• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: MÜPHEMLİK VE DİSTOPYA

2.2 Distopyalarda Müphemliğin Görünümleri

2.2.6 Teknolojik İlerleme ve Tekinsizlik

anlayışla birlikte gündeme gelmektedir (Heartfield, 2006). Örnekleri verilen distopik anlatılarda da modernitenin hümanist özne idealinin temsili ve postmodernitenin özcülük karşıtı bir özne düşüncesiyle bu hümanist özne idealine meydan okuması çeşitli düzeylerde işlenmektedir. Bu anlatıların hümanizme ilişkin çelişkili gibi görünen göstergeleri içermesi, Deleuze, Braidotti, Haraway gibi insan merkezci yaklaşımın karşısında duran yazarlarla, siyaset felsefecisi Murray Bookchin, bilişsel bilim felsefecilerinden Andy Clark, Daniel C. Dennett gibi hümanistlerin, Ray Kurzweil, James Hughes, Nick Bostrom, Gregory Stock gibi transhümanistlerin görüşlerini bir arada değerlendirmeye izin vermektedir.90

Özetle, öznelliğin tanımlanması bakımından hümanist ideallere meydan okuyan distopik anlatılarda bile hümanizmin izlerini bulmak mümkündür. Bu durum bir olumsuzluktan ziyade çoklu düşünme biçimlerine olanak tanıyan müphemliğin yaratıcı yönünün tezahürü olarak düşünülmelidir. Müphemlik tam da insan odaklılığın olumlanması ve eleştirilmesi arasındaki çizgide sayısız düşünme biçimine imkân tanımasıyla yaratıcı bir boyut kazanmaktadır.

Artifical Intelligence ve daha birçok distopik anlatıda bu tür bir ikilem yansıtılmaktadır.

Söz konusu ikilem nedeniyle bu anlatılarda teknoloji tekinsiz bir görünümde yer almaktadır.

Distopik anlatılardaki teknoloji korkusu sıklıkla “teknofobi” bağlamında değerlendirilmektedir. Örneğin Daniel Dinello (2005), bilimkurgudaki teknofobik unsurların, bu unsurların ilişkili olduğu toplumsal dinamiklerin ve teknofobik yönelimlerin zaman içerisindeki dönüşümü üzerinde durmaktadır. Yazara göre (2005:

273) bilimkurguda teknoloji genetik ayrımcılık, sosyal parçalanma, totalitarizm, gözetleme, çevresel bozulmalar, zihin kontrolü gibi konulardaki işlevleriyle resmedilmektedir. Böylelikle bilimkurguda piyasanın teknolojilere ilişkin çizmiş olduğu ütopyacı vizyon sorgulanmaktadır. Dinello, Videodrome, Blade Runner, Matrix, Artifical Intelligence gibi distopik içerikli bilimkurgu filmlerini bu çerçeveden değerlendirmektedir.

Teknofobi olgusunu bilimkurgu yazarları John Hersey ve Norman Mailer’ın kitaplarını merkeze alarak inceleyen Gurpreet Kaur (2013: 98-99), bu kitaplarda teknolojinin, insan kimliğini, özgürlüğünü, duygularını ve değerlerini kaybetme fobisiyle açıklanabilecek kasvetli bir yönünün temsil edildiğine vurgu yaparken, tespitlerine Metropolis, The Matrix Revolutions (2003) gibi distopik filmleri de dâhil etmektedir. Baykan ise Hollywood bilimkurgusunda, makinelerin kontrolden çıkarak insanlığı tehdit edeceği düşüncesinin teknofobik temsiller arasında başat bir role sahip olduğu ve daha önce de bahsi geçtiği üzere, replikant, android ya da siborg gibi temsillerin insanın doğadaki tekilliğini ve biricikliğini kaybetme korkusunu içeren bu tür bir teknofobik anlayışı yansıttığı kanaatindedir. Yazara göre (2012: 57-58,70), 2001:

A Space Odyssey, Blade Runner, Total Recall, Dark City (Alex Proyas, 1998), Terminatör, Matrix, Surrogates gibi filmler bu teknofobik anlayış üzerine kuruludur.

