• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: MÜPHEMLİK PHARMAKONU

1.2 Müphemliğin Yıkıcı Görünümleri

1.2.5 Kolektif Bilinç/Eylemin Kayboluşu

ve toplumsal yarar adına politikacıların ne tür sorumluluklar alması gerektiği hakkkında oldukça sınırlı bilgi içerdiği böyle bir süreçte, bireyler siyaset kurumunun yaşamlarını nasıl etkilediği ya da etkileyebileceği konusunda kayıtsız hale gelmektedir. Söz konusu kayıtsızlıkta politik mesajların içeriksiz, dayanaksız olmasının ve gerçekliği yansıtmayarak müphem bir boyut kazanmasının yarattığı kafa karışıklığının etkili olduğu söylenebilir. Bu kafa karışıklığının ortaya çıkardığı müphem duygular, politik izleyici/vatandaş profilini de olumsuz etkileme ve politik duyarlılık geliştirebilmek için gerekli olan düşünümselliği köreltme potsansiyelini açığa çıkarmaktadır.

Bütün bu tartışmalardan yola çıkarak, gerçeklik algısının bozulması, gösteriye dayalı bir düzenin hâkimiyeti, teknolojik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan hız kültürü gibi unsurlarla açığa çıkan müphem koşulların, bireylerin düşünsel mekanizmalarını olumsuz etkilediği ve alternatif düşünme biçimlerine yönelmelerini güçleştirdiği söylenebilir. Bu durum, müphemliğin yıkıcı sonuçlar doğurabilecek potansiyeller içerdiğini bireylerin düşünümsel yetilerine olan olumsuz etkisi üzerinden de göstermektedir.

şekilde sürdürülmektedir. Kamusal mekânlarda duygularını aktif bir şekilde sergileyebilen herkes için denetleyici bir seyirci kitle söz konusudur. Bu seyirci kitle kamusal alanda yalnızca etkileşim halinde olan kişiler değillerdir ve karşılarındaki/izledikleri kişiyi (politikacı, aktör, sanatçı vb.) denetleme niteliğine de sahiplerdir. Ancak izleyici kitle, karşısındaki kişileri denetleme konusundaki güvenini giderek kaybetmiş, aktif bir güç, bir kamu olma anlayışını yitirmiştir. Kamusal alanda duyguların açığa vurulmasının müphem ve tehlikeli sonuçlarıyla korkutulan bu kitle için sonuç, ötekilerle temastan kaçınma, suskunluğa sığınma ve hatta duyguları gizleme çabasının içselleştirildiği bir hiçbir şey hissetmeme hali olmuştur (2010: 336). 18.

yy’dan bu yana kamusallık özel hayatın gerektirdiği ölçüde değer görmüştür. Özel yaşamlar kamusallıktan daha önemli bir statü kazanmıştır. Bunun sonucu olarak, modernlikle birlikte özel hayatlarına çekilen insanlar, kamusal meselelere karşı sessiz kalmaya başlamış ve sosyal yaşamda aktif, eyleyen değil seyreden konumuna geçmişlerdir.

Bu sessiz çoğunluğu Baudrillard, “toplumsalın içinde kaybolduğu bir karadelik” (2006: 12) olarak tarif etmektedir. Ona göre, bu kitleler toplumsala ait herhangi bir konuyu (devlet, tarih, kültür, anlam vb.) hiç iz bırakmadan yok etmektedirler. Kitlelere yapılan her çağrı bu nedenle sonuçsuz kalmakta ve bir tepkisizlikle karşılanmaktadır. Postmodern dünyanın bireylerinin özgürleştirilebilecek gizil bir enerjilerinin olmadığına inanan Baudrillard, onların sahip olduğu gücün toplumsala dair her şeyi emme ve nötralize etmeye yarayan sessizlik olduğunu ifade etmektedir. Baudrillard’ın ifadesiyle artık kitleler nezdinde “ne bir dışa vurum vardır ne de temsil edilme; yalnızca açıklanamaz ve açıklanamamış olan bir toplumsallaşmanın simülasyonu vardır” (2006b: 26). Dolayısıyla hem Sennet hem de Baudrillard’ın yaklaşımları kamusallığın ve kamusal duyarlılığın kayboluşunun kitlelerin sessizliğinde kendisini gösterdiğini ortaya koymaktadırlar.

