• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.2 Müphemliğin Yıkıcı Görünümleri

1.2.2 Tekinsiz Bir Varoluş Biçimi Olarak Ötekilik

yuvarlanması gibi gerçeklik arayışı da bireyin içinde bulunduğu müphem koşullarda nihai noktası olmayan bir sürecin parçasına dönüşmüştür. Bu çerçevede, gerçekliğe ilişkin algıların belirsizlik içerisinde seyretmesi ve bu durumun bireylerde ortaya çıkardığı anlam yoksunluğu, müphemliğin gerçeklik arayışında yarattığı tahribata bağlı olarak ne kadar yıkıcı olabileceğinin göstergesi olarak kabul edilebilir.

(2003) ifade ettiği gibi bu kişilerin tanımlanabilir ancak hak iddia edemez olması gerekmektedir. Asimile olmayanlar, olmak istemeyenler ya da asimilasyon gibi uyumlanma süreçleriyle belirsizliklerine çözüm üretilemeyen ve normatif süreçleri denetleyenlerce görmezden gelinen ötekiler (LGBTİ bağlamında ayrımcılığa tabi olanlar gibi) her şekilde müphem kalmayı sürdürmektedirler. Bu kişileri müphem yapan unsurlardan birisi, norm dışı olmalarıyla da paralel olarak, dost mu düşman mı olduklarına ilişkin belirsiz bir görünüm sergilediklerinin düşünülmesidir. Bu kişiler, Bauman’ın (2010, 2003) yabancılıkla ilişkili olarak ifade ettiği gibi, dostlar ve düşmanlar arasındaki farklılıkları tüketerek toplumsal yaşamın işleyişini sekteye uğratan müphem bir alan yaratmaktadırlar. Çünkü yabancılar ne dost ne düşmandır, hem dost hem de düşman olma potansiyeli taşımaktadırlar (Bauman, 2003: 77). Başka bir ifadeyle bu kişiler “insanı çileden çıkaracak bir inatla belirsiz kalmışlardır”

(Bauman, 2003: 90). Böyle bir yabancılık, insanları çeşitli biçimlerde dışlanma, etiketleme ve tecrit edilme gibi durumlara karşı daha sert mücadeleler vermek zorunda bırakabilmektedir. Her durumda söz konusu ötekileştirmeye tabi olanların Judith Butler ve Athena Athanasiou’nun deyimiyle “mülksüzleştirildikleri” söylenebilir.

Mülksüzleşmeyi kölelik, sömürgecilik, kapitalist yabancılaşma, göç ve sığınma politikaları, toplumsal cinsiyet gibi pek çok bağlamda ele alan Butler ve Athanasiou’a göre (2017: 29-30, 37) kavramötekilik üzerinden inşa edilen farklı öznellik konumlarının metaforik bir ifadesidir. Mülksüzleşme öncelikli olarak, kişinin özne olabilmesi için ne tür bağlılıklar geliştirmesi gerektiğine yönelik sınırlamaları ve engellemeleri (biyopolitik süreçlere, neoliberal bireyciliğe boyun eğmek gibi) ifade etmektedir. Mülksüzleştirmenin diğer bir boyutunu ise öznelliğin, hayatta kalmanın ve yaşama şansının şartlarını belirleyen normatif ve normalleştirici şiddet tarafından acı eşliğinde dayatılması (askeri ve yasal şiddete maruz bırakma gibi) oluşturmaktadır. Her

iki durumda da mülksüzleşme bireylerin ötekileştirilmesine bağlı olan ve öznellik süreçlerini denetim altında tutan politikalarla ilişkilidir.26

Tanımlanamaz olması, ötekini müphem kılan bir unsurdur ve söz konusu mülksüzleştirme süreçlerinin, bu belirsizlikten duyulan rahatsızlıkla yakından ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, insanlar arasında ayrışma ve düşmanlığın açığa çıkmasında belirleyici bir unsura dönüşme potansiyeli nedeniyle müphemliğin yıkıcı boyutlarından birisinin de “ötekilik pratikleri” çerçevesinde açığa çıktığı söylenebilir.

