• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: MÜPHEMLİK VE DİSTOPYA

2.2 Distopyalarda Müphemliğin Görünümleri

2.2.4 Öznelliğe İlişkin Sorgulamalar

içermektedir. Nitekim toplumsal güvenliği sağlamak için hukuki alanda yararlanılan genetik bilim uygulamalarının, aksi bir amaca hizmet etmesi de mümkündür. Yazarlar bu karmaşık ilişkiyi disiplinlerarası bir bakışla ele almanın gerekliliğini ortaya koymaktadırlar. Gattaca filminde bu boyutuyla da güvende olmak ve özgürlük arasındaki paradoksal ilişki sorunsallaştırılmakta ve bu tartışma müphem bir alanda bırakılmaktadır.

Bütün bu örnekler, güvenlik ve özgürlük arasındaki paradoksal ilişkiyi farklı açılardan gündeme getirmektedirler. Anlatıların ortak noktası ise teknolojinin toplumsal düzeni sağlamak konusunda sunduğu fırsatlarla gözetim politikalarına hizmet etme potansiyelini aynı anda ele alarak, postmodern koşulların bireyi maruz bıraktığı belirsizlikleri yansıtmalarıdır. Bu yönüyle söz konusu anlatılarda yer bulan müphemliklerin daha çok yıkıcı boyutlarıyla belirginleştiği söylenebilir. Diğer yandan, bu anlatıların zaman zaman konuya ilişkin paradoksal ilişkileri sorgulayıcı bir perspektifle ele almalarının ise müphemliğin alternatif düşünme biçimlerine sevk eden potansiyellerine ilişkin bir kavrayışı da mümkün kıldığı söylenebilir.

de toplumsallaşma bağlamında ele alındığında problemli bir görünüm sunmaktadır.

Çünkü kolektif düzenlemeler devreye sokulduğunda bireyin özerkliğine yönelik sınırlar gündeme gelmektedir (Wagner, 2005: 36). Bu durum da birey açısından bir çatışmanın ve müphemliğin alanına girmek anlamına gelmektedir. Bauman’ın da ifade ettiği gibi, bireyin özgürlüğü, dışsal gerçekliğin kararlılıktan yoksun olması, toplumsal baskıların kendi içinde çatışmalar barındırması gibi unsurlara bağlı olarak belirsiz koşullar içerisinde yapılanmaktadır. Bu çatışmalara ve belirsizliklere bağlı olarak postmodern birey hem eksik toplumsallaşmış hem de fazla toplumsallaşmış bir kişiliğe bürünmektedir. Eksik toplumsallaşmıştır çünkü birey dış dünya onu kuşatmamış, her türlü sorgulamaya açıkmış gibi bir kimlik inşa etme çabasındadır. Aynı zamanda fazla-toplumsallaşmıştır çünkü dışsal baskıların akışları içerisinde birey, hiç direnme alanı yokmuşçasına yeniden ve yeniden yapılandırılan bir kimliğe sahip çıkmaktadır (2016:

59). Distopik film ve dizilerdeki birey modeli de sıkça bu tür bir çatışmanın içerisinde resmedilmektedir. Örneğin; Suretler (Surrogates, Jonathan Mostow, 2009) filminde, toplumsal koşulların müphem ve risklerle dolu özelliğinin, insanların kamusal alanlarda kendi bedenleriyle değil de robotlardan oluşan suretleriyle var olmalarını sağladığı görülmektedir. İnsanlar evde güvenli bir şekilde yaşamlarını sürdürürken zihinleriyle ve bir kumanda aracılığıyla yönetilen suretler, onları toplumsal yaşamda temsil etmektedirler. Suretler, Bauman’ın bahsettiği anlamda (2016: 59) hem eksik toplumsallaşmanın hem fazla toplumsallaşmanın sembolik bir unsuru olarak da düşünülebilir. Filmin kahramanı eksik toplumsallaşmıştır çünkü suretlerin sahte gölgesinde yaşamanın anlamını sorgulamaktadır. Bu kişi aynı zamanda fazla toplumsallaşmıştır çünkü kontrolündeki bir robotla sosyal yaşamda var olmayı sürdürmektedir.

