• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.2 Müphemliğin Yıkıcı Görünümleri

1.2.1 Gerçeklik Yitimi ve Sisifos Döngüsündeki Birey

Müphemliğin öne çıkan görünümlerinden birisi, gerçekliğin ne olduğu sorusu çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle bireyin kendilik algısını inşa edebileceği bir zemin olarak ya da içinde bulunduğu dünyayı tanımlamaya yarayan temel bir ilke olarak gerçekliğin belirsiz, tanımlanması güç ve duruma göre değişebilen bir olguya

gerçekliğe ilişkin evrensel bir harita çıkarma arzusu ve saf, berrak, mutlak bir gerçekliğin mümkün olabileceği düşüncesi hızla geçerliliğini yitirmektedir.

Baudrillard’ın da (2006b, 2010, 2012) ifade ettiği gibi modern çağ ilerlemenin ve gerçekliğin peşinde koşarken, bu çağın araçsallaştırdığı bilim ve teknoloji, gerçekliğin sonsuza dek kaybolmasına neden olmuştur. İleri teknoloji ve kitle iletişim araçları gerçekliği artık algılanamaz, çözümlenemez, rasyonel düşünme biçimlerinin çaresiz kaldığı, kesin ve çıkışı olmayan bir müphemliğin içerisine hapsetmiştir. Gerçekliğin yerini ise semboller, imajlar, simülasyon almıştır.

Baudrillard’a görepostmodern dönemin gerçekliği, ontolojik köklerinden bağımsız olarak modeller, minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler aracılığıyla türetilmektedir ve bunun adı hipergerçek yani simülasyondur22. Bu durum gerçekliğin, simülakrların sonsuz bir döngüde yeniden üretimiyle, (ontolojik olarak olmasa da bilinebilirlik, algılanabilirlik anlamında) artık ulaşılamaz, kavranamaz biçimde yok olduğu anlamına gelmektedir (Baudrillard, 2010: 14-15). Şaylan da (2006: 247) Baudrillard’dan hareketle, tüketim toplumlarına özgü bu süreçte bireylerin yoğun bir biçimde meta işaretleri, medya gösterileri, göstergeler, semboller, işaretler, taklit ve temsil süreçleriyle donatıldıkları ve bu kod bombardımanı içerisinde gerçeğe ulaşmalarının, herhangi bir şey üzerinde karar vermelerinin ve doğruyu yanlışı ayırt etmelerinin mümkün olmadığı düşüncesindedir. Her iki yazarın da işaret ettiği üzere gerçekliğin müphem bir görünüme bürünmesinde kapitalist üretim tarzının belirleyici bir rolü vardır.

22 Baudrillard (1991: 309-310) simülasyon kuramında üç tür simülakr olduğundan bahsetmektedir: Doğal (natural simulacra), üretici (productivity simulacra) ve hipergerçek olarak simülasyon (simulation simulacra). Doğal olan, görüntü, taklit ve imaja dayalıdır. Ütopyanın hayallerine karşılık gelmektedir.

Ütopyalardaki gibi simülasyon ve gerçeklik arasında belirgin bir ayrım vardır. Yani gerçeklik ve kurgu arasındaki fark korunmaktadır. İkincisi küreselleşmenin üretici güçlerinin, makinelerin yarattığı güç ve enerjiye dayalı simülakrdır. Bilimkurgunun yarattığı simülasyon bu türe aittir. Bu ileri teknolojinin her şeyi mümkün kılabileceğine dair bir simülasyondur. Ancak hala gerçek ve kurgu arasında bir mesafe söz konusudur. Üçüncüsü ise tüketici kültürü ve materyalizmin krizi olarak tanımlanan durumla ilgilidir ve

Kapitalist üretim tarzı her şeyin gösteriye indirgendiği bir sistemi meşrulaştırmış ve gündelik yaşamı gösterinin müphemliği içerisine hapsetmiştir. Guy Debord’un “modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı gösterilerin uçsuz bucaksız birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır” (2014: 34) ifadesinden de anlaşılacağı gibi modern çağda gerçeklikten değil onun manipüle edilmiş bir temsilinden bahsetmek gerekmektedir.

