• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: MÜPHEMLİK VE DİSTOPYA

2.2 Distopyalarda Müphemliğin Görünümleri

2.2.3 İktidarın Gözü ve Özgürlük/Mahremiyet Sorunsalı

girişimi temsil etmektedir (Bukatman, 1993: 8). Bukatman bilimkurkuya atfettiği bu önemi başka alanlarda ortaya çıkan ikiliklere doğru da genişletmekte; postyapısalcı ve postmodernist kuramcıların organik-inorganik, kadın-erkek, özgünlük-taklit, gerçeklik-yapaylık, insan-insandışı gibi düalist yapıların tersyüz edilmesine ilişkin tartışmalarının, bilimkurgu anlatılarında yer verilmesinin önemine vurgu yapmaktadır (Bukatman, 1993: 10). Bu açıdan distopik anlatılarda düalist sınırların muğlaklaşmasına yönelik vurgular, sorgulamaya açtıkları düşüncelerin çeşitliği açısından müphemliğin yaratıcı, üretken potansiyellerinin örnekleri olarak değerlendirilebilir.

takıntılıdır, maceraperesttir, yeni ve daha yoğun duygulara meraklıdır fakat aynı zamanda risk almamızı ve çok ileri gitmemizi engelleyecek bir iktidara ve güvenceye de ihtiyaç duymaktadır” (2018: 62). Bu iki arzu arasında sıkışıp kalan birey, özgürlüğüne mi yoksa güvenliğine mi öncelik vereceğine göre farklı seçimlerle yüzleşmek zorundadır. Güvenliği sağlamak için alınan önlemlerin, kaynağı belli olmayan risklere karşı alındığı durumlarda ise güvenlik ve özgürlük arasındaki paradoksal durum daha da belirginleşmekte, birey açısından bilinçli bir konum alış da aynı oranda güçleşmektedir.

Güvenlik ile terör eylemleri arasında ilişki kurarak bu konuyu tartışan Diane Leenheer Zimmerman da (2006: 48) Jeffrey Rosen’ın The Naked Crowd/Çıplak Kalabalık (2004) kitabından hareketle, özellikle 11 Eylül gibi terör saldırılarından sonra korku içerisindeki vatandaşların gözetim odaklı uygulamalara onay verdiği, ya da en azından sorgulamamayı tercih ettiklerini vurgulamaktadır. Ancak Rosen, güvenlikle özgürlük-mahremiyet arasındaki bu değiş tokuşta söz konusu amaca yönelik kazanımlarla, bireylerin kontrol noktasındaki kayıpları arasında doğru orantı olmadığı kanaatindedir.

Ona göre güvende olmak için bireyler ağır bedeller ödemektedirler.

Öte yandan neye ve kime karşı olduğu belli olmayan bir güvenlik anlayışı, korkuyu gidermediği gibi güvensizlik algısını daha da arttırmaktadır. Bu durumda Bauman’ın ifadesiyle “akışkan modern toplum korku dolu bir hayatı yaşanabilir kılmaya çalışan bir mekanizmaya” (2018: 115) dönüşmektedir. Küresel düzeyde işleyen neoliberal politikaların başat hale geldiği günümüz toplumlarını “imparatorluk”

kavramıyla niteleyen Hardt ve Negri de “giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katan merkezsiz ve yersizyurtsuzlaşmış bir yönetim aygıtı”nın (2018: 16) egemen hale geldiğinden söz etmektedirler. Herkesin çevrede (yolda, uçakta, metro vb.) olup biten şüpheli durumlara karşı uyanık olması beklenmekte ve korku kültürü görünüşte evrensel bir güvenlik makinesine uyum sağlamayı haklı çıkarmaktadır (Hardt ve Negri, 2013: 31).