Teknofobi hakkında söz konusu çalışmalarda bilimkurgu, distopya ve teknofobi kavramlarının iç içe olduğu anlaşılmaktadır. Ryan ve Kellner (1997, 2007) ise teknofobi ve distopi kavramını birbirinden ayrı ele almaktadırlar. Yazarlar’a göre (1997:

378-380, 2007: 48-50), teknofobik filmler teknolojiye duyulan korkuyu pekiştirerek özgürlük, bireycilik ve aile gibi toplumsal değerlerin tersinden olumlamasına neden olmaktadır.91 Teknofobik filmlerin aksine distopik filmler ise kurumsallaşmış değerlere yönelik eleştirel bir tutum sergilemektedirler. Başka bir ifadeyle, Ryan ve Kellner tarafından teknofobik filmlerin muhafazakâr, distopik filmlerin ise yenilikçi ve eleştirel bir yönelim içerisinde olduğu kabul edilmektedir. THX 1138 (1970), Terminatör (1984) gibi filmleri teknofobik olarak ele alan yazarlar için Blade Runner (1982) estetiğine sahip filmler distopik özellik göstermektedir. Oysaki Dinello (2005) ve Baykan’ın (2012), Ryan ve Kellner’ın distopi olarak yorumladığı Blade Runner’ı da antropomorfizmin şekillendirdiği bir korku temelinde örneklendirdikleri görülmektedir.

Dolayısıyla distopi kavramıyla teknofobi kavramını birbirinden ayrı ele almanın oldukça güç olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca bilimkurgunun teknofobiyle ilişkilendirilmesi Ryan ve Kellner’ın yaklaşımında olduğu gibi her zaman için muhafazakâr değerlerin olumlanması anlamına gelmemelidir. Brogan Morris (2015) distopyaların insanları, büyük bir dehşet içerisinde bırakarak ve olabileceklerden korkmaya teşvik ederek, içine düştükleri ilgisizlik halinden kurtardığını, dünyayı yeni bir gözle görmeye zorladığını ifade etmektedir. Bu bağlamda distopyalardaki teknofobik unsurların, insanları ulus aşırı şirketlerin aç gözlülüğüne, militarist

91 Ryan ve Kellner’a göre bu filmler, tektipleşmeye dayalı bir eşitliğin özgürlük karşısında hiyerarşik bir üstünlüğü üzerine kuruludur. Özellikle doğanın metaforik inşasıyla teknofobik filmlerde, mekanik, düzenlenmiş olan, tektipleşme, doğal olan, özgürlüğün ve farklılaşmanın karşısında konumlandırılmaktadır. Teknoloji bu filmlerin içeriğinde yalnızca makineleşme sorununu tartışmaya açma rolünü üstlenmemekte, aynı zamanda muhafazakârlığın ideolojik bir figürü olarak da konumlandırılmaktadır. Söz konusu filmler aracılığıyla muhafazakâr toplumsal yapının temellerini oluşturan değerlerin yeniden inşasına katkı sağlanmaktadır. Onlara göre, Orwell’in yazdığı 1984 ve Huxley’in yazdığı Cesur Yeni Dünya gibi romanların etkisi görülen THX 1138, herşeyin gözetim altında tutulduğu bir yapıyı kolektif konformizm vurgusuyla tersinden olumlamaktadır. Devlet’in varlığına ve kitlesel varoluşa şükretmenin önemine gönderme yapan ve sosyalizmi olumsuzlayan temsillere yer veren

politikalara, hükümetlerin savaş kışkırtıcılığına, tekno-dini propagandaya karşı uyarma potansiyeli de söz konusudur (Dinello, 2005: 275). Dolayısıyla bilimkurgu içerisindeki distopik anlatıların teknofobik temsillerinin, Ryan ve Kellner’ın bahsettiği türden muhafazakâr değerleri olumlaması da Dinello’nun yaklaşımında olduğu gibi mevcut toplumsal koşullara ve siyasi gündeme eleştiriler getirmesi de olasıdır.

Dinello, Baykan, Kaur gibi yazarlar bahsi geçen yaklaşımlarında bilimkurgu içerisindeki distopik anlatıların teknofobi içeren yönlerine odaklanırken; Ersümer (2013) ve Despina Kakoudaki (2016) gibi yazarlar, benzer türdeki anlatılarda teknoloji hayranlığı ve teknoloji korkusu arasında bir ikilem yaratıldığını belirtmektedirler.