Debord’un “gösteri toplumu” kavramsallaştırması Batı Marksizm’inin kültürel mantığındaki önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Bu kırılma noktası Marx’ın değişim değeri nosyonunun yerini gösteri değerinin almış olmasıyla ilgilidir (Yibing, 2012: 23). Gösteri değeri sosyal dünyayı bir fantezi evrenine hapsetmiş ve yaşamı gerçeklik temelinden tamamen uzaklaştırmıştır. Artık gerçek ve sahte içiçe geçerek, fantezi, ideolojik körlük, izolasyon ve manipülasyon, sosyal hayatı tanımlayıcı temel unsurlar haline gelmiştir (Kaplan, 2012: 458). Bu çerçevede gösteriyi kapitalist üretim tarzının hem sonucu hem de tasarısı olarak görmek mümkündür.

Debord’a göre (2014: 35-36) gösteri gerçek dünyaya bir aksesuar gibi eklemlenen bir şey değildir; enformasyon akışının, eğlence tüketiminin, reklam ve propaganda stratejilerinin hâkim olduğu yaşamın tamamen gerçek dışı bir modelidir. Bu çağda metalar göstergelerle kuşatıldığı gibi göstergeler de meta haline gelmiştir (Aytaç, 2006: 31). Gösteri; bu metalar aracılığıyla inşa edilen kimlikler, gündelik yaşamda ve ahlaki değerlerde meydana gelen dönüşümler nedeniyle bireylerin gündelik yaşamın gerçeklerine yabancılaşmasına neden olmaktadır (Köse, 2010: 340-341). Böyle bir toplumsal düzende, doğru olandan bahsetmek oldukça güçtür; doğrunun imajlarla paketlenmiş bir temsili söz konusudur.

Gösteri, günümüzde bir olumluluk olarak sunulmakta ve meşrulaştırılmaktadır.

Görünür olanın iyi olması, iyi olanın da görünür olması gerekiyormuş gibi işleyen,

görünüşün tekelinde bir düzen söz konusudur. Görülebilir olan ise metadan başkası değildir. Gösterinin dünyası metanın dünyasıdır. Böyle bir düzen içerisinde daha önceleri dokunma duyusuna verilen ayrıcalıklı statü en soyut, en aldanabilir olan görme duyusuna terk edilmekte ve insanlar imajlar dünyasının hipnotize eden doğasına kapılmaktadırlar (Debord, 2014: 37, 39, 50). Benzer şekilde Baudrillard da imajların yaşamdaki etkin rolüne temas ettiği şu sözleriyle, doğrunun/gerçekliğin imajların değiş-tokuşu sürecindeki parçalanışına vurgu yapmaktadır:

“İmgeler her zaman ölümcül bir güce sahip olmuşlardır. Tıpkı bir model olarak benimsedikleri Tanrı'nın ilâhi kimliğini yok etmeye çalışan Bizans ikonaları gibi. Öldürücü bir güce sahip imgenin karşısına, gerçeğin görünen ve algılanabilen yanlarını sunan yeniden canlandırmanın diyalektik gücüyle çıkılmaktadır. Batı, bu yeniden canlandırma olayının önemine ya da göstergenin derin bir anlama sahip olabileceğine, bir göstergenin, bir anlamın yerini alabileceğine ve bir şeylerin -bu tabii ki Tanrı'dır- bu değiş tokuşun gerçekleşmesini sağladığına bütün kalbi ve iyi niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edildikten, Tanrı'ya olan inanç, göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini varın siz düşünün! İşte o zaman bütün sistem yer çekiminin etkisinden kurtulmuş bir kütleye, devasa bir simülakra dönüşmektedir. Bu gerçek dışı bir şey değil bir simülakrdır, gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen, hiçbir şeyin durduramadığı bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen bir şey” (2006:

20).

Modern düşünce yapısının etkisiyle ortaya çıkan gösteri kesinlikler üzerinden inşa edilmesine karşın, kesin olan tek şey onun hiçbir sağlam dogmaya dayanmaması, tamamen müphem olmasıdır. Onun müphemliği imajların değiş-tokuşu sürecinde sürekli değişim ve dönüşüm halinde olmasıyla ilgilidir. Gösterinin müphemliğini pekiştiren önemli etkenlerden birisi ise teknolojik gelişmelerin hız kazanmasıdır.

