• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.2 Müphemliğin Yıkıcı Görünümleri

1.2.4 Düşünümsellik Yoksunluğu

derinlikli insan ilişkilerinin kurulması ve bu ilişkilerin etik bir çerçevede sürdürülmesi güçleşmekte ve bireyler başkalarıyla olan müşterek bağlantıların etik normlara uygun olup olmadığı üzerinde düşünmeye istekli olmamaktadırlar. Tüketim ideolojisiyle desteklenen bağlılıktan, değerden yoksun bu tür bir bireysellik, modern özne tanımının istikrara dayalı ve değer üreten yapısına uymadığı gibi bireyi özne olduğu yanılgısına sevk ederek, muhtemel direniş ve itirazları elimine etmeye yardımcı olmaktadır.

Böylece birey muhtemel sorunlar karşısında edilgen hale gelmektedir.

Bu tartışmalar ekseninde postmodern çağda bireyin bağımsız bir özne olarak varlık gösterme zemininin ciddi bir biçimde aşındığı anlaşılmaktadır. Bahsi geçen toplumsal koşullar içerisinde bireyin içinde yer aldığı yanılsamanın bilincine varması ve bağımsız bir öznellik mücadelesi içerisine girebilmesinin koşulları ise müphemdir. Söz konusu müphemlik bireyin kendilik inşasında, toplum içerisindeki rollerinde ve diğer insanlarla olan etkileşiminde olumsuz bir etkiye sahiptir. Bu anlamda müphemliğin öznellik süreçlerine ilişkin olarak yıkıcı bir potansiyel taşıdığı söylenebilir.

yoğunluğunu ve rasyonel düşünce faaliyetini gerektiren düşünüş tarzını ifade etmekte”

(Cevizli, 1999: 729) ve bu çalışmada düşünümselliğin ele alınış biçimini daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Cevizci’nin refleksiyon tanımıyla paralel olarak düşünümsellik yoksunluğunu bireylerin içinde yer aldıkları belirsizlik koşullarının etkisiyle düşüncelerini yaşadıkları sorunlar üzerine yoğunlaştıramaması, o sorunlarla ilgili etraflıca değerlendirme yapamamaları ya da bu tür bir sorgulama için istekli olmamaları olarak kavramak mümkündür.

Düşünümsellik yoksunluğu öncelikle gerçekliğin müphem bir boyut kazanmasıyla ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır. Baudrillard gerçekliği görünmez kılan simülasyon evreninde gerçek çözümlerin de üretilmesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Bu simülasyon evreninde üretilebilecek herşey yine Baudrillard’ın deyimiyle patafizik yorum, yani gerçek ve düşsel olana aynı değerin atfedildiği düşsel çözümler düzeyinde kalmaktadır. Bireyler gerçek ve düşsel olanın ayırdına varsa bile bu ayrımı görmezden gelmektedirler (Baudrillard, 2006: 35; Adanır, 2010: 54-55). Bu bağlamda, Baudrillard gerçekliğin kayboluşunun bireyde ortaya çıkardığı düşünümsellik yoksunluğunu kaçınılmaz bir olgu olarak görmektedir.

Baudrillard’ın yaklaşımındaki karamsarlık şu soruyu akla getirmektedir:

“Acaba insanoğlunun bağımsız ve değiştirmeye yönelik, karşı koyucu düşünce ve bu düşünceye dayalı eylemi için tarihin sonuna mı gelinmiştir? Ya da bir başka deyişle, bağımsız düşünceden kaynaklanan karşı koyucu eylemin artık var olma şansı ‘hiç’

düzeyine mi inmiştir?” (Şaylan, 2006: 244). Bu soruya net bir yanıt vermek oldukça güç olmakla birlikte, gerçekliğin müphem bir boyut kazanmasının postmodern bireyin kendi yaşamı üzerindeki denetimini kaybetmesinde ve içinde yaşadığı koşulları sorgulamak konusunda isteksiz ya da yeteneksiz hale gelmesinde önemli bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Gerçekliği kavramak konusunda güçlük çeken bireyler, sorgulayıcı bir perspektif geliştirememekte ve iradelerini başkalarına (iktidar

odaklarına) teslim etmek söz konusu olduğunda direnç gösteremeyerek, mevcut düzenin değerlerini, kimi zaman gönüllü, kimi zaman bilinçsizce, kimi zaman da çaresizce yeniden üretmektedirler.