Ersümer (2013: 49) distopik kurguları da içeren siberpunk türü bilimkurgunun, küresellik, insan-teknoloji bütünleşmeleri, hackerlık, gerçeklik algısının bozulması gibi konuların yanı sıra teknoloji hayranlığı veya teknoloji korkusu ekseninde de “karasız bir tutum” sergilediğini ifade etmektedir. Yazara göre Johnny Mnemonic, Gamer, Ghost in the Shell (1996), Matrix gibi filmlerdeki karakterler “sıklıkla, teknoloji onların beden ve zihinlerini işgal etmeye başladığında, işgali hevesle benimsemek ile ona direnç göstermek arasında bir konum almaktadırlar” (2013: 49). Karakterlerin bu yönelimi teknolojinin hayranlık uyandıran ve dehşet saçan yönlerine yönelik bir ikilemin temsili olarak kabul edilebilir.

Kakoudaki ise edebiyat, sinema gibi çeşitli kültürel alanlarda yapay insan motiflerini ele aldığı Robot Anatomisi (2016) adlı kitabında, popüler kültür ürünlerinde yapay insanların çeşitli performanslar sergilerken, özellikle de piyano çalmak gibi sanatsal bir eylem içerisinde bulunurken gösterilmesinin92 ve yapay insan bedeninin dış

92 Westworld dizisinin jeneriğinde bir yapay insanın piyano çalmasına dair görsel dikkat çekicidir. Bu görselde yapay insan, elini piyanodan çektiğinde de piyano çalmaya devam etmektedir. Bir teknolojinin önce bir başka teknoloji tarafından kontrol edilmesi sonra da bağımsız olarak performans sergilemesine dair bu sunum, varoluşa dair çeşitli felsefi tartışmaları gündeme getirmenin ötesinde teknolojiye yönelik

kaplaması ve iç tasarımına dair mekanik unsurların estetize edilerek gösterilmesinin93 izleyicide bir haz duygusunu açığa çıkardığı görüşündedir (2016: 37). Yapay bedenin devingenliğinin “canlı” olma halini imlemesiyle de ilgili olan bu haz duygusu, varoluşa dair çeşitli felsefi sorgulamalarla ilgisinin yanı sıra teknolojiye yönelik hayranlığın da göstergesi olarak kabul edilebilir. Westworld (1973), Ex-machine, Artificial Intellingence gibi birçok filmde bu tür görüntülere yer verilmektedir. Diğer yandan, Kakoudaki’ye göre yapay insan, gerçeğine gereğinden fazla benzerse, söz konusu haz ortadan kalkmaktadır (2016: 45). Bunun nedenlerinden birisi yapay insan tasarımlarının insan bedenini putlaştırırken, kırılganlığını göz ardı etmesinin uyandırdığı tedirginlik duygusudur. Yapay insan hastalanmaz, ölmez, insanın en temel zaaflarından muaftır.

Bu anlamda yapay insanın, sahip olduğu gücün her an tehdide dönüşebilme potansyeline vurgu yapıldığı ve Kakoudaki’nin yaklaşımında da olduğu gibi yapay insan üretimine yönelik teknolojilerin, ilgili anlatılarda hem hayranlık hem de korku uyandıracak potansiyelleriyle gündeme geldiği söylenebilir. Örneğin, Terminatör filminin, özellikle bedenin içindeki makine parçalarının teşhir edildiği sahnelerde, teknoloji hayranlığına yönelik duyguları açığa çıkardığı söylenebilir. Diğer yandan devam filmleriyle birlikte değerlendirildiğinde Terminatör, yalnızca katil robot olarak değil, kahramanlara içinde bulundukları kaostan kurtulmaya yardımcı olan rolüyle de konumlandırılmaktadır. Bu durumda teknolojinin olanaklarına duyulan hayranlık ve tehditlerinden duyulan kaygı bir arada anlatıya eklemlenmektedir.