Teknolojinin sağladığı fırsatların araçsallaştırılmasıyla gösteri, uzmanlar topluluğu ve onların hesaplarına bağlı olan yargılara teslim edilmiş durumdadır. Bu uzmanların hedefi bilgi akışının yönünü gösterinin lehine olacak şekilde tayin etmektir. Gösterinin lehine olmayan her türlü bilgi ise ya yok sayılmakta ya da manipüle edilmektedir.

Özellikle de bireylerin mevcut koşulları değerlendirmesine ışık tutabilecek nitelikteki tarihsel bilgi, imajlar aracılığıyla manipüle edilmektedir. Bu manipülasyonun sonucu

olarak insanların olup bitenler karşısında sessiz kalmaları, söz konusu toplumsal gerçeklikleri görmezden gelmeleri arzulanmaktadır.

Baudrillard’ın bütün sistemin simülakra dönüştüğü öngörüsü ile Debord’un gösteri kavramsallaştırmasının dayanaklarının paralellik içerisinde olduğu görülmektedir. Her ikisinin yaklaşımlarında dagerçekliğin bir hiçliğe doğru sürüklendiği ve artık bu sürüklenmenin önünde durmanın mümkün olmadığı vurgulanmaktadır.

Ayrıca her ikisinin görüşleri de müphemliğin yıkıcı olasılıklarını “gerçeklik kaybı”

tartışmaları ekseninde değerlendirmeye katkı sağlamaktadır. Gerçekliğin kavranamaz hale gelmesiyle ortaya çıkan müphemliğin, bireylerin kendi varoluşlarına ve içinde yer aldıkları toplumun değişen dinamiklerine yönelik farkındalık geliştirmelerinin önünde engel teşkil ettiği aşikardır.

Gerçeklik kaybına ilişkin tartışmaların bir yönü de “gerçekliğin” peşinde olduğu iddiasını taşıyan bilimsel bilgiye yönelik güvenin sarsılmasıyla ilgilidir.

Teknoloji odaklı ve işlevsel amaçlara yönelen bilim, Aydınlanma’dan bu yana sahip olduğu gerçekliği anlaşılabilir, kavranabilir kılma hedefinden sapmıştır. Bilimin artık hakikatin peşinde olmadığı iddialarını destekleyen Paul Virilio (2003: 7), modern bilimin felsefi temellerinden uzaklaştığını (insanlığa faydalı, tutarlı bir hakikat keşfetme arayışını bir kenara bırakmış) ve giderek işlevsel amaçlar için çalışan “tekno-bilim”23 haline geldiğini ifade etmektedir. Gerçekliğe değil, etkililiğe bağlı olan tekno-bilimin, kendi çöküşünü de hazırladığına ve tarihsel bağlamından koparılmış sözde bilimsel gelişmelerin aşırılığı içinde kaybolduğuna dikkat çeken Virilio’ya göre (2003: 9) bilim artık “tarih’in ilerlemesinin öznesi değil, hakikatin hızlanmasının yarattığı baş

dönmesinin öznesidir. Üstelik bu öznellik durumu da her tür hakikiliğin aleyhine işlemektedir.” Başka bir ifadeyle birkaç yüz yıl önce hakikatin ortaya çıkışının kaynağı olan bilim, bugün hakikatin yok oluşunda etkili olmuştur.

23 Virilio (2003: 8), teknolojik maceracılık batağına saplanmış olarak değerlendirdiği tekno-bilimi,

Gerçekliğin kayboluşu, Virilio’nun üzerinde önemle durduğu gibi, tekno-bilimin “hız” mantığıyla ilişkilidir. Telekomünikasyon teknolojisinin gelişmesine paralel olarak hız kültürü toplumun her alanına sirayet etmiş; mekânsal ve zamansal algıları derinden dönüştürerek gerçekliğin kavranabilir niteliklerini deforme etmiştir. Bu durum, Virilio’nun “hızlandırılmış hakikat” olarak tanımladığı türden, küresel medya çağına özgü yeni bir gerçeklik olgusuna işaret etmektedir (Köse, 2003: 173). Hız, toplumsal kurumların her alanına öylesine sirayet etmiştir ki, “durmak ölümdür yasası dünyanın genel yasası gibi görünmektedir” (Virilio, 1998: 69). Hızla ilerleme anlayışının egemenliğinde her şey gibi gerçeklik de anlamını yitirmekte ve hiç kimsenin üzerinde detaylıca düşünmediği, müphem bir nitelik kazanmaktadır. Tekno-bilim, yani aşırılığın bilimi de gerçekliğin üzerinin örtülmesine hizmet etmekte, başka bir ifadeyle