Distopik anlatılarda öznelliğe ilişkin belirsizliklerin daha çok denetim mekanizmalarının toplumsal yaşamı kuşatıcı ve baskılayıcı potansiyeline yer verilen

konular bağlamında öne çıktığı söylenebilir. Bu tür konuları ele alan distopik anlatılarda denetim unsurları içerisinde özerk olabilmenin yolunun olup olmadığı, bireyin bu yolu bulup bulamayacağı şüpheli bırakılmaktadır. Bazı hikâyelerde denetim mekanizmaları öylesine güçlüdür ve rasyonel düşünme yolları bu mekanizmalar tarafından öylesine kuşatılmıştır ki birey özerkliğini keşfetmek ve özgürlüğü aramak için içgüdülerine güvenmek durumunda bırakılmaktadır. Örneğin The Island filminde bio-denetim öylesine güçlü kurgulanmıştır ki, ana karakter içinde yer aldığı koşulların gerçekliğini ancak sezgisel olarak ve rüyalar aracılığıyla sorgulamaya başlamaktadır. Favaro’nun da (2017a: 15) belirttiği gibi The Island filminde düş imgesi, bedenin denetiminden bir tür kaçış alanı yaratan ve alternatif bir varoluşun imkânına ulaşmanın yolunu gösteren bir araç olarak konumlandırılmaktadır.

The Island filminin kahramanı Lincoln Six Echo’nun içinde bulunduğu tekdüze ve baskıcı koşullara meydan okumasında rüyaların belirleyici olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım, gerçekliğin inşa edilmesinde bilimsel bilginin karşısına sezgilerin koyulması bağlamında, Deleuzyen anlamda metafiziği kurtarma girişimi olarak da düşünülebilir.

Sezgilerin, bireyin özne olma çabasındaki rolüne ilişkin benzer bir yaklaşım Total Recall (1990, 2012) filminde de dikkat çekmektedir. Filmin her iki versiyonunda da kahramanın sezgileri onu gerçeği aramaya yönlendiren bir dizi olayın vuku bulmasına kaynaklık etmektedir. Böylece her üç filmde de özerklik ve özgürlük, bireye içkin bir hal almakla beraber, modernitenin aklı ve iradeyi merkeze alan özne fikrine meydan okunmaktadır.

Distopik kurgularda öznelliğe ilişkin belirsizlikler bireylerin özgür olduğu inancıyla hareket ettiği ancak gerçeklere ulaştıklarında özgürlüklerinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlamaları üzerine kurulu temalarla da tartışmaya açılmaktadır. Bu kurgularda özgürlüğün bireyin doğal olarak sahip olduğu bir nitelik değil toplumsal bir yaratım olduğu konusu üzerinde durulmaktadır. Bauman’ın da (2016: 10) ifade ettiği

gibi özgür iradenin ve eşitsizliğin toplumsal düzenlemelerden ziyade, doğanın bir ürünü

gibi kodlanması bir yanılsamadır. “Özgür birey insanoğlunun evrensel bir durumu olmaktan çok uzaktır; o tarihsel ve toplumsal bir yaratımdır” (Bauman, 2016: 14).

Özgürlüğün ilişkisel olarak anlam kazanması Bauman’a göre (2016: 18, 24-25, 63) asimetriyi ve toplumsal bölünmeyi de gerektirmektedir. Bu nedenle özgürlük belirli sınıfların elde edebildiği bir ayrıcalığa dönüşmektedir. Çünkü özgürlük toplumsal ilişkilere olduğu kadar ekonomik faaliyetlerin amacına ulaşmasına da sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak bu noktada ayrıcalığın sınırları problemli bir konuya dönüşmektedir.