Toplumsal yapıyı homojen bir çerçevede tutma yönündeki modernist düşüncelerin,

“biz” tanımlamasının dışına çıkanların müphemliğini çeşitli stratejilerle (asimilasyon stratejileri gibi) çözündürmeyi arzulamaları ve bu arzunun birçok insanın acı çektiği süreçleri başlatmaya katkı yapması müphemliğin söz konusu yıkıcı potansiyelini görünür kılmaktadır. Elbette ki söz konusu ötekilik, müphemliğin neden olduğu doğal bir sürecin ürünü olarak düşünülmemelidir; çoğu zaman ötekiliğin ve müphemlikle olan ilişkisinin denetimi elinde bulunduranların meşruiyet söylemlerinin bir parçası olarak ortaya çıktığını da unutmamak gerekmektedir.

Denetimi elinde bulunduranlar söylemlerinde bir ya da birden çok “öteki”

yaratarak denetimi sağlamanın rasyonel dayanaklarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar.

Böylelikle ırkçılık, cinsiyetçilik, soykırım, tek kültürcülük gibi olumsuz durumlar kapsamında yürütülen tüm faaliyetlere meşru bir zemin hazırlamaktadırlar. “Öteki”nin varlığından ve onun toplumsal yaşama olan etkisinin belirsizliğinden duyulan korku iktidarın egemenliğini sürdürme ve hâkim kılma politikalarına rıza göstermeye neden olabilmektedir. Tekeli’nin de (1998: 106) üzerinde durduğu gibi denetleyenler “öteki”ni yaratarak yalnızca denetimlerine meşruiyet söylemi üretmemekte aynı zamanda yönetme pratiğinin işleyişini de “öteki” üzerinden sistematize etmektedirler. Ötekinin

26 Butler ve Athanasiou (2017) mülksüzleşmeyi, “öteki”lerle birlikte olmak ve adaletsizliğe karşı direnmek için merkezinde olmadığın bir dünyaya savrulmayı imleyen bir duyarlılık biçimi olarak da ele

müphemliği ise bu sistematizasyonun meşru görülmesinde denetleyenlerin lehine bir rol üstlenmektedir. Söz konusu müphemlik, bireylerin manipüle edilmesindeki işlevi bağlamında yıkıcı bir nitelik kazanmaktadır. Dolayısıyla ötekilik ekseninde müphemliğin yıkıcı bir görünüm kazanmasının nedeni ötekiliğe konu olan insanların diğerleri nazarında belirsiz olmasından çok bu belirsizliğin bu kişiler tarafından olumsuzlukla ilişkilendirilmesidir.

Ötekiliğin müphem bir görünüm almasının teknolojik gelişmelerle daha da belirginleştiği söylenebilir. Görsel medya, savaş teknolojileri, uydu sistemleri, grafik animasyonlar vb. yabancının temas edilemez, empati kurulamaz hale getirilerek duygusal bağlantıların imkansızlaştırılmasına neden olmaktadırlar. Savaş süreçleri üzerinden düşünüldüğünde, eski çağlarda düşmanla kurulan bağlantının yüz yüze olduğu ve öldürme eyleminin fiziksel ve mekânsal olarak bir teması gerektirdiği bilinmektedir. Böyle bir ilişkide karşıdaki insana hissedilen duygu düşmanlık da olsa, bireylerin öldürdükleri kişilerin yüzlerine bakmaları istemsiz de olsa empati duygusunu uyandırma ihtimali içermektedir. Oysaki günümüz teknolojileriyle savaşlar, gelişmiş

gözetleme sistemleri, grafikler, sayısal veriler vb. aracılığıyla fiziksel teması gerektirmeden kontrol edilmektedir. Bu savaşlarda bireyler, hedeflerini yakından görmemekte, teknoloji dolayımıyla sadece varlıklarını bilmektedirler. Hedeflerini kırmızı noktalardan ya da kullandıkları teknolojilerin kodlarından ibaret görmektedirler.

Bu durum öteki konumundaki yabancıları empati kurulması imkânsız bir uzaklık içerisinde konumlandırmakta ve ötekilerin müphemliğini daha da belirginleştirmektedir.

Bu tür empatik uzaklık yabancının tekinsizliğine yönelik algıları da sorgulanamaz hale getirmektedir.