“gerçekliğin yok oluş estetiğine” katkı sağlamaktadır (Virilio, 2003: 9).

Diğer yandan tekno-bilime hizmet eden rasyonel bilgiye güvenin gün geçtikçe azalmasına bağlı olarak belirli konular üzerinde kamuoyunu etkilemede duygular ve kişisel kanaatler nesnel bilgiden daha etkili hale gelmiştir. “Post-truth”24 kavramıyla ifade edilen bu durum gerçekliğin yitirildiği bir dönemin temel özellikleri arasında görülmektedir. Post-truth çağında politikadan, ekonomiye her alanda gerçek olanın önemi kalmamış, kanaatlerin oluşmasında kurgulanmış ve nesnel dayanağı olmayan bilgiler gerçeklerden daha belirleyici hale gelmiştir. Keyes’e göre (2018: 13-14) gerçeğin itibar görmemesi, sahtekârlığın olumsuz bir yargılamayla yüzleşmeksizin kabul görmesine neden olmuştur. Bu durumu etik gerilemeyle ilişkilendiren Keyes, ahlaki pusulaların kaybolduğundan, doğru-yanlış anlayışlarımızın dönüşüme uğradığından bahsetmektedir.

24 Kavram bugünkü anlamıyla ilk kez 1992 yılında Steve Tesich’in The Nation dergisinde yayımlanan, Watergate Skandalı ve Vietnam Savaşı sırasında yürütülen medya politikalarını gündeme getirdiği bir yazısında kullanılmıştır (Keyes, 2018: 14). Ralph Keyes’in “The Post-Truth Era: Dishonesty and

Kitle iletişim araçları aracılığıyla ve özellikle de internet ağı üzerinden yayılan enformasyon yoğunluğu da kanaatlerin gerçeklikten daha fazla değer görmesiyle tanımlanan post-truth çağının ortaya çıkmasında belirleyici olmaktadır. Dijital teknolojilerin sunduğu büyük veri, ekonomik, sosyal ve hukuki anlamda değişime yol açan kalıpları sunarken yeni bir mitolojiyi devreye sokmaktadır. Bu, dijital araçların sağladığı büyük verinin daha önce elde edemeyeceğimiz ölçüde doğruluk, tarafsızlık edasında içgörüler üretebileceği ile ilgili bir mittir. Dijital teknolojiler içgüdülere ve geleneklere karşı güvenilir kanıtlarla savaşmayı amaç edinmekte ve insan hatasını minimuma indiren bir gelecek teminatı vermektedir. Böylelikle Cirucci’nin de (2018:

66) ifade ettiği gibi dijital teknolojilerle ilişkilendirilmiş bilginin “daha gerçek” olduğu düşüncesi yayılmaktadır. Oysaki yine Cirucci’nin eklediği gibi, dijital araçlar bilginin kaynağına ilişkin güvenirliğin daha zor ölçüldüğü mecralar olarak post-truth tartışmalarında giderek daha fazla merkezi bir konumda yer almaktadırlar.

