• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: MÜPHEMLİK VE DİSTOPYA

2.2 Distopyalarda Müphemliğin Görünümleri

2.2.5 İnsanmerkezciliğe Dair Tartışmalar

Mirror gibi diziler bu çerçevede değerlendirilebilir.

Sonuç olarak, distopik anlatılarda öznelliğin çeşitli açılardan sorgulanmasında, müphemliklerin önemli bir işlevinin olduğu ve bu müphemliklerin özne olmanın koşullarına ilişkin farklı sorgulamaları gündeme getirdiği söylenebilir. Bu sorgulamalarla modernitenin akılcı özne ideali özne-nesne ikilemi çerçevesinde sorunsallaştırılmaktadır. Öznelliğe ilişkin bu sorgulamalarda, bağımsız bir öznellik inşa etmeyi zorlaştıran kaos içerisindeki toplumsal koşulların resmedilmesiyle ortaya çıkan müphemlik yıkıcı bir unsur olarak öne çıkarken; anlatıdaki öznellik durumlarına ilişkin kararsız üslup, müphemliğin çoklu düşünme biçimlerine açılan yaratıcı potansiyellerini ortaya koymaktadır.

Bu tür distopik filmler insan ve makine/robot arasındaki ayrımı bulanıklaştırarak, akıl ve irade sahibi olma potansiyelinin sorgulandığı makineleri anlatının odağına taşıyarak, aydınlanmacı hümanist bakışın insanı varoluşun merkezinde değerlendiren anlayışını şüpheli hale getirmektedirler. Bu yönüyle bahsi geçen distopyalarda aydınlanmacı hümanist bakışın makine-insan, akıl-beden, kadın-erkek, doğa-kültür gibi düalizm üzerine kurulu mantığının ve rasyonel aklın insana doğayı kontrol etme gücünü sağladığı yönündeki ögörüleri sorgulanmaktadır. Diğer yandan bu anlatılarda insanın merkezi konumunun sarsılmasına yönelik bazen açıkça bazen belli belirsiz yansıtılan korku, panik gibi duygusal unsurlar insanın doğadaki

“biricikliğinin” sarsılmasından duyulan endişeler bağlamında hümanist bir yaklaşım içerisinde de yorumlanabilmektedir.

Hümanizm eksenindeki söz konusu kararsız yapı bu tür filmleri analiz eden yazarlar arasındaki görüş farklılıklarından da okunabilmektedir. Örneğin, Favaro (2017a: 16, 2017b: 209) The Island, Blade Runner, Elysium, Total Recall, Minority Report ve Artifical Intelligence gibi filmlerde yapay olanın insan karşısındaki konumunun, insanın biricikliğini pekiştirmenin değil, insanların yapay olana yükledikleri anlamların büyüklenmeci ve sorunlu olduğunun ifadesi olarak değerlendirmektedir. Benzer şekilde Tihana Bertek de (2014) The Authenticity of the Replica: A Post- Human Reading of Blade Runner başlıklı makalesinde Blade Runner filminde insanlığın gerçek anlamda özne olarak kabul etmediği ve etik değerlendirmeye layık görmediği replikantların ötekilik konumunun, insanın benliğinin zannedildiği kadar özgün olmadığını gösterdiğini ifade etmektedir. Bu yönüyle yazara göre (2014: 2-3, 6) film, Braidotti’nin (2014, 2017) insan sonrası yaklaşımında85 ve Haraway’in Siborg Manifestosu (2006) adlı eserinde belirttiği gibi86 hümanist ideallerin istikrarının

85 Bkz. Sayfa 67-68.

bazı “ötekilerin” dışlanmasına dayandığına ilişkin tartışmaları gündeme getirmektedir.

Ayrıca Scott Loren (2012) 2001: A Space Odyssey (1968), Artifical Intelligent, Blade Runner gibi filmlerin; Jon Baldwin (2015) ise Gattaca, In Time gibi filmlerin, her ne kadar tanımlamanın kapsamına ilişkin farklılaştıkları noktalar olsa da87 “post hümanist panik sineması (posthumanist panic cinema)”88 tanımlaması ekseninde liberal hümanist bakışa bir tür tehdit içerdiklerini ifade etmektedirler.

Miguel Sebastian Martin (2018) ise Westworld (2016 - ) ile Frankestein arasında bir alegori kurarak, bu ilişkiyi “teknolojik tekillik” ve post-humanizm kavramları ekseninde ve Westworld (1973), Blade Runner, Total Recall, Ghost in the Shell, Ex-Machina (2015) gibi filmler; Humans, Black Mirror gibi dizilerle metinlerarası temasları çerçevesinde tartışmaya açmaktadır. Yazar bu metinlerarası tartışma içerisinde Westworld’ün robotlarının insanlığın gelişim sürecine ayna tutmasının önemli bir unsur olduğunu ifade etmektedir. Ona göre dizi, alegoriyi yalnızca hikâye anlatıcılığının bir unsuru olarak kullanmaz, aynı zamanda insan ile yapay arasındaki, yani gerçek ile kurgusal arasındaki sınırları bulanıklaştırmak için de kullanmaktadır.