Söz konusu ayrıcalığın bir iktidar mekanizması tarafından tanımlanacağından dolayı hiçbir zaman sınırsız olmayacağını da kabul etmek gerekmektedir.

Konunun bu yönünü somutlaştırmaya en uygun örneklerden birisi Snowpiercer/Kar Küreyici (Bong Joon-ho, 2013) filmidir. Küresel ısınmayı engellemek üzere yapılan deneylerin buzul çağına neden olması ve geriye kalan az sayıda insanın sürekli hareket halindeki bir trende yaşamaya devam etmesini konu alan filmde, ana karakter trendeki sınıfsal bölünmelerin hâkim olduğu sistemi değiştirmek üzere bir grup destekçiyle birlikte harekete geçmektedir. Filmin sonuna doğru, bu karakterin devrimi gerçekleştirmek için attığı adımlara yön veren notların trenin yöneticisi tarafından gönderildiği ve onu devrim için cesaretlendiren kişinin bu yönetici için çalıştığı anlaşılmaktadır. Trendeki isyan girişiminin bile iktidarın denetiminde olması, özgürlüğe ilişkin bahsi geçen tartışmaları gündeme getirmektedir. İnsanların özgür iradeleriyle hareket etmelerinin mümkün olmadığı bir sisteme işaret edilirken filmin, trenin raydan çıkmasıyla, bir nevi sistemin çöküşüyle sonuçlanması, özgür iradenin ve bu iradenin yönlendirdiği eylemlerin hala mümkün olabileceğine dair umutlara da işaret etmektedir.

Böylece filmde bireyin bağımsız bir öznellik inşa etmesinin ihtimal dâhilinde olup olmadığı şüpheli hale getirilerek, izleyicinin konuya ilişkin sorgulayıcı bir perspektif geliştirmesinin beklendiği söylenebilir.

Distopik anlatılarda öznelliğe ilişkin belirsizlikler, kimi zaman Deleuze’ün yaratıcı düşünce ve özne arasındaki ilişkide öne sürdüğü türden bir paradoksu da gündeme getirmektedir. Deleuze “öznesiz yaratıcılık” yaklaşımıyla düşünmenin ve yaratıcılığın hem özneye atfedilmeyen hem de öznenin söz konusu yaratıcılığın içerisine dâhil olduğu bir anlayışı tarif etmektedir.83 Böylece düşüncenin özneye atfedilerek ya da kurulu olduğunu farzederek üretilen aşkınlık anlayışına karşı çıkmaktadır. Ona göre, düşünmek ve yaratıcılık pasif öznenin öngörülemez bir “karşılaşmaya” maruz kalmasıyla mümkün olmaktadır (akt. Karadağ, 2014: 52-69). Karadağ’ın da ifade ettiği gibi “fazla iyi bildiğimiz gerçekliği, uzamları ve nitelikleri yani ampirik deneyimi ancak istenç ürünü olmayan yani rastlantısal bir karşılaşmayla paranteze alırız; daha doğrusu almak zorunda kalırız. Karşılaşmayı tanımlayan en temel şeylerden biri rastlantısal olmasıdır. Çünkü yalnızca istemeden, rastlantısal olarak karşılaşılan şey bize gerçek ve zorunlu düşünceyi verir, düşüncemizi edinilmiş önyargılardan, ‘doğal aptallığından’arındırır” (2014: 69).84 1984, The Giver, The Island, Minority Report gibi distopik içerikli bilimkurgu anlatılarında bu tür karşılaşmalardan bahsedilebilir. Bu filmlerde kahramanlar yaratıcı düşünce edimini rastlantısal karşılaşmalarla edinmektedirler. İster başarıya ulaşsın ister ulaşmasın, direnişe geçme edimi, kendi öznelliklerini aşan bir oluşla ortaya çıkmaktadır. Ancak söz konusu filmlerde hakikat algısının peşine düşme ediminin özneye içkin mi yoksa aşkın mı olduğu müphem bırakılmaktadır.

