• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.2 Müphemliğin Yıkıcı Görünümleri

1.2.3 Bireysellik ve Öznellik Sorunsalı

tasavvuruna karşı çıkmışlardır. Bu itirazlara, dünyaya ilişkin kavrayışın saf aklın ürünü

olmadığı, bu kavrayışta öznenin nesneyle kurduğu ilişkinin etkili olduğu düşüncesi temel oluşturmuştur (Dreyfus ve Wrathall, 2006: 2-3, 11). Varoluşçu düşünürlerin itirazlarında ise rasyonelitenin zihin beden arasında kurduğu hiyerarşi temel oluşturmuş;

bu nedenle de budüşünürler bireyin rasyonel yönünden ziyade duygusal yönüne ve bedeninvaroluş içerisindeki önemine vurgu yapmışlardır. Modern varoluşçuluk açısından önemli bir isim olan Søren Kierkegaard, Pascal’ın Kartezyen düalizmine yönelttiği eleştiriyi takip ederek, insanlık durumunun zihin ve beden arasındaki bir çelişkiden oluşduğu görüşünü dile getirmiştir. Nietzsche ve Dostoyevski gibi düşünürler ise yine varoluşçu bir paradigma içerisinden bakarak, rasyonalite vurgusunu, değerli bir yaşamı desteklemek için gerekli olan dünyaya tutkulu bağlılığı baltaladığı düşüncesiyle eleştirmişlerdir (Dreyfus ve Wrathall, 2006: 3-4). Yirminci yüzyılda yaşanan savaşlar, şiddet eğilimleri, ekonomik krizler, çevre sorunları gibi olumsuzlukların etkisiyle rasyonel özne fikrine ilişkin bu tür eleştirilerin daha da ön plana çıktığı söylenebilir.

Yaşanan deneyimler bireyin çeşitli yönlendirmelerle yanılgıya kapılabileceğini, manipüle edilebileceğini ve her durumda rasyonel bir eylem içerisinde olmayabileceğini göstererek, modernitenin müphemlikten arındırmaya çalıştığı evrensel ve rasyonel birey tanımını geçersiz kılmıştır.

Yirminci yüzyılda artış gösteren tüketim, parçalılık ve hız kültürü gibi olgular eksenindeki tartışmalarda, birey tanımının modernitenin birey/özne düşüncesiyle uyum içerisinde olmadığı düşünceleri daha da pekişmiştir. Böylece birey odağındaki tartışmalar kesin bir öznellikle ilişkilendirilen tanımlamalardan uzaklaşarak özne-nesne ikiliğinin yarattığı muğlaklık çerçevesinde yürütülmeye başlanmıştır. Örneğin Frankfurt Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden Horkheimer (2005), kendini gerçekleştiren birey anlayışına dayalı bireysellik düşüncesinin liberal politikalar ve tüketim kültürü

ekseninde istikrarsızlaştığını ve birey/özne kavramının felsefi bağlarından koparıldığını

vurgulamaktadır. Ona göre (2005: 145-153), sanayi sonrası toplumlarda bireyselleşme modernitenin tarif ettiği gibi bir özne fikrine karşılık gelmemekte, öz-savunmayı merkeze alan bir benlik korumasından ibaret hale gelmektedir. Ancak bu koruma bireyin bilinçli bir varlık olarak kendi varoluşunun, kimliğinin ve bireyselliğinin farkında olduğu bir koruma değildir. Anlık hazlara odaklı egonun korunmasıdır.

Egonun korunması da nesneler üzerinde kurulan hâkimiyetle ilgilidir ve bireyi de nesneleştiren bir süreci açığa çıkarmaktadır. Horkheimer’a göre “insanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olmakta ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşmakta, zihni giderek biçimsel akıl otomatına dönüşmektedir” (2005: 146). Horkheimer’ın bu sözleri liberal söylem içerisindeki bireysellik vurgusunun, modern düşüncenin köklerindeki özne düşüncesiyle uyumlu olmadığını ve bireyselliğin tüketime endekslendiğini özetlemektedir.