Martin’in (2018: 62-63) metinlerarası analizinde Jorge Luis Borges’a ait “Las ruinas circulares” adında bir hikâye de “sonsuz yaratım zinciri” bağlamında, karakterlerin doğası ve kökenine dair ontolojik tartışmalara katkı sağlamaktadır. Bu hikâyenin önemi, yazarı Borges’in "büyük bir dinginlikle, eziklikle, dehşetle, kendisinin de bir hayal, bir başkasının düşü olduğunu anladı" ifadesinde saklıdır. Westworld’de özellikle Dolares’in “rüyadayım; ne zaman başladığını ya da kimin rüyası olduğunu bilmiyorum; sadece uzun zamandır uyuduğumu biliyorum ve sonra bir gün uyandım”

ifadesi bu metne bir gönderme niteliği taşımaktadır. Martin’ e göre (2018: 63) bu

87 Bkz. Baldwin, 2015: 100-101.

yönüyle Westworld, bilinci bir rüyaya eşitlemektedir ve şu soruyu tartışmaya açmaktadır: “Gerçekten uyanık mı yoksa gerçek mi olduğumuzu nasıl bilebiliriz?”

Martin (2018: 64) Westworld’ü bütün bu yönleriyle postmodernist bakış açılarının

“insanlık” ve “gerçeklik” kavramları üzerine yeni bir tezahürü olarak tarif etmektedir.

Bu çerçevede Martin’in çalışmasında filmler “insanlık”ın özünün ne olduğuna dair bir sorgulamayı içermektedir ve bu sorgulama hümanizmin “insan odaklı” yaklaşımına da şüpheyle yaklaşmak anlamına gelmektedir.

Westworld dizisini Martin’le benzer bir çerçeveden yorumlayan Aksu Bora da (2018: 201, 202), dizide androidlerin kurgu dünyası ile insanların gerçek dünyasının iç içe geçtiğini ve bu nedenle kimi zaman kurgu olanın daha gerçek, gerçek olanın ise kurgu izlenimi verdiğini belirtmektedir. Ona göre dizide insanların kendileriyle ilgili gerçekliği keşfetmeleri, “gerçek” dünyalarında takındıkları personaları (maskeleri) çıkarıp “otantik benliklerini” tanımaları kurgu dünyasına dâhil olmalarıyla mümkün olmaktadır. Böyle bir kurgu içerisinde insan olmanın ne demek olduğu, insani değerlerin nasıl tanımlanabileceği müphem bir hal almaktadır.

Bahsi geçen yazarların aksine söz konusu distopik anlatılarda hümanist bir perspektifin de yaygın olarak anlatıya yansıdığını ifade eden yazarlar da mevcuttur.

Toygar Sinan Baykan (2012: 70) teknolojinin antropomorfik89 temsillerin, insan olmaya atfedilen eşsizlik, doğal düzenin istikrarı için vazgeçilmezlik, biriciklik gibi niteliklerin yanı sıra, insanın kimliğini ve belleğini kuran bedeninin tekilliğine yönelik tehditlerin açığa çıkardığı kaygıları temsil ettiği düşüncesindedir. Baykan’a göre (2012: 70-71) bu teknolojilerin insanın narsisistik güven hissini zedeleyeceği düşüncelerinin en belirgin yansıması Suretler (Surrogates) filminde replikantların yok edilmesi kararıdır. Yazara göre, sembolik düzeyde replikantların yok edilmesi insan bedeninin tekilliğini koruma arzusuyla ilişkilidir.

89 Antropomorfik kavramı insanbiçimcilik anlamına gelmektedir (TDK). İnsani özelliklerin başka

Ahmet Dağ da Blade Runner filmini ve Neuromancer romanını

“transhümanizm” kavramıyla birlikte ele aldığı çalışmasında (2018), söz konusu film ve romanın yanı sıra 2001: A Space Odyssey, X-Men, Surrogates, Artificial Intellgient, Terminatör, Avatar, Gattaca, Wall-E, Metropolis, Brainstorm (1983) gibi filmleri

“hümanizmin radikalleşmiş bir versiyonu olarak yorumladığı” (2017) transhümanist gelenek içerisinde ele alarak, transhümanizmin insanmerkezci yaklaşımını bu filmlere de atfetmiş olmaktadır. Dağ, her ne kadar bu filmlerin çoğunlukla transhümanist öngörülere karamsar bir çerçeveden baktığını kabul etse de bu karamsarlık, insanmerkezci yönelimini değiştirmemektedir. Çünkü buradaki karamsarlık, teknolojinin geldiği noktanın insanın tarihsel ilerlemedeki konumunu olumsuz etkilemesiyle ilgilidir ve söz konusu bakış açısının optimistik ya da pessimistik yönelimi değişse de merkezde yine insan ve insanın doğadaki konumu yer almaktadır.

Başka bir ifadeyle, yazarın transhümanist düşünce tarzına yönelik olumlayıcı bir vizyon çizen ya da bu düşünce tarzının öngördüğü türden teknolojik gelişmelerin insanlığı tehdit edebileceği korkusunu yansıtan bu filmlerin hümanist bir yaklaşım sergilediği kanısında olduğu söylenebilir.