83 Deleuze’e göre düşünme edimini gerçekleştiren kurucu ya da kurulu bir özne değil, henüz kurulmamış, karşılaşılmamış düşüncenin etkin hale gelmesi için güç kazanmayı bekleyen pasif öznelerdir. Çünkü ona göre, gerçeklik üretimi ve düşünme edimi ne özneye ait bir etkinliktir ne de özneyi önceleyen, keşfedilmeyi bekleyen varoluşsal bir şeydir.

84 Deleuze söz konusu karşılaşmanın öznenin kendi üzerinde bir şiddet haline dönüştüğünü şöyle ifade etmektedir: “Biri daha önce düşünülenin dışına çıktığında, biri tanıdık ve güven verici olanın dışına çıktığında, bilinmeyen topraklar için yeni kavramlar icat etmek zorunda kaldığında, o zaman yöntemler ve ahlaki sistemler parçalanır ve düşünme Foucault'nun dediği gibi ‘tehlikeli bir eyleme’, ilk kurbanı kendisi olan bir şiddete dönüşür” (Deleuze ve Joughin, 1995: 103). Deleuze’ün “çokluk” kavramıyla ifade ettiği gibi birey karşılaşma sonrası geliştirdiği yaratıcı düşünme edimiyle birlikte kendi öznelliğini dönüştürmekte ve üçüncü bir oluş içerisinde çoğalmaktadır. Bahsi geçen şiddet öznenin karşılaşma

Distopik filmlerdeki bireyin özerklik mücadelesi aynı zamanda etik bir varoluş

geliştirmenin mücadelesi olarak da görülebilir. Birey kendi kimliğini inşa etme sürecinde ötekiyle yüzleşmek durumunda bırakılmakta ya da ötekiyle olan karşılaşmalar ve çatışmalar izleyiciyi ötekine dayalı etik bir tartışmanın içerisine sürüklemektedir. Bu tür anlatılarda “öteki”nin, kurumsallaşmış yapıların dışında kalan kişiler olarak tanımlanmasına bağlı olarak, onlarla temas kurmak, belirsizliğin alanına girmek anlamına gelmektedir. Bauman’ın yaklaşımlarından da hatırlanacağı gibi “yabancı” ne dost ne de düşman, hem dost hem de düşman olma potansiyeli taşımasıyla müphemdir ve korku sebebidir. Ancak yabancı aynı zamanda bilinmeyene, düşünülmeyene doğru yönelme cesaretini de veren kişi olabilmektedir. Örneğin Uyumsuz/Divergent (Neil Burger, 2014) adlı film, tanıtım sloganından da anlaşılacağı üzere (Seni farklı kılan, tehlikeli de kılar) farklı olanın yok edilmesi üzerine kurulu bir anlatıya sahiptir. Filmde insanlar beş farklı erdemi temsil edecek şekilde sınıflandırılmaktadır ve bu sınıflandırmanın dışında kalanlar tehlikeli oldukları gerekçesiyle öldürülmektedir. Prior adlı karakter uyumsuz olduğunu ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu öğrendiğinde hem hayatta kalma mücadelesi vermekte hem de içinde yer aldığı düzenin koşullarını sorgulayan varoluşsal bir mücadele içerisine girmektedir. Bu mücadelede kendisi de bir yabancıya güvenerek, başka bir ifadeyle kendisi gibi bir ötekiyle temas ederek, hareket etmektedir. Devam filmi olarak vizyona giren Kuralsız’da (Insurgent, Robert Schwentke, 2015) da ana karakter olan Tris kendisi gibi olanlarla birlikte bir devrim hareketi başlatmakta ve söz konusu toplumsal düzenin çözülmesine önderlik etmektedir. Her iki filmde de modernitenin sınıflandıran, kalıplara sokan düzen mantığına yönelik bir eleştiri yöneltildiği söylenebilir. V for Vendetta (James McTeigue, 2005) adlı filmde de filmin ana karakterlerinden Evey gizemli bir adam olan “V” ile teması sonrasında içinde bulunduğu baskı toplumunun görünmeyen yönlerini keşfetmektedir. Bu yabancı, tekinsiz yönleriyle hem korkulan hem de hayranlık duyulan

