli tezahürlerinin olduğu açıkça fark edilmeye başlanmıştır (Berger vd., 1985:76; Wagner, 1996:16). Genelleşmiş bir akılcılık tarafından üstleri örülmüş olan korkular günümüzde yatıştırılmış gibi görünse de aslında bugün, bunların yerine daha yenileri almıştır.

Güvenle ilgili en etkili tartışmalardan birisini yapan Giddens (1990), güveni “bir kişinin ya da sistemin inandırıcılığına güven duyma” şeklinde tanımlar. Giddens (1990), güvenin bazı özelliklerinin tartışılmakta olan her türlü toplum tipi için geçerli olduğu kanısındadır. İnsanın durumu özünde belirsiz ve tehdit edici bir şeydir, fakat gündelik amaçlarda toplum üyelerinin çoğunun yetiştirilme tarzı, başkalarına ve ‘sorgulanmayan’ yaşam tarzına duyulan “temel güven”in gelişmesiyle, onları derinlere kök salmış endişelerden koruyacaktır. Psikoloji ve psikanalizdeki çeşitli gelenekler, tuhaf, saldırgan ve rahatsız davranışları, anne babaların çocuklarına temel bir güven aşılayamamasına, bunun sonucunda iç benlik ile dış çevrenin güvenilemez ve düşman öğeler olarak algılanmasına bağlarlar.

Klasik dönem yazıları ile daha yakın dönemdeki yazılar, modernliğin sahneye çıkışının temel güvenin hem kaynaklarını hem de nesnelerini özünde değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Bu çalışmalarda gözlenen genel konsensüse göre, modernlik akrabalık bağlarının ön plandaki rolünü ortadan kaldırır, yerel cemaat bağlarını yıkar ve dinin otoritesi ile geleneğe bağlılığı tartışmalı bir konuma getirir. Giddens (1990) bu sonuçları, toplumsal ilişkileri yerel bağlamlardan koparan ve “onları zamanın ve mekanın belirsiz sürelerinde yeniden yapılaştıran”, çeşitli “yerinden çıkarma mekanizmaları”na bağlamaktadır. Bu ‘yerinden çıkarma mekanizmaları’, pre-modern koşullara göre daha soyut bir güveni gerekli kılan iki sınıfa ayrılabilir: sembolik araçlar (bunun başlıca örneği paradır) ile uzmanlık sistemleri (güven refleksif bir bilgi gövdesine yerleştirilmiştir). Öte yandan, toplumsal ilişkilerin zaman ve mekân içinde uzaklaştığının, güveni muhafaza etme ve bununla eşzamanlı olarak güvenin olmamasına hoşgörüyle yaklaşma becerisinin öğrenilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla, modernlik çift uçlu bir eğilimdir. Çünkü, bir yandan “ontolojik güvenliğimizi”, yani kişisel kimliğin sürekliliğine, toplumsal ve maddi ortama duyduğumuz güveni tehdit

ederken; öbür yandan soyut toplumlardaki risk ve endişe ihtimalini, ayrıca güven talebini de arttırmaktadır (Marshall, 1999:289).

Seküler bir risk kültüründe yaşamak doğası gereği huzursuz edicidir ve kaygılar kritik anlarda özellikle belirgin ve etkili olabilir. Bir risk kültürü içinde yaşamanın güçlükleri, gündelik hayat düzeyinde –hatta kurumsallaşmış risk ortamlarında- daha önceki çağlardakine göre daha fazla emniyetsizlik anlamına gelmez. Bu güçlükler, bizzat risk hesaplamalarının ürettiği kaygıların yanı sıra, “ihtimal dışı” olumsallıkların elenmesiyle ve böylece hayat planlamasını kontrol düzeyinde düşüşlerle ilişkilidir. “Süzgeçten geçirmek” koruyucu kozanın görevi olsa da, mevcut ve gelecek olaylara “sağlam temelli” itimat ile daha az sağlam temelli itimat arasındaki sınır çizgisini belirlemek kolay değildir; bu durum “bilgisizliğin paranteze alındığı” “güven”in ayrılmaz bir parçasıdır (Giddens, 2010:230).

Bir risk kültürü içindeötekilerin dünyası her zaman bilinmezlikler ve kaygılarla dolu bir korku alanıdır (Tekşen, 2003:70). Peter Berger’e göre bu korku veya kaygı, yabancıların farklı yüz yüze ilişki çevrelerinden gelmelerinden kaynaklanmaktadır (akt. Karp, 1991:82-83). Bu noktada, kaygıyı korkudan ayırmak gerekir. Kaygıyı, sadece özel riskler veya tehlikelerle bağlantılı belirli durumlara özgü bir olgudan ziyade, bireyin geliştirdiği genel güvenlik sistemiyle ilişki içinde anlamamız gerekir. Korku belirli bir tehdit karşısında sergilenen bir tepkidir ve bu yüzden bir nesnesi vardır. Freud’un belirttiği gibi, kaygı, korkudan farklı olarak, “nesneye kayıtsızdır”: Başka deyişle, kaygı bireyin duygularının genelleştirilmiş bir durumudur. Aslında, kaygıyı bilinçsiz olarak şekillenmiş bir korku durumu biçiminde almamız gerekir. Kaygı duyguları belirli ölçüde bilinçli olarak yaşanabilir, fakat “kaygı duyuyorum” diyen biri normalde hangi konuda kaygılı olduğunun farkındadır. Bu durum bilinçdışı düzeyinde kaygının “görünür bir nedeni olmamasından” özellikle farklıdır (Giddens, 2010:63-64).