Hem gerçekliğin müphem hale gelmesinde hem de buna bağlı olarak düşünümsellik yoksunluğunun açığa çıkmasında teknolojik gelişmelerin ve liberal politikaların etkisiyle artan “hız kültürü”nün önemli bir rolü vardır. Hızlandırılmış

enformasyon Virilio’ya göre bireyi “düşünen bir varlık” olmaktan ziyade, makine ile kurduğu ilişkiye odaklı içeriksiz bir formda somutlaştırmaktadır (Akt. Köse, 2003:

175). İmajlar, görüntüler, simgeler duyulardan hızla akıp geçerken onların niteliğine dair idrak mekanizmasının çalışmasına yeterli süre tanımamaktadır. "Hiçbir şeyin gerçekleşmemesi, her şeyin geçip gitmekte oluşu" (Virilio, 2003: 21) insanların düşünme kapasitesi üzerinde felç etkisi yaratmaktadır. Bu nedenle imgeler duyulara dokunup geçerken, duyuları ve düşünceleri arasındaki bağlantıyı yeterince güçlü

kuramayan insanlar söz konusu düşüncelerin gereği olan etik sorumluluğu da üstlenememektedirler. Bu durum savaş gibi etkileri geniş ölçekli ve yıkıcı bir olgunun dahi akıp giden görüntülerden ibaret hale gelmesine ve savaşın yıkıcı etkilerini görünmez kılabilecek bir duyarlılık yoksunluğuna neden olabilmektedir. Bu bağlamda insanların çevrelerindeki hız arttıkça, yaşamlarındaki kontrolün azalmakta olduğu ve iktidarın kontrol mekanizmalarının etkisi altına girmelerinin kolaylaştığı söylenebilir (Alver, 2006: 20-25).

Gerçeklik kaybı ve beraberinde açığa çıkan düşünümsellik yoksunluğu gösteri üzerine konumlanmış toplumsal yapıyla da ilişkilidir. Debord’un da belirttiği gibi belirsizliğin toplumsal yapının her alanında artış göstermesi, gösterinin hâkimiyet kazanmasıyla ilgilidir (Debord, 2014: 208). Gösteri toplumunun karakteristik özelliği olan belirsizlik, insanları toplumsal sorunlara karşı duyarsız kılmakta ve genele yayılmış

bir sorgulamama hali baş göstermektedir. Debord’un ifadesiyle “gösteri sonuçta uyuma

arzusundan başka bir şey ifade etmeyen, zincire vurulmuş modern toplumun gördüğü

kötü düştür. Gösteri bu uykunun bekçisidir” (2014: 40). Debord gösteriyi uykuda olma halinin temel gerekçesi olarak sunarakgösterinin bireylerde düşünümsellik yoksunluğunu açığa çıkardığını açıkça dile getirmektedir.

Gösterinin bireylerin sorgulayıcı ve refleksif bir tavır geliştirmesini engelleyen yönü, Debord’un (2014: 187) gösterinin en önemli başarısı olarak tabir ettiği unutturma ve eylemsizlik düzeyleriyle ilişkilidir. Çünkü gösteri toplumunda gösterinin mantığıyla uyuşmayan her türlü söylem bireylerin zihinlerinde yer etmemelidir. Anlam evreninin imajlarla sunulanlar dışında herhangi bir düşünme biçimine açık tutulmaması gerekmektedir. Bunun için de imajlar aracılığıyla herşey bağlamından, geçmişinden, amaçlarından ve sonuçlarından tecrit edilmektedir. Böylece gösteri, bireylerin anlam üretimi konusunda derin bir belirsizliğin içerisine çekilmesinde etkili olmakta ve bu yolla bireylerin eylemsizliğinin garanti altına alınmasını sağlamaktadır.

Gösteri düzeninin açığa çıkardığı anlam krizinde ve bireylerin kayıtsızlık içerisinde olmasında kitle iletişim araçlarının manipülatif işleyişinin önemli bir rolü

vardır. Kitle iletişim araçlarının egemen düşünce yapılarının meşrulaştırılmasına hizmet ettiği düşüncesi yaygın bir kanı haline gelmiştir. Toplumsal yapının kaotik unsurlarının medya ortamlarında yoğun bir şekilde yansıtılarak, toplumsal yaşamda belirsizliğin hâkim olduğu kanısının altının çizilmesi de kimi zaman söz konusu meşrulaştırmaya katkı yapmaktadır. Örneğin medyada yer alan şiddet görüntülerinin iktidarın şiddeti denetim altında tutmak için uyguladığı yöntemleri meşru kılmaya hizmet eden bir yönünün olduğu ileri sürülmektedir. Gerbner’ın “acımasız dünya sendromu” olarak kavramsallaştırdığı durum bununla ilgilidir (Gerbner ve diğerleri, 1986). Gerbner medyadaki şiddet görüntülerinin artmasının insanlarda isyan duygusundan çok, korku ve endişenin yön verdiği bir rıza mekanizmasını tetiklediği kanaatindedir. Ona göre, aşırı şiddete maruz kalmanın güvenlik kurumlarının denetim odaklı yürüttükleri