Bireyselliğin tüketim kültürü içerisinde şekillendirildiği ve özne olma konumunun tüketici olma konumu içerisinde aşındığı konusunda Bauman (2001a, 2001b), Baudrillard (2012) ve Debord (2014) gibi düşünürler de Horkheimer’la benzer düşünceleri dile getirmişlerdir. Bahsi geçen düşünürler günümüz bireyi için kendilik inşasının belirleyici unsurunun tüketmenin verdiği haz duygusu olduğu konusunda hem fikirdirler. Bauman’ın (2001a; 2001b; 2009) ifadesiyle bugünün bireyleri haz peşinde koşan “duyum toplayıcıları (sensations-gatherer)”dır. Bireyler mutlu olmanın tüketmekten geçtiği söylemlerinin egemen olduğu bir düzen içerisinde, sürekli yeni hazların peşinde savrulmaktadırlar. Üstelik peşinde koşulan hazzın, nesneyle organik bir bağı yoktur; nesneler arasında sürekli akış halinde olan bir haz söz konusudur. Her satın alımda hazzın kaynağı bir başka nesneye yönelmekte ve hiçbir zaman tam bir doyuma ulaşılamamaktadır. Bu durum öznenin bütünleşik ve üretken rollerinin parçalanarak istikrarsız ve tutarsız hale gelmesine işaret etmektedir. Dunn (1998: 66), Bauman’la

benzer bir noktadan hareket ederek, postmodern bireyin kimlik oluşum sürecini benliğin tüketim kültürüyle dönüştürüldüğü, teknolojik süreçlerle istikrarsızlaştırılan ve tüketim ilişkileri çerçevesinde yeniden kurulan bir süreç olarak değerlendirmektedir. Bu anlamda postmodern bireyin istikrarlı bir benlik iddiasında olmadığı anlaşılmaktadır.

Bireyin kendisini tüketim ekseninde tanımlar hale gelmesi, rollerinin ve kimliklerinin metalar aracılığıyla araçsallaştırılmasına rıza göstermesi ve bu şekilde istikrarlı bir benlik iddiasında olmaması piyasanın ve kitle iletişim araçlarının yönlendirdiği söylemler çerçevesinde şekillenmektedir. Bu söylemler bireysellik bağlamında paradoksal bir yapıyı açığa çıkarmaktadır. Tüketime teşvik eden liberal politikalar bireyin özgür, bağımsız ve kendi kendine yeterli bir özne olduğu varsayımını söylemlerine yansıtmakla birlikte, gerçekte birey kendisini tüketim kültürü içerisinde kendisine sunulan kodların dışında tanımlayamayan, pasif, edilgen bir yapıya bürünmektedir. Birey öznelliğini tüketme eylemi üzerinden kurmaya çalıştıkça özne olmaktan daha da uzaklaşmaktadır. Bir yandan söylem düzeyinde bireyselliğin teşvik edildiği, diğer yandan düşünce ve eylem düzeyinde özgür bir kendilik inşası için bireylere neredeyse hiçbir fırsatın tanınmadığı böyle bir toplumsal yapıda, bireyi özne olarak tanımlamak konusunda ne tür niteliklerin belirleyici olduğu müphem hale gelmektedir.

Bireyin toplumsal yaşam içerisindeki konumunun modern özne tanımına uymayan bir nitelik kazanmasının ve öznelliğin ne tür gereksinimler içerisinde sağlanabileceğinin belirsizleşmesinin modanın, üretim sistemlerinin, emek süreçlerinin, ideolojilerin ve değerlerin akışkanlığıyla yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Bunun nedeni söz konusu akışkanlık içerisinde bireysel kimliklerin de hiçbir zaman olmadığı kadar akışkan bir karaktere bürünmesi ve “katı olan her şeyin buharlaştığı” bu sistemin, kimlikleri de değerden yoksun, bağlılıktan yoksun, parçalanmış bir toplumsallık içerisine hapsetmesidir. İnsan doğasını da dönüştürecek ölçüde yaygınlaşan “kullan at”

yaklaşımı yalnızca malları değil, yaşam tarzlarını da kapsayarak, herhangi bir mekâna, yaşam tarzına, istikrarlı ilişkilere, değer yargılarına bağlılığı atılabilir nesnelerle eş