Her birey farklı rutin biçimlerine dayalı kendine özgü bir varlıksal güvenlik çerçevesi geliştirir. İnsanlar, tehlikelerle ve korkularla gündelik davranışları ve düşüncelerinin bir parçası haline gelen duygusal ve davranışsal “formüller” sayesinde başa çıkarlar. Kaygı korkudan, ayrıca, birey onu (bilinçsizce) kendi güvenlik sisteminin bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak algıladığı sürece farklıdır (Giddens, 2010:64).

Günümüzde “tehlikeli yabancılarla dolu bir dünya” algısının çok yaygın olduğu böylesi bir toplumda, bir insana güvenmek zordur. Yabancılar ve riskler karşısında duyulan korku ya da kaygı güvenin azalmasıyla doğru orantılıdır. İnsan ilişkilerinde, aynı mahalle ya da semtte yaşayan insanlar arası ilişkilerde bile, doğru davranışın ne olduğu giderek belirsizleşir. Bu durumda kişi sürekli olarak şu soruyu sorar: “karşımdakinden ne beklemeliyim?” (Furedi, 2001:170).

Frank Furedi’nin (2001:170-171) bu durumu açıklayan “komşusuz mahalleler” ifadesi, yan yana yaşayan ve mekânsal olarak birbirine yakın olan, ancak bunun dışında birbirinden yalıtılmış halde bulunan kişileri tarif etmektedir. Eğer komşularınızı pek tanımıyorsanız, onlarla yakınlaşmanız mümkün değildir. Komşularınızın nasıl geçindiğini de bilmiyorsanız, onların karanlık işler çevirdiğine inanmamız da kolay olur. Farklı ailelerin çocukları beraber oyun bile oynayamıyorsa, aileler arasında ortak bir zemin bulmak zordur. Bu tür bir ortak zemin olmadığında, aynı mahallede yaşayan insanlar arasındaki karşılıklı sorumluluk da giderek yok olur.

Yabancıların sayısının ve çeşidinin artmasının nedenlerinden biri, insanların ilişki kurarken dayandığı normların belirsizleşmesi olmuştur. Birçok yazara göre, bu belirsizlik güvenin zayıflamasına yol açmış, bu da toplum için yıkıcı sonuçlar doğurmuştur (Furedi, 2001:172). Fukuyama’nın (1995:10-11) gözlemlerine göre, güvenin ve sosyalleşmenin zayıflamasının sonuçları, toplumdaki bir dizi değişimde görülebilir: şiddet içeren suçlarda ve bu tür davalardaki artış; aile yapısının parçalanması; mahalle grupları, ibadethaneler, birlikler ve hayır dernekleri gibi bir dizi toplumsal yapının gerilemesi; diğer insanlarla ortak değerlere ve ortak bir topluluğa ait olmadığını hissetme. Furedi’ye (2001:172) göre, bu sürecin diğer yüzü, toplumsal yalıtım, savunmasızlık duygusu ve risk altında olma hissinin artmasıdır.

Güven, kaygı, korku ve gündelik toplumsal rutinler arasında çok yakın ilişkiler olduğu için, gündelik hayatın rutinlerini başa çıkma mekanizmaları olarak görebiliriz. Bu ifade ritüellerin, işlevselci bir çerçevede, kaygıyı azaltma (ve bu yüzden, toplumsal bütünleşme) araçları olarak yorumlanması gerektiği anlamına değil, aksine kaygının toplumsal olarak nasıl idare edileceğiyle ilişkili oldukları anlamına gelir (Giddens, 2010:67). Goffman’ın (1971) çok parlak bir biçimde analiz ettiği caddede karşılaşan yabancı kişiler arasındaki “medeni kayıtsızlık” tutumu kamusal ortamlarda etkileşimin

dayandığı genel güven tutumlarının sürdürülmesine hizmet eder. Medeni kayıtsızlık modernitenin gündelik etkileşimler içinde nasıl “yapıldığı”nın temel bir unsurudur; bu gerçeği söz konusu olguyu modern çağ öncesi ortamlardaki tipik tutumlarla karşılaştırdığımızda görebiliriz.