Distopik anlatılarda, teknofobi ve teknoloji hayranlığı arasında ikileme sürükleyen unsurlardan birisi de teknolojik gelişmelerin hem özgürlüklerle hem de ahlaki paradokslarla birlikte gündeme gelmesidir. Örneğin, yapay insan üretiminin konu edildiği anlatılarda, “yapay insan söyleminin çoşkun dili ve yerleşik fantezileri, bir

93 Yapay insan temsillerinin yer aldığı hikâyelerde yapay bedenin açılmasına dair görsellere sıkça yer verilmektedir. Örneğin, suratındaki plaka çıkarılır, derisi bir kenara toplanır ve bedenin içi gözükür,

yandan kişisel özgürlük, bireysellik, faillik ve kişisel haklar gibi soylu düşünceleri savunurken, bir yandan da eski moda yollarla insan üretmenin ve onları gözden çıkarmanın her zaman mümkün ve oldukça ucuz olduğunu gizlemektedir” (Kakoudaki, 2016: 45). Blade Runner, The Island, Westworld gibi anlatılarda bu tür bir paradoks oldukça merkezi bir konumda yer almaktadır.

Teknolojiye hayranlık duymak ve teknolojinin uyandırdığı korku arasındaki ikileme yönelik güncel tartışmaların sıklıkla sanal teknolojileri merkeze aldığı ve bu konunun distopik anlatılarda da yaygın olarak işlendiği söylenebilir. 1990’lardan sonra yaygınlaşan bilgisayar ve internet teknolojisine bağlı olarak toplumsal dinamiklere veri hırsızlığı, gözetlenme (mahremiyetin ihlali), virüs saldırısı gibi yeni tür korkular eklenmiştir. İnsanlar bir yandan özgürleşmeye ilişkin taşıdığı fırsatlar nedeniyle dijital teknolojilere büyük bir merak içerisinde yaklaşırken diğer yandan bu teknolojilere karşı bahsi geçen korkuların yönlendirdiği çekinceler yaşamaktadırlar (Holmlund, 2008: 15).

Dijital teknolojilerle birlikte, bankacılık, alış-veriş, eğitim, sağlık gibi alanlarda gündelik yaşamı kolaylaştıran hizmetlerin yaygınlaşması, sanal teknolojilerin şaşırtıcı ve merak uyandırıcı deneyimleri mümkün kılması gibi gelişmeler, teknoloji hayranlığını daha da ileri boyutlara taşımaktadır. Diğer yandan bu teknolojilerin aynı zamanda geleneksel iletişim araçları için de söz konusu olan manipülasyona tabi olma, toplumsal yaşamın gerçekliklerinden uzaklaşma, insanların kendilerine, bedenlerine ve çevrelerine yabancılaşması gibi olguları açığa çıkardığına dair tartışmalar da teknoloji korkusunun dayanaklarını güçlendirmektedir. Bu bağlamda distopyalardaki teknoloji hayranlığı ve korkusuna dair müphemliklerin dijital teknolojilere ilişkin hayranlık ve korkunun harmanlandığı bir tutumla da desteklendiği söylenebilir. Johnny Mnemonic, Transcendence, Upgrade (Leigh Whannell, 2018) gibi filmler bu tür müphemlikler içermektedir.

Akışkanlık ve gelip geçicilik üzerinden tanımlanan postmodern toplumların bütünsel algı ve aidiyet geliştirme konusundaki problemlerine ek olarak dijital kültürün gelişmesiyle, deneyim alanının gerçek mekânlardan siber uzamlara doğru kayması ve tutarlı bir mekân algısının kaybolması da distopik anlatılarda sıklıkla işlenmektedir.

Bilimkurgu anlatıları içerisinde giderek popülerleşen sanal evrenlerde yaşam imkânı ve bedene duyulan ihtiyacın ortadan kalkmasına ilişkin kurgular, teknolojiye yönelik müphem tutumu belirgin düzeyde yansıtmaktadırlar. Bu tür anlatılarda bedensiz bir yaşam formunun açığa çıkardığı sonsuz yaşam umuduna bağlı bir heyecana ve hazza;