Dijital teknolojilerin de içinde yer aldığı teknolojik gelişmelerin ve kapitalist ekonomiye bağlı yayılmacı politikaların zaman ve mekân algısı üzerindeki dönüştürücü

etkisi de gerçeklik kaybı tartışmalarının önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Konuyu

“zaman-mekân sıkışması” kavramıyla ele alan David Harvey’e göre “mekân telekomünikasyonun yarattığı bir ‘küresel köy’e ve ekonomik ve ekolojik karşılıklı bağımlılıklardan örülmüş bir ‘uzay gemisi dünya’ya doğru küçüldükçe ve zaman ufkumuz sonunda içinde bulunduğumuz andan başka bir şey kalmamacasına kısaldıkça (şizofrenin dünyası), mekânsal ve zamansal dünyalarımızın sıkışması duygusunun hakimiyetiyle başa çıkma zorunluluğuyla karşı karşıya kalınmaktadır” (Harvey, 1997:

270). Harvey’in bahsettiği zorunluluk durumu, kapitalizmin 1960’lı yıllardan sonraki seyrine bağlı olarak ortaya çıkan zaman mekân sıkışmasına eşlik eden politik, toplumsal ve özel alanda yaşanan hız, gelip geçicilik ve parçalanma olgularıyla ilişkilidir ve politik-ekonomik uygulamalar, sınıf ve güç dengeleri, kültürel ve toplumsal yaşam

kapsamında, bireyler üzerinde sarsıcı bir etki yaratmaktadır (Harvey, 1997: 317, 341).

Virilio’ya göre (1998: 128) ise Harvey’in zamanın ve mekânın dönüşümüyle ilgili olarak bahsettiği parçalanma, gelip geçicilik gibi olgular postmodern çağa özgü hız kültürünün ürünüdür ve bireylerin gerçekliğe ilişkin kavrayış tarzlarını da derinden dönüştürmüştür. Zamana ve mekâna ilişkin bu tür bir kavrayış, tüm nesnel gerçekliği reddeden, sanal gerçekliğe dayalı sibernetik bilgi türünün ortaya çıkışıyla daha da güçlenmiştir. Çünkü sanal gerçeklik teknolojileri mekâna ve zamana nesnel bağlarından ayrıksı ve daha müphem bir boyut kazandırmaktadırlar.

Baudrillard, Debord ve Virilio’nun görüşleri “gerçekliğin” kayboluşunu farklı açılardan ortaya koymakla birlikte, gerçekliğe ilişkin pusulalarını yitiren bireylerin ve toplumların içinde yer aldıkları koşullara yönelik eleştirel düşünme yetilerinin zarar gördüğü konusunda hem fikirdirler. Onlara göre, gerçekliğin yok oluşu yaşamın insani değerler üzerine kurulu yapısını derinden etkilemiştir. Baudrillard’ın “gerçeklik ilkesi”

kavramı çerçevesinde ifade ettiği gibi (akt. Adanır, 2010: 52), gerçek anlamda toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel yaşamdan söz edebilmek için gerekli olan inançlaşmış-düşünce geleneği insanların yaşamlarını belirleyemez hale gelmiştir.

İnsanlar inançlaşmış-düşünce geleneğinin şekillendirdiği gerçeklik ilkesine giderek yabancılaşmışlardır. Bu yabancılaşmanın sonucu olarak da amaçlarını, umutlarını, geleceğe yönelik düşlerini, yaşama dair anlam arayışlarını yitirerek çaresizce mevcut düzeni onaylamak ve bu düzenin “değerlerini” yeniden üretmek durumunda kalmışlardır.

Bütün bu tartışmalar ekseninde, gerçekliğin müphemliğine yol açan akışkan toplumsal dinamikler içerisindeki postmodern bireyin, adeta bir sisifos döngüsü25 içerisine sürüklendiği söylenebilir. Sisifos’un kayasının tepeye ulaştığı her anda yeniden

25 Sisifos Yunan mitolojisinde geçen bir kralın adıdır. Hikâyeye göre bu kral, ölüler ülkesi tanrıları tarafından, yeraltı dünyasında, büyük bir kayayı dik bir tepenin en yüksek noktasına kadar yuvarlamakla

yuvarlanması gibi gerçeklik arayışı da bireyin içinde bulunduğu müphem koşullarda nihai noktası olmayan bir sürecin parçasına dönüşmüştür. Bu çerçevede, gerçekliğe ilişkin algıların belirsizlik içerisinde seyretmesi ve bu durumun bireylerde ortaya çıkardığı anlam yoksunluğu, müphemliğin gerçeklik arayışında yarattığı tahribata bağlı olarak ne kadar yıkıcı olabileceğinin göstergesi olarak kabul edilebilir.