Medeni kayıtsızlık, tarafların modern toplumsal hayatta kamusal ortamlarda başvurdukları zımni bir ‘karşılıklı kabul ve korunma sözleşmesi’dir. Caddede bir başkasıyla karşılaşan biri, kontrollü bir bakışla karşısındakinin saygıya değer biri olduğunu ve ardından bakışlarını ayarlayarak, onun için bir tehdit oluşturmadığını gösterir ve karşıdaki de aynı şekilde davranır. “Birbirlerini tanıyanlar” ve “yabancılar” arasındaki sınırların keskin olduğu çoğu geleneksel toplumda medeni kayıtsızlık ritüelleri yoktur. Onlar ya birbirlerine kesinlikle bakmazlar ya da modern bir toplumsal ortamda kabalık veya tehdit olarak algılanabilecek tarzda gözlerini dikerek bakarlar (Giddens, 2010:67).

Fukuyama’nın (1995:26) sosyal sermayenin bir unsuru olarak ele aldığı “üyelerinin ortaklaşa paylaştığı normlara dayalı, düzenli, dürüst ve işbirliği yönünde davranan bir toplumda ortaya çıkan beklentiler” anlamında “güven”, kuşkusuz insanların güvenlik ya da güvensizlik algılamalarından bağımsız bir şey değildir. Burada insanların nasıl davranacakları konusundaki bilinemezlik, onlara güvensizliğin

ana kaynağıdır. Bu bilinemezlik nihayetinde bir güvenlik paranoyasına

dönüşebilmektedir. Toplumsal endişe ve güvensizlik hali, bir süre sonra kamusal ve sosyal hayatın hâkim öğesi haline gelir (Beşe, 2009).

İşte bu bilinemezlik faktörü, güvenlik ihtiyacını körükler. Objektif bir temele dayanmayan bu tehdit ve ona karşı güvenlik ihtiyaç algısı, bir süre sonra bir söylem ve yaygın kültür haline dönüşür. İnsanlar kendisine karşı tehdit olarak algıladığı şeyleri politikleştirmeye ve onları sübjektif ve duygusal kavramlarla ifade etmeye başlarlar. Artık adalet sistemine de güven duymayarak, onu yetersiz ya da etkisiz görürler (Beşe, 2009). Nitekim, Fukuyama (2005) sosyal ve siyasal kutuplaşmanın, toplumun güven düzeyi ile güçlü bir negatif ilişki içinde olduğunu ifade eder. Diğer bir deyişle; toplumda güvensizliğin yaygınlaşması kutuplaşmayı ortaya çıkaran etkenlerden biridir.

Bu güvensizlik, aşırı bir hal aldığında ise, insanlar güvenmediği herkesi ortadan kaldırma eğilimi içerisine dahi girebilirler. Bunun en ileri safhası, yok etme edimini besleyen bir duygu olarak, her şeyden ve herkesten şüphe etmek, ulusu yöneten paranoid liderlerin hayatını belirleyen, yegâne duygu haline gelir (Beşe, 2009).

Güvensizlik ortamının doğal sonuçlarından birisi de yarattığı anomik şartlar içerisinde insanların kendisini süreklilik arz eden bir şeyin “tehdidi altında” hissetmesi, günlük hayatın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmesi ve aşırı bir “kuşkuculuk” halidir (Beşe, 2009). Radikal kuşku gündelik hayatın birçok yanına, en azından arka planda bir olgu olarak sızar. Kuşkunun sokaktaki insanlar açısından en önemli sonucu, rakip soyut sistem tiplerinin çatışan iddiaları karşısında uygun tepkileri verebilme ihtiyacıdır. Ancak, kuşku aynı zamanda muhtemelen daha yaygın kaygılar üretir (Giddens, 2010:230). Bu tür bir radikal kuşku durumunda insan, standart ya da ortalama zihinsel kalıplarının ve düşünme modelinin ötesinde bir düşünce sistemine sahip olur. Bu tür bir düşünce sisteminde ise zihinler sürekli bir güvensizlik duygusuna doğru kayarlar. Dolayısıyla, bu tür ortamlarda insanlar; “ötekileşir” ve “ötekileştirir”. Başkalarına karşı derin bir güvensizlik duygusu hakim olur ve sonuç gerilim veya çatışma potansiyeli yüksek bir topluma dönüşmedir.

Netice itibariyle, gündelik hayat ve toplumsal karşılaşmalar başlığı altında ele alınan hayat tarzları, sosyal mesafe, ötekileştirme süreci ve öteki’den duyulan endişe, toplumsal güven/güvensizlik ve kaygı ya da korku durumları çalışmanın temel parametrelerini oluşturan kavramlardan ve olgulardan bazılarıdır. Bu bağlamda, söz konusu kavram ve olguların çalışmanın ana temasını oluşturan farklı kimlik eksenlerinde yer alanlar arasındaki ilişki örüntülerinin açığa çıkarılmasında işlevsel olacaktır.

Benzer Belgeler