Tüm bu çalışmalara bakıldığında, 2001: A Space Odyssey, Blade Runner, Totall Recall, Matrix gibi distopik filmlerin anlatı yapılarında bazı yazarların hümanizmin, bazılarının da hümanizm eleştirisinin izlerini ağırlıklı olarak görmeye eğilimli olduğu anlaşılmaktadır. Bunun nedenlerinden birisi filmlerdeki makinelerin insanlığı tehdit ettiğine yönelik ibarelerin her iki düşünme biçimini de mümkün kılacak bir müphemlik içermesidir. Bahsi geçen filmler dışında Terminatör, I Robot (Alex Proyas, 2004), The Machine, Ex-Machina gibi filmler ve Westworld, Humans gibi dizilerde de bu tür müphemlikler yer almaktadır. Bu yapıtların hepsinde de insanlığı tehdit eden bir teknoloji söz konusudur ve makine-insan, iyi-kötü gibi ayrımlar içiçe

hümanizme yönelik bir eleştiri ortaya konulmakla birlikte, insanın akıl ve iradeye sahip tek varlık olma nosyonunu kaybetme korkusunun temel oluşturduğu hümanist bir düşünme biçiminin de saklı tutulduğunu söylemek mümkündür.

Hem hümanizm hem de hümanizm eleştirisi ekseninde değerlendirilebilecek göstergeleriyle Antonio Banderas’ın başrolünü oynadığı Automata (Gabe Ibáñez, 2014) filmi benzerlerinden farklı bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Filmde, insanın akıl ve irade sahibi tek varlık olarak doğadaki merkezi konumunu kaybetme korkusunu yansıtır biçimde; robotların, bağımsız bir irade geliştirmelerine dair endişeler nedeniyle, toplumsal yaşama dâhil olmaları belirli kurallara bağlanmıştır. Ancak bazı robotların irade sahibi olduğuna dair dedikodular ortaya çıkar ve filmin ana karakteri olan Jacq söz konusu robotların mucidini araştırmaya başlar. Filmin ilerleyen sahnelerinde bu robotları aslında başka bir robotun yaptığı anlaşılmaktadır. Jacq’in mucit robotla konuşmasında yeni bir çağın başladığına ve bu çağın insanların egemenliğinde bir çağ

olmadığına dair bir diyalog geçmektedir. Bu diyalogda insanların yok olma tehlikesi bir trajedi olarak değil, yeni bir oluşun başlangıcı olarak tarif edilmektedir. Filmi diğerlerinden görece farklılaştıran unsur da budur. İnsanın yokoluş senaryosunun doğal bir süreç olarak görüldüğü bu yaklaşım, insan merkezci bakış açısına bir eleştiri niteliğinde yorumlanabilir. Mucit robotun tasarladığı son robotların insan formunda olmaması da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Filmde bu bakış açısıyla “insanlığın ortadan kalkması ve yeni oluşların başlaması sürdürülebilir bir evren düşüncesi içerisinde kötü bir şey midir?” sorusu sorulmaktadır.

Hümanizme yönelik bu tür kararsızlıklar, modernitenin kurucu özne fikrinin sürdürülmesi ile postmodernite bağlamındaki bu kurucu özne anlayışına yöneltilen eleştirileri aynı düzlemde tartışmaya açmaktadır. Bilindiği üzere postmodern tartışmalar içerisinde özne-nesne ikiliğini tersyüz eden, özcülük karşıtı bir özne düşüncesi sıkça dile getirilmektedir. Bu tür bir özne düşüncesi, merkeze insanı koymaktan kaçınan bir

anlayışla birlikte gündeme gelmektedir (Heartfield, 2006). Örnekleri verilen distopik anlatılarda da modernitenin hümanist özne idealinin temsili ve postmodernitenin özcülük karşıtı bir özne düşüncesiyle bu hümanist özne idealine meydan okuması çeşitli düzeylerde işlenmektedir. Bu anlatıların hümanizme ilişkin çelişkili gibi görünen göstergeleri içermesi, Deleuze, Braidotti, Haraway gibi insan merkezci yaklaşımın karşısında duran yazarlarla, siyaset felsefecisi Murray Bookchin, bilişsel bilim felsefecilerinden Andy Clark, Daniel C. Dennett gibi hümanistlerin, Ray Kurzweil, James Hughes, Nick Bostrom, Gregory Stock gibi transhümanistlerin görüşlerini bir arada değerlendirmeye izin vermektedir.90

Özetle, öznelliğin tanımlanması bakımından hümanist ideallere meydan okuyan distopik anlatılarda bile hümanizmin izlerini bulmak mümkündür. Bu durum bir olumsuzluktan ziyade çoklu düşünme biçimlerine olanak tanıyan müphemliğin yaratıcı yönünün tezahürü olarak düşünülmelidir. Müphemlik tam da insan odaklılığın olumlanması ve eleştirilmesi arasındaki çizgide sayısız düşünme biçimine imkân tanımasıyla yaratıcı bir boyut kazanmaktadır.