bir özelliğe sahiptir. Yabancının Evey’e “gerçeklik”i göstermek isterken izlediği şiddet içerikli yöntemler öteki olmanın boyutlarını duyumsamak açısından işe yaramış olsa da bir düşüncenin benimsetilmesinde ne kadar ileri gidilebileceği ve şiddet unsurlarının meşru bir açıklamasının olup olmayacağı tartışmaya açık bırakılmaktadır.

Distopyalardaki öznelliğe ilişkin belirsizlikler “aidiyet” problemleri bağlamında da gündeme gelmektedir. Aidiyet problemleri melankolik bir umursamazlığa yol açabileceği gibi özgür bir kendilik inşasını mümkün kılabilecek bir mutsuz bilincin oluşmasına da katkı sağlayabilmektedir. Birey çoğu zaman aidiyetini sorguladığı noktada kendi benliğinin derinliklerini keşfedebilmekte ve özgür bir birey olma isteğiyle hareket edebilmektedir. Özellikle son dönem distopik yapıtlarda aidiyet sorunsalı sıkça öznellik arayışıyla bağlantılı olarak gündeme gelmektedir. The Giver (2014), V for Vendetta (2006), Divergent (2014), Kuralsız (2015) gibi filmlerde karakterler karşılaştıkları yeni durumlarla birlikte içinde yer aldıkları sistemle kurdukları aidiyet bağlarını sorgulamaktadırlar.

Distopyalarda öznelliğe ilişkin belirsizlikler “insan olma”nın anlamına ilişkin varoluşsal sorgulamalar bağlamında da önemli bir işleve sahiptir. Özellikle robotların, siborgların konu edildiği filmlerde bu tür varoluşsal sorgulamalara eklemlenen bir öznellik problemi gündeme gelmektedir. Makine ve insanın birbirinden ayırt edilemeyecek ölçüde benzeşmesi ya da makinenin insanı kusursuz şekilde taklit edebiliyor olması öznelliğe ilişkin belirsizlikleri açığa çıkaran temel unsur olarak bu tür kurgularda sıkça kullanılmaktadır. Bu anlamda makinelerin bir iradeye sahip olup olamayacağı, irade sahibi makineler mümkün olursa bu durumun insanın özne konumunu nasıl etkileyeceği gibi tartışmalar söz konusu öznellik sorgulamalarının merkezinde yer almaktadır. Terminatör (1984, 1991, 2003, 2009, 2015, 2019), Ghost in the Shell, The Machine (Caradog W. James, 2014), Ex-Machina gibi filmler ve Humans (Jonathan Brackley, Sam Vincent, 2015-2018), Altered Carbon, Westworld, Black

Mirror gibi diziler bu çerçevede değerlendirilebilir.

Sonuç olarak, distopik anlatılarda öznelliğin çeşitli açılardan sorgulanmasında, müphemliklerin önemli bir işlevinin olduğu ve bu müphemliklerin özne olmanın koşullarına ilişkin farklı sorgulamaları gündeme getirdiği söylenebilir. Bu sorgulamalarla modernitenin akılcı özne ideali özne-nesne ikilemi çerçevesinde sorunsallaştırılmaktadır. Öznelliğe ilişkin bu sorgulamalarda, bağımsız bir öznellik inşa etmeyi zorlaştıran kaos içerisindeki toplumsal koşulların resmedilmesiyle ortaya çıkan müphemlik yıkıcı bir unsur olarak öne çıkarken; anlatıdaki öznellik durumlarına ilişkin kararsız üslup, müphemliğin çoklu düşünme biçimlerine açılan yaratıcı potansiyellerini ortaya koymaktadır.