Müphemliğin “ötekilik” yaratma süreçlerine eşlik ettiği durumlar kent kültürü

ve kentsel tasarım çerçevesinde de değerlendirilebilir. Modern öncesi dönemde düşman tehdidi yaşam alanlarına dışsal bir durum olmuştur. Kentin etrafını çevreleyen duvarlar

içeriyi ve dışarıyı, dostu ve düşmanı birbirinden ayıran sınırlar olarak inşa edilmiştir.

Modern dönemde ise tehdit yalnızca dışarıdan gelen bir olgu değildir. Kent uzamının kaçınılmaz bir eyleyeni olan yabancı, her an kapıda belirebilecek bir tehdit olarak da anlamlandırılabilmektedir. Bu nedenle yabancıdan kaynaklanan tehdit algısı, yalnızca kentin dışı için değil kentin iç yapılanması bakımından da bazı düzenlemeleri gündeme getirmektedir. Flusty’nin (1997) şehircilik üzerine yaptığı eleştiriler de göstermektedir ki, modern kentlerin mimarisi üzerinde yabancıların erişimini engelleme amacı oldukça belirleyici olmaktadır. Yabancı tehdidi, köprüler, duvarlar vb. araçlarla mekânların bölündüğü, ayrıştırıldığı, dışlamanın egemen olduğu bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Başka bir ifadeyle ötekiden/yabancıdan kaynaklanan korku ve belirsizliklerin içsel bir dinamik kazanmasıyla, yaşam alanları da savaş mantığına uygun olarak tasarlanmakta ve savaş

“yeni kent” düzeninde gündelik hayat tarzının sıradan bir özelliği haline gelmektedir.

Bu bakış açısıyla, modern dönemde yabancının müphem bir kimlik kazanmasının, kent düzenini de etkilediği; toplumsal yaşamın belirsizlik, güvensizlik, risk üzerine kurulu olduğu düşüncesinin kentsel tasarımla da desteklendiği söylenebilir. Bu durum, müphemliğin yıkıcı potansiyelinin kent yaşamının dinamikleri içerisinden de okunabileceğini göstermektedir.

Diğer yandan modern öncesi toplumlarda yabancı, bütünlüklü ve potansiyel olarak tehdit içeren bir kişiydi ve bu kişi uzun zaman o topluluk içerisinde kalsa bile onun yabancılığı ve güvenilmezliği halk nezdinde değişmeyebilirdi (Giddens, 2010:

76). Onun kalıcı belirsizliği, içinde yer aldığı toplumun güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak toplumun kendini kurma stratejisinin bir parçasıydı. Modern toplumlarda ise yabancı algısının daha da radikal ve akışkan bir boyut kazandığı söylenebilir.

Radikalleşmiştir, çünkü yabancı aynı zamanda içsel olanı değiştirmeye aday bir

“öteki”dir. Öteki olması yabancıyı tuhaf, ahlak dışı, yadırgatıcı niteliklerle öne çıkarmaktadır. Akışkan bir hal almıştır, çünkü Bauman’ın da (2003) ifade ettiği gibi

yabancı artık tanıdık olmayan, sıradan bir insan değildir. Birçok kişinin birbiriyle az çok iletişim halinde olmasına rağmen birbirlerine yabancı olduğu durumlar söz konusudur (Giddens, 2010: 76). Metropol yaşamı için tanımlayıcı bir unsur olan bu durum Benjamin’in toplu taşıma araçları üzerinden ifade ettiği ironik bir olgu çerçevesinde daha anlaşılır olmaktadır. Benjamin (2002: 148) Baudelaire’denaktardığı “ondokuzuncu yüzyılda, otobüsler, trenler ve tramvaylar gelişmezden önce, insanların birbirlerine tek kelime söylemeksizin, dakikalarca, hatta saatlerce bakmak zorunda olmadığı” sözüyle toplumsal iletişime moderniteyle birlikte kök salan yakınlık ve mesafe arasındaki ironiye dikkat çekmektedir. Bu ironi yabancının yakınlık ve uzaklıkla bağlantılı olarak tanımlanamayacak bir boyut kazanmasının ifadesi olarak düşünülebilir. Bu yüzden de yabancı Simmel’in (2009: 153) belirttiği gibi ne çok uzakta ne de en yakındaki kişidir.