stratejilerin (bu stratejiler de şiddet içerse bile) rasyonel bir uğraş olarak kabul edilmesine neden olmaktadır. Bu durumda, dünyanın kötüye gidişiyle ilgili yansıtılan stratejiler güvenliksiz, tehlikeli bir yaşama dair zihinsel haritalar oluşturmakta ve insanların söz konusu durumu eleştirel olarak değerlendirebilmelerini mümkün kılan düşünümsellik yetilerini köreltmektedir. Başka bir ifadeyle, belirsizliklerle ve acımasız bir dünyada yaşıyor olmanın yarattığı korkular, insanların analitik düşünme yetilerini felce uğratarak, onları iktidarın normal koşullarda etik açıdan sorunlu kabul edilebilecek yöntemlerini meşru olarak görme yanılsamasına sürükleme potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda belirsizliğin toplumsal düzeni sekteye uğratacağına dair endişelerin insanların farklı çözüm arayışlarına yönelme ve bu arayışlarını politik bir tavır içerisinde sergileme edimlerini anlamsızlaştırdığı söylenebilir. Baudrillard’ın da ifade ettiği gibi, kitleler anlamın saydamlığından ve politik iradeden, ölümden korkar gibi çekinir hale gelmişlerdir (2006: 17-18).

Gösterinin kitle iletişim araçları aracılığıyla toplusal yaşamın müphemliğine etki ettiği koşullar politik alanda da kendisini göstermekte ve bu durum bireyin politik tavır geliştirmesini engelleyici bir boyut kazanmaktadır. Gösteri herşeyi olduğu gibi politika yapma biçimlerini de dönüştürmüş ve geleneksel içeriğinden soyutlayarak, anlamdan, değerden yoksun bir yapıya büründürmüştür. Haberler ve medya aracılı iletişim süreçlerinde politik mesajlar toplumsal yarara odaklı içeriğinden yoksun bırakılmakta ve politik aktörlerin kışkırtılmasıyla ortaya çıkan bir şova indirgenmektedir. Skandal siyaseti olarak da tarif edilebilecek bu süreçte, politik mesajların derinlikten yoksun olduğu, profesyonel tanıtım araçlarının siyasetin önemli bir bileşeni haline geldiği, siyasi görüşlerin kişiselleştirildiği, skandal benzeri olumsuz gelişmelerin üzerinde durmanın baskın bir strateji olarak kabul gördüğü, saldırgan, zarar verici bilgilerin imaj eksenli bir bakış açısıyla iktidarda kalmanın temel mekanizmaları haline geldiği bir anlayışın hâkim olduğu görülmektedir. Politik mesajların sosyal düzen

ve toplumsal yarar adına politikacıların ne tür sorumluluklar alması gerektiği hakkkında oldukça sınırlı bilgi içerdiği böyle bir süreçte, bireyler siyaset kurumunun yaşamlarını nasıl etkilediği ya da etkileyebileceği konusunda kayıtsız hale gelmektedir. Söz konusu kayıtsızlıkta politik mesajların içeriksiz, dayanaksız olmasının ve gerçekliği yansıtmayarak müphem bir boyut kazanmasının yarattığı kafa karışıklığının etkili olduğu söylenebilir. Bu kafa karışıklığının ortaya çıkardığı müphem duygular, politik izleyici/vatandaş profilini de olumsuz etkileme ve politik duyarlılık geliştirebilmek için gerekli olan düşünümselliği köreltme potsansiyelini açığa çıkarmaktadır.

Bütün bu tartışmalardan yola çıkarak, gerçeklik algısının bozulması, gösteriye dayalı bir düzenin hâkimiyeti, teknolojik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan hız kültürü gibi unsurlarla açığa çıkan müphem koşulların, bireylerin düşünsel mekanizmalarını olumsuz etkilediği ve alternatif düşünme biçimlerine yönelmelerini güçleştirdiği söylenebilir. Bu durum, müphemliğin yıkıcı sonuçlar doğurabilecek potansiyeller içerdiğini bireylerin düşünümsel yetilerine olan olumsuz etkisi üzerinden de göstermektedir.