Bu tartışmalar içerisinde güvenlik gerekçesiyle öne sürülen gözetim politikalarının ötesine geçildiğinden; gözetim anlayışının, Foucault’un Bentham’a referansla kullandığı panoptikon kavramsallaştırmasının ötesinde bir yapıya karşılık geldiğinden yaygın olarak bahsedilmektedir. Bilindiği gibi Foucault panoptikonu

“görmek-görülmek çiftini ayırmaya yarayan bir makine” (2017: 298) olarak tanımlamakta ve bu tanımı gözetime dayalı bir iktidar biçiminin metaforu olarak kullanmaktadır. Oysaki bugünün denetim aygıtlarına ilişkin sıklıkla gözetleyen-gözetlenen arasındaki ayrımın bulanıklaştığından, iktidarın yersizyurtsuzlaşmasından söz edilmekte ve yeni dünya düzenindeki gözetime dayalı karmaşık ilişki süperpanoptikon, sinoptikon ve omniptikon gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır.79 Bauman ve Lyon’un tabiriyle “gözetim akışkan bir hal almıştır”

(2018). Yani panoptikonun katı sabitliği çözülmüş ve yerine panoptik sonrası her yere sızan ve sürekli yöntemlerini güncelleyen bir gözetim anlayışı geçmiştir.

Gözetime ilişkin bu karmaşık yapıya distopyalarda da sıkça yer verilmekte ve özgürlük talebi ile gözetlemenin meşruiyeti arasındaki çelişkiler de müphemlikler barındıran bir alan olarak ortaya çıkarmaktadır. Örneğin; The Island filminde zengin insanların sağlıklı kalmalarını sağlamak üzerine kurulan bir toplumsal düzen konu edilmekte ve bu insanların yaşamlarını sağlıklı koşullarda sürdürülebilmelerini sağlamak amacıyla kurulan ve klonların üretildiği bir tesis yer almaktadır. Bir anlamda yedek parça olarak kullanılmak üzere organların temin edilmesi amacıyla işletilen bu tesis aracılığıyla, klonların ne düzeyde insan oldukları sorgulanmakta ve bio-denetim mekanizmaları tarafından köleleştirilmeleri tartışmaya açılmaktadır. Bu film üzerine

79 İktidarın yersiz yurtsuz oluşu gibi gözetim de yersizyurtsuz, gözetleyenin, gözetlenenin, gözetlenen zamanın ve mekânın belirsiz olduğu Thomas Mathiesen’in (1997) “sinoptikon (az kişinin çok kişiyi değil, çok kişinin az kişiyi gözetleyebildiği gözetim sistemi)” kavramıyla, Jeffrey Rosen’ın (2004) ise

“omniptikon (herkesin herkesi, her an her yerde gözetleyebildiği gözetim sistemi)” kavramıyla tanımlamaya çalıştığı bir boyut kazanmıştır. Gözetim, amaçlarıyla, özneleriyle, yöntemleriyle, zaman ve mekânıyla müphem bir hale gelmiştir. Gözetimin en belirgin meşruiyet kaynağı “güvenliği sağlama”

açıklamasının öznelerin özgürlük ve mahremiyet talepleriyle olan çatışması ise bireylerin gözetim sistemine bizzat dâhil olarak gözetim teknolojilerinin gündelik hayatta yaygınlaşmasını

yaptığı çalışmada Favaro (2017a: 19) klonların içinde yaşadıkları ve bedenlerinin, düşüncelerinin, isteklerinin şekillendirildiği, denetim altında tutulduğu bu sistemin Foucault’un panoptikona ilişkin saptamalarına uygun olduğunu vurgulamaktadır. Diğer yandan klonlar için hazırlanmış olan düzen tüm risklerden arındırılmış, hijyenik ve çatışmaların olmadığı, görünüşte huzurlu bir ortamdır. Çatışma ve düzenin bozulmasının gündeme gelmesi ise ana karakterlerin, gerçekliği sorgulamaya yönelmeleri ile gerçekleşmektedir. Bu noktada gerçeğin peşine düşmek bu güvenli görünen, steril düzenin tersyüz olmasını da göze almak anlamına gelmektedir. Bu bakımdan filmde güvenlik ve özgürlük arasındaki ilişkide ortaya konulan tavır bir yönüyle yıkıcı, bir yönüyle de gerçekliği dönüştüren, kurmaca evrene hâkim olan eşitsizlik ilişkilerini sorunsallaştıran bir görünüme kavuşmakta dolayısıyla da müphem bir söylem ortaya konulmaktadır.