Çünkü kişi çok yakınsa artık yabancı olmayacaktır, çok uzaksa da grupla etkileşimi olmayacaktır. Yabancının toplum içerisindeki rolü yakınlık ve uzaklık arasında bir uzlaşma gerektirmektedir. Tam da bu nedenle yabancı müphem bir ilişkiselliğin aktörü haline gelmektedir. Richard Sennett de (2010: 75) yabancıyı “kendi kimliklerinden emin olmayanların, kendilerine ilişkin geleneksel imgelerini yitirenlerin ya da henüz belirgin olmayan yeni toplumsal gruba ait olanların zihinlerindeki egemen imge, bir meçhul” olarak tanımlamakta, geç modern toplumsallık içerisinde yabancı imgesinin

“meçhul”e, yani belirsizliğe eşitlendiğini dile getirmektedir. Bu tür bir tanımı, yerleşik olanların, yabancının kim olduğuna dair kurallar koyabildiği ve yabancıların da kendi kimliklerinin farkında olduğu dışarlıklı olma halinin ötesinde bir tanımdır. Böyle bir yabancılıkta kurallar geçerli değildir, yabancı olan başka mekânlardan gelen yaratıklar değil, meçhullerdir. “Yabancılar”ın müphemliği, onları tekinsizliğin baş gösterdiği duyguların, korku ve endişelerin öznesi haline getirmektedir.27

27 Bauman (2011: 200-201; 2014: 248) yabancıların, başka bir ifadeyle ötekilerin varlığından doğan

Risk toplumuna ilişkin sorgulamaların önemli bir boyutunu oluşturan bu durum, başka insanlara güven duymak konusundaki kötümser anlayışı, kaygıyı ve korkuyu sosyal yaşamın temel problemi haline getirmektedir. Modern yaşama özgü

farklı risk olasılıklarının yanı sıra başka insanlara güven duymak konusundaki çekincelerin yarattığı kaygı atmosferi “yalnızlaşmanın” ve “yabancılaşmanın”

egemenliğinde bir sosyal düzen yaratmaktadır. Bireyler güvende olmayı başkalarından (yabancıdan) tecrit edilmiş bölgelere çekilmekle eş görmektedirler (Bauman, 2016: 119-120). Söz konusu yalıtılmışlık durumu bireylerin yalnızca fiziksel olarak değil zihinsel ve ruhsal olarak da yalıtılmışlığını ifade etmektedir. Bu yalıtılmışlıkla birlikte yabancılardan duyulan endişeler modern insanın mekânsal olarak oldukça yakın olmasına karşın yeterince tanımadığı kişilere ve bu kişilerin sorunlarına karşı kayıtsız kalmasına neden olabilmektedir. İnsanlar acil bir durum söz konusu olduğunda dahi, yabancı gördükleri kişilere yardımcı olmak konusunda çekinceli davranabilmektedirler.

Bu durum neoliberal politikaların teşvik ettiği bireyselleşmeyle yakından ilişkilidir.

Giderek daha fazla bireyselleşen modern birey için toplumsal yapının diğer alanlarında olduğu gibi güvenlik de “kendin yap” tarzında bir sorumluluk olmaktadır. Güvenli bir yaşam biçiminin yollarını aramak bireyin tek başına yüzleşmesi gereken bir problem haline gelmektedir.

Bu tartışmalardan yola çıkarak, müphemliğin toplumsal yapı içerisinde var olan ayrımların, ötekiliklerin, eşitsizliklerin rasyonel olarak gerekçelendirilmesinde ve bireylerin toplumsal yaşam içerisinde yalnızlaşarak, yabancılaşmalarında önemli bir role sahip olduğu söylenebilir. Bu yönüyle de müphemliğin “ötekilik” ve “yabancılık”

bağlamında, politik yönlendirmelerin de etkisiyle, yıkıcı bir potansiyel içerdiği anlaşılmaktadır.

mevcudiyetinin yarattığı müphem duygulardan korkmayı, kaçınmayı imlemekte ve kişinin kendisini