konuma getirmektedir (Harvey, 1997: 319). Başka bir ifadeyle, anlık ve geçici arzuların tatmini güdüsüyle hareket eden birey için istikrar gerektiren kurallarla işleyen ailesel, dinsel, ulusal bağlılıkların önemi kalmamıştır (Rosenau, 1998: 97-98). “Bağlılık yok”

mottosu, günümüz toplumlarında hem kişileri hem de fikirleri, inançları, ideolojileri kapsayacak ölçüde geniş bir alanda işlerlik kazanmıştır. Sennett (2005: 109-110) modern refah devletlerinde “bağımlılıktan kurtarma, bireyi özerk kılma” girişimiyle birlikte kişiler arası bağlılığın da utanç kaynağına dönüştüğünden bahsetmektedir.

Modern refah devleti reformcuları için kamusal alanda bağımlılığın utanç verici bulunduğunu ifade eden Sennett’e göre (2005: 110) bireylerden işsizlik yardımları, sağlık hizmetleri, eğitim ve emeklilik yardımları gibi sosyal devletin temel hizmet alanlarına muhtaç olmayarak, devletten bağımsız olmaları beklenmektedir. Bu tür bağımsızlık söylemleri özel alanı da etkisi altına almış ve “aşkta, arkadaşlıkta ve ebeveynlikte vazgeçilmez olan, diğerlerine duyulan gereksinim, bağımlılığın utanç verici olduğu kanaatiyle bastırılmıştır” (Sennett 2005: 111).

Postmodern dünyada bağlılıkların, aidiyetlerin değer kaybetmesi geçmişle ve gelecekle bağları koparılmış bir “şimdi” anlayışıyla yakından ilişkilidir. Bağlılık ortak bir tarihte ve paylaşılan umutlarda inşa edilen bir şeydir. Bağlılık için uzun bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Her türlü mutluluğun, umudun, hayalkırıklığının “şimdi”ye sıkıştırılması, bugün üzülmeye, sevinmeye, sevilmeye, nefret edilmeye değer olanın yakın gelecekte anlamsız olma ihtimalini de gündeme getirmektedir. Ayrıca anı yaşama motivasyonu geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantıları da istikrarsızlaştırarak bireylerin geçmişten ders çıkarma, geleceğe dair umut besleme eğilimleri üzerinde olumsuz bir etki bırakmaktadır. Bu durumda herhangi bir şeyle duygu düzeyinde bağ kurmak mümkün gözükmemektedir. Yaşanılan anı merkeze alan yaşam stratejileri içerisinde

derinlikli insan ilişkilerinin kurulması ve bu ilişkilerin etik bir çerçevede sürdürülmesi güçleşmekte ve bireyler başkalarıyla olan müşterek bağlantıların etik normlara uygun olup olmadığı üzerinde düşünmeye istekli olmamaktadırlar. Tüketim ideolojisiyle desteklenen bağlılıktan, değerden yoksun bu tür bir bireysellik, modern özne tanımının istikrara dayalı ve değer üreten yapısına uymadığı gibi bireyi özne olduğu yanılgısına sevk ederek, muhtemel direniş ve itirazları elimine etmeye yardımcı olmaktadır.

Böylece birey muhtemel sorunlar karşısında edilgen hale gelmektedir.

Bu tartışmalar ekseninde postmodern çağda bireyin bağımsız bir özne olarak varlık gösterme zemininin ciddi bir biçimde aşındığı anlaşılmaktadır. Bahsi geçen toplumsal koşullar içerisinde bireyin içinde yer aldığı yanılsamanın bilincine varması ve bağımsız bir öznellik mücadelesi içerisine girebilmesinin koşulları ise müphemdir. Söz konusu müphemlik bireyin kendilik inşasında, toplum içerisindeki rollerinde ve diğer insanlarla olan etkileşiminde olumsuz bir etkiye sahiptir. Bu anlamda müphemliğin öznellik süreçlerine ilişkin olarak yıkıcı bir potansiyel taşıdığı söylenebilir.