Stanley Kubrick’in yönetmenliğini yaptığı ve insan doğası ve toplum yasaları arasındaki gerilimi tartışmaya açan Otomatik Portakal (1971) filminde ise baskı üzerine kurulu bir politik örgütlenmenin nasıl işlediği ve biopolitikanın/beden politikalarının tehdidi altındaki modern toplum üzerine bir tartışma yürütülmektedir. Funda Civelekoğlu’na göre (2017: 23) şiddetin en üst seviyede estetize edildiği yapıtlar arasında yer alan filmde, iktidarın toplumsal düzeni ve güvenliği sağlama yönündeki politikaları, şiddetin estetize edilmesinin kaynağında yer almaktadır. Bu anlamda Otomatik Portakal, Freud’un uygarlaşma sürecinde baskılandığını ifade ettiği bilinçaltı arzuların açığa çıkmasına dayanan bir özgürlük anlayışı ile düzene dayalı toplumsal normlar arasındaki gerilimli ilişkinin ironik bir anlatımına sahiptir. Bu yönüyle film, bireylerin güvenlik talebi ve özgürlük arzusu arasındaki müphem ilişkiye temas eden filmlerden biri olmaktadır.

Equilibrium (2002) filmi de distopik temalı filmlerin genelinde yer alan düzeni sağlamak adına baskı rejimine dayanma ve tek tip vatandaş yaratma düşüncesine

yöneltilen bir eleştiri üzerine kuruludur. Filmdeki Teragrammaton adı verilen meclis, insanların belirli kurallar çerçevesinde hareket etmesini sağlamakta ve sonuçta birey olmayı başaramamış, tek tip insan motifi ortaya çıkmaktadır. Savaşı ortadan kaldırmak için tüm duygulara savaş açmış olan bu yönetim, insanın en mahrem alanlarına;

bedenine, düşüncelerine ve duygularına kadar nüfuz etmiştir. Bireyselliğin en temel göstergelerinden biri olan duygular yönetici güçler tarafından istila edilmiştir. Bu durum Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı kitabındaki (2000) kurguyu hatırlatmaktadır. Orada da birey olmak, bağımsız duygu ve düşüncelere sahip olmak düzenin altüst olması anlamına gelmekte ve böyle bir özgürlük anlayışını hoş karşılamayan iktidar mekanizmaları tarafından denetim aygıtları devreye sokulmaktadır. Cesur Yeni Dünya romanında olduğu gibi bu filmde de düzenin istikrarı ve güvenlik ihtiyacıyla bireysel özgürlükler arasındaki paradoksal ilişki bağlamında müphemlik sorunsallaştırılmaktadır.

Suçların henüz işlenmeden cezalandırıldığı bir adalet sisteminin konu edildiği Minority Report (2002) filmi de güvenliği sağlama düşüncesiyle perdelenmiş bir gözetim mekanizmasını tartışmaya açmaktadır. Filmde Ulrich Beck’in “risk bilincinin temeli şu anda değil gelecektedir” (2014: 32) tarifiyle paralel olarak, risk gelecek üzerinden düşünülen bir olgu olarak resmedilmektedir. Gözetim söz konusu olduğunda risklerle savaşmak için hem bugünü hem geleceği denetleme arzusu devreye girmektedir. Bedenin denetim altına alınması düşüncesinde de bugünü olduğu kadar geleceği de denetleme arzusu yer almaktadır. Çünkü riskle savaşmada en değerli yöntem gibi gözüken DNA çözümlemeleri, geçmişte ne olduğunun yanı sıra gelecekte neler olabileceğine ilişkin verileri de sunmaktadır. Bu bağlamda filmde devletlerin

güvenlik stratejileri ve bireylerin mahremiyetlerine ilişkin sınırlılıklar arasındaki paradoksal/müphem ilişki gündeme getirilmektedir.80