bedenden bağımsız bir yaşama yönelik kavrayışımızın olmamasından kaynaklı bir belirsizliğin yarattığı korkular da eşlik etmektedir. Sanal evrenlere dair bu tür müphem bir yaklaşım, insan doğasına ilişkin mevcut kavrayışlarımızı yerinden eden, bir sorgulamayı gündeme getirmektedir. Bu sorgulama, Aristoteles başta olmak üzere Hegel, Dewey, Bookchin gibi birçok düşünürün görüşlerinde yer verilen insanın bir ilk doğası bir de ikinci doğası olduğuna dair kavramsallaştırmanın94 yetersiz kalmasıyla ilgilidir. Bu düşünürlerin hepsinde ortak olarak, ikinci doğa, insanın kültürel bir varlık olmasıyla ilişkilidir ve somut bir bedenselliği gerekli kılmaktadır. İkinci doğa, bedenin, zihnin, çevresel koşulların birlikte evrimleştiği bir sürece karşılık gelmektedir. Bahsi geçen distopik kurgulardaki sanal evren ve bedensiz varoluş tasvirleri ise ikinci doğanın daha da ötesinde üçüncü bir doğa95 fikrini akla getirmektedir. Üçüncü doğa hümanist

94 Aristoteles insanın bir ilk doğası olduğundan bir de alışkanlıklarla elde edilen doğası olduğundan bahsetmektedir (Aydoğan, 2015: 26). Hegel Tarih Felsefesi Üzerine Dersler (1989) çalışmasında birinci doğayı insanın en ilkel yönüyle ilişkilendirmekte; ikinci doğayı ise insanın toplumsallaşma sürecinde alışkanlıklarla şekillendirdiği doğa olarak tarif etmektedir. Hegel ve Aristoteles’le benzer şekilde ikinci doğayı “alışkanlık” temelinde ele alan John Dewey de alışkanlık ve toplumsallaşmanın ikinci doğaya geçiş sağladığını düşünmekte ancak alışkanlığın organik doğaya dâhil edildiğinin altını çizerek, kültürel olarak inşa edilmiş ikinci doğanın birincil doğayla birlikte şekillendiğine dikkat çekmektedir (akt. Testa, 2017: 3). Birinci doğa ve ikinci doğa arasında diyalektik bir ilişki gözeten ve kavramı ekolojik bağlamda irdeleyen Murray Bookchin ise (2018, 1999, 1996), ikinci doğayı birincinin içerisinden çıkaran ve doğa-toplum ikiliğini yaratan anlayışı reddetmektedir. Batı felsefesinde doğanın, insanın öz benliğinin inşası sürecinde yalnızca ihtiyaçların temin edildiği bir araç olarak görülmesini ve toplumsal yaşamdan ayrı tanımlanmasını eleştiren Bookchin’e göre (1994: 31, 2018: 29) doğa “cansızdan canlıya ve toplumsal olana doğru birikerek çoğalan evrimsel bir süreç”tir.

öznelliği, alışkanlıkları, kültürel kodları yersizyurtsuzlaştıran ve soyut, müphem bir fikre dayanmaktadır. Üçüncü doğa kavramsallaştırması özellikle Hegel, Dewey ya da Bookchin’in ikinci doğa kavramsallaştırmasının hümanist köklerinden arındırılmış bir doğa fikrini gündeme getirmesi açısından önemlidir. Üçüncü doğa yaşama içkin bir müphemliği kucaklayan bir anlayışı ve tanımlanmış, belirlenmiş sınırları olmayan, sürekli değişim ve dönüşümü ifade etmektedir.

Özetle distopyalarda teknolojiye ilişkin sergilenen kararsız tutum, teknolojinin, postmodern koşulların ortaya çıkardığı parçalılık, akışkanlık, hız, enformasyon yoğunluğu ve belirsizlik içerisindeki rolüyle yakından ilişkilidir ve etik, politik ve varoluşsal sorgulamaları gündeme getiren parçalardan biri olmaktadır. Bu anlatılarda, önceki bölümlerde üzerinde durulan, Kartezyen sınırların muğlâklaşması ve insan olmanın sınırlarına dair varoluşsal ve etik tartışmaların yanı sıra, iktidarın yersizyurtsuzluğuna, öznellik mücadelesi içerisindeki yaşamlara, insan odaklı yaklaşımın sorunlu boyutlarına yönelik birçok sorgulamanın, teknolojiye ilişkin bu tür kararsız bir kavraşıyla içiçe geçerek yürütüldüğü görülmektedir. Söz konusu kararsızlıkların, teknolojiye dair farklı perspektifleri müzakere etme, edinilmiş ön yargıları sorgulama, majöratif düşünme yapılarından özgürleşme bağlamında yaratıcı bir potansiyel taşıdığı söylenebilir.