The Circle (James Ponsoldt, 2017) adlı filmde ise özgürlük ve mahremiyetin sınırlarının korunması ve güvenlik sistemlerinde yeni teknolojilerden yararlanmanın önemi arasındaki kararsızlık daha somut bir anlatıyla sunulmaktadır. Filmde büyük bir teknoloji firmasında çalışmaya başlayan Mae adlı karakter bu firmanın deneysel bir uygulamasına dâhil olur ve hem kendisinin hem yakınlarının mahremiyeti konusunda bazı sorunlarla yüzleşmek zorunda kalır. Boğulmak üzere olduğu bir anda sokaklarda güvenliği sağlamak üzere dolaşan bir dronun yetkililere ulaşması sayesinde kurtulan Mae, bu teknolojilere sorgusuz bir güven duymaktadır. Çevresiyle yaşadığı sorunlara rağmen söz konusu teknolojilere olan inancını yitirmeyen karakter daha sonraları bir sorgulama sürecine girse de film bir tür şeffaflık talebiyle bitmekte ve eleştiriler yeterince şeffaf davranmayan şirket yöneticilerine yöneltilmekte, teknoloji ya da güvenlik politikalarına yönelik yaklaşım büyük ölçüde belirsiz bırakılmaktadır. Filmin sonunda Mae teknolojiye, bilgiye ulaşma anlamında önemli bir rol yüklemeye devam etse de katıldığı deney sürecinde başına gelenler izleyiciyi özgürlükler ile güvenlik tartışması bağlamında, mahremiyetten ne düzeyde ödün verilebileceği konusunda ikilemde bırakmaktadır.

80 Minority Report filmiyle benzer bir anlatıya sahip olan Person of Interset dizisinde de risk algısıyla birlikte, güvenlik beklentisi ve gözetimin mahiyeti arasındaki sınırların belirsizleşmesine temas edilmektedir. Ancak, güvenlik konusundaki endişelerin artık normalleşerek statükonun devamına hizmet ettiği düşüncesinde olan Morales ve Menendez’e göre (2016: 16) Person of Interest dizisinde korkunç olayların kaçınılmaz olarak yaşanacağı dünyada “sadece paranoyakların hayatta kalacağı” öngörüsü

ortaya konulmaktadır. Konuya ilişkin ilgi çekici nokta ise söz konusu duruma yönelik protesto ve eylemin değil, sessiz ve itaatkâr uyumun teşvik ediliyor olmasıdır. Morales ve Menendez (2016: 19) toplulukların eşitsizlik, yoksulluk, haksız küreselleşme ya da fanatizm ve radikalleşme gibi koşullar altında eleştirel düşünmeye davet edilmediğini ifade etmektedirler. Yazarlara göre (2016: 20) dizideki karakterler de sosyal aktivizmi, politik eylemi ve daha şeffaf demokratik koşulları düşünmemektedirler; yalnızca sıradan insanların gündelik yaşamlarındaki köklü kırılmaları önleme çabasındadırlar. Bu yönüyle dizide, kimi zaman direniş imkânına dair ipuçları verilse de daha çok tüm vatandaşlarının hayallerini gerçekleştirebilecek koruyucu kollayıcı bir Amerika ideali sürdürülmektedir. Dizide güvenlik ve gözetim ekseninde açığa çıkan müphemliklerin yıkıcı potansiyellerine yer verildiği anlaşılmaktadır ancak dizinin

Konuya ilişkin tartışmalar, Gattaca (Andrew Niccol, 1997) filminde ise insan genetiği üzerinde yapılan değişiklikler bağlamında yürütülmektedir. Filmde doğal koşullarda dünyaya gelen insanlarla genetiği labaratuvar ortamında iyileştirilmiş olarak doğan insanlar arasında eşitsizliğin hüküm sürdüğü, başka bir ifadeyle öjenik81 uygulamaların sınıfsal ayrışmaya neden olduğu bir toplumsal düzen konu edilmektedir.

Bu düzen içerisinde toplum sağlığını güvence altında tutacağı düşünülen bir teknoloji aynı zamanda biyo-politik uygulamaların denetim aracı olarak da işlev görmektedir.

Film, bu kurgusuyla Habermas’ın da üzerinde durduğu (2003: 33-34)82, sağlıklı bir insan ve sağlıklı bir toplum elde etmek adına, insanların kendi bedenlerine ilişkin tasarrufta bulunma haklarının daha doğmadan ellerinden alınmasıyla ilgili etik bir tartışmayı gündeme getirmektedir. Bu noktada film, güvende olmak için mahremiyetten ne ölçüde ödün verilebileceği sorgulamasını radikal bir boyuta taşımaktadır.

Gattaca filminde dolaylı olarak, adaleti ve toplumun güvenliğini sağlamak için iktidar mekanizmalarının genetik biliminden yararlanmasının olumlu ya da olumsuz potansiyelleri bağlamında da sorgulamalar yürütülmektedir. Adli alanda genetik biliminden yararlanmanın kaygı uyandırabilecek sonuçlarını bu filme referansla tartışan Rossana Ducato and Ilaria Marchi’ye (2012) göre adli işlerde her geçen gün yeni gelişmelerle gündeme gelen genetik teknolojisiyle yüzleşilmesi gerekmektedir. Bu teknoloji bir yandan hukukun amaçları doğrultusunda hareket etmeyi kolaylaştırıcı imkânlar sunarken diğer yandan aynı hukuk kurallarına meydan okuyan uygulamaları

81 Charles Darwin’in kuzeni Francis Galton tarafından üretilmiş olan öjeni kelimesi, sağlıksız ceninlerin ayıklanarak sağlıklı nesillerin üretilmesini amaçlayan bir düşünceyle ilgilidir (Fukuyama, 2003: 105). On dokuzuncu yüzyılın sonları yirminci yüzyılın başlarında bazı öjeni programlarının birçok hükümet tarafından desteklenmesi hem şaşırtıcı hem de ürkütücü gözükmektedir. Sosyal Darwinistlerin yanı sıra, Fabian Sosyalistlerinden Beatrice ve Sidney Webb ve George Bernard Shaw gibi isimler, J.B.S. Haldane ve J.D. Bernal gibi komünistler, Margaret Sanger gibi feministler de bu öjenik programların destekçisi olmuşlardır (Fukuyama, 2003: 10-106).

82 İnsan doğasının araçsallaştırılmasına karşı çıkan Habermas’a göre (2003: 33) “tıbbi araştırmalar yapmak amacıyla embriyoların üretilmesi ve kullanılmasına yoğunlaşıp, bu tip uygulamalar normalleştikçe, doğum-öncesi insan hayatına ilişkin kültürel algımız değiştikçe, bunun sonucunda fayda-maliyet hesaplarına ilişkin ahlaki hassasiyetlerimiz tamamiyle körelmektedir”. Bu tür bir yaklaşım Habermas (2003: 34) için ahlaki ve hukuki bağlamda öne sürülen kişinin dokunulmazlığı ve kişinin

içermektedir. Nitekim toplumsal güvenliği sağlamak için hukuki alanda yararlanılan genetik bilim uygulamalarının, aksi bir amaca hizmet etmesi de mümkündür. Yazarlar bu karmaşık ilişkiyi disiplinlerarası bir bakışla ele almanın gerekliliğini ortaya koymaktadırlar. Gattaca filminde bu boyutuyla da güvende olmak ve özgürlük arasındaki paradoksal ilişki sorunsallaştırılmakta ve bu tartışma müphem bir alanda bırakılmaktadır.

Bütün bu örnekler, güvenlik ve özgürlük arasındaki paradoksal ilişkiyi farklı açılardan gündeme getirmektedirler. Anlatıların ortak noktası ise teknolojinin toplumsal düzeni sağlamak konusunda sunduğu fırsatlarla gözetim politikalarına hizmet etme potansiyelini aynı anda ele alarak, postmodern koşulların bireyi maruz bıraktığı belirsizlikleri yansıtmalarıdır. Bu yönüyle söz konusu anlatılarda yer bulan müphemliklerin daha çok yıkıcı boyutlarıyla belirginleştiği söylenebilir. Diğer yandan, bu anlatıların zaman zaman konuya ilişkin paradoksal ilişkileri sorgulayıcı bir perspektifle ele almalarının ise müphemliğin alternatif düşünme biçimlerine sevk eden potansiyellerine ilişkin bir kavrayışı da mümkün kıldığı söylenebilir.