Kamusal meselelere yönelik ilginin azalması insanların toplumsal sistemlere ve ideolojik yaklaşımlara güven duymak konusunda yaşadıkları çekincelerle de yakından ilişkilidir. Hem sol hem de sağ düşüncelerin merkezde olduğu yönetimler konusunda yaşanan olumsuz deneyimler, hayal kırıklıkları ve ortaya çıkan belirsizliklerle dolu zaman dilimi, insanların politik bağlılık geliştirmenin anlamsız olduğu yönündeki yargılarının anlamlı gerekçelerini oluşturmuştur. Lyotard’ın “büyük anlatıların sonu”28 ve Fukuyama’nın “tarihin sonu”29 olarak tarif ettiği durumlar da bu apolitize olma haline işaret eden veriler sunmaktadırlar. Her iki yazar da söz konusu tanımlamalar kapsamında, tarihe yön veren ideolojilerin yaşadığı itibar ve anlam kaybı sorunlarına değinmekte ve bu sorunların insanların, herhangi bir ideolojiyi benimseme, soyut bir amaç uğruna savaşma, tehlikeye atılma, cesaret ve atılganlık örneği gösterme yönündeki idealist arzularının sönmesiyle doğru orantılı olarak geliştiğini öne sürmektedirler.

İnsanları dava bilincinden uzaklaştıran bu ruh hali, toplumsal sistemlerin savunucularının gözünde anlamsızlaşması ve ideal bir sistemin mevcudiyetine dair inancın yitirilmesinin açığa çıkardığı müphemliğin bir ürünü olarak görülebilir. Bu bağlamda, kolektif edimselliğin zayıflamasının temelinde bu müphemliğin yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bireylerin kolektif bir bilinçle politik bir yönelim içerisine girmelerine teknolojik gelişmelerin ve liberal politikaların açığa çıkardığı hız kültürünün de olumsuz yönde etki ettiği söylenebilir. Sürekli hareketin, değişimin, hızın ortaya çıkardığı müphemliğin bireyi bağlantısız/bağsız yaşamaya, üstelik bunu talep etmeye yönlendirmesi ve başkaları ile olan bağı kopmuş, yalnızlaşmış bireylerin kolektif beklentiler için mücadele isteğini yitirmesi mümkündür.

28 Ayrıntılar için bkz. Lyotard, J. F. (1997). Postmodern Durum, Çev. Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları.

Kolektif edimselliğe yönelik ilginin kaybolması, tüketici olma rolünün vatandaş olma kimliğinin önüne geçmesiyle de ilişkilidir. Postdemokrasi üzerine tartışmalar yürüten Jacques Ranciere, Colin Crouch, Sheldon Wolin gibi düşünürler postmodern toplumların belirsiz, müphem atmosferine katkı yapan neoliberal politikaların bireysellik vurgusunun, bireyleri politik özne olmaktan uzaklaştırdığını dile getirmektedirler. Neoliberal politikaların bireysellik vurgusu öncelikle tüketici olma rolü üzerinden şekillenmekte ve tüketim süreçleri vatandaşlıkla ilgili sorumlulukları görünmez kılmaktadır. Bauman’ın da (2003: 335) belirttiği gibi dikkatleri tüketici olmakla ilgili sorunlara kanalize olmuş bireylerin muhalefet etme edimi eriyip, yok olmaktadır.

Neoliberal politikaların devamlılığı için bireyin yalnızca tüketici olması yeterli değildir, birey üretici olarak da varlığına anlam katmak zorundadır. Başka bir ifadeyle, birey tüketici olarak fayda maksimizasyonunu hedeflediği gibi, üretici olarak da kar maksimizasyonunu hedefleyen, bu şekilde yaşamını maksimum refah üzerine kuran homo economicus olmalıdır (Nyborg, 2000: 306-307). Foucault’ya göre ise neoliberal politikaların devamlılığını garantileyen asıl unsur, rekabetçi ve girişimci öznelerin yaratılmasıdır (2008: 226). Bu özneler Foucault için memnuniyet ve haz üreten kendi kendilerinin girişimcileridirler. Bu şekilde bireyler tüketici rollerinin yanına girişimci rollerini de ekleyerek toplumsal çıkar odaklı düşünmeyi ve politik tavır almayı daha da arka plana atmaktadırlar. Hirch’in deyimiyle günümüzde politik özneden değil

“girişimci özne”den bahsetmek gerekmektedir. Ona göre insanlar bireysel başarıların peşinde koşarak yurttaş kimliklerini bir kenara bırakıp, girişimci özne kimliğine yaslanmışlardır (akt. Keskin, 2017: 490). Bu bakış açıları bireylerin toplumsal çıkarları kendi çıkarları olarak benimsemediğini ve dolayısıyla kendilerini politik sürecin öznesi olarak kavramadıklarını ortaya koymaktadır. Böyle bir kültürel yapı içerisinde “demos”

kavramı da tarihsel bağlarıyla ilişkisini yitirmekte ve vatandaşlar demos kavramının

ifade ettiği biçimde “ortak değerlerde bütünleşen, herkes için iyi olanı talep eden halk”

olarak değil bireysel çıkarlarının peşinden giden tüketiciler ve girişimciler olarak konumlanmaktadır.

Colin Crouch (2016: 11-15) politik alandaki bu gelişmelerin temelinde gösterinin siyasal alanı da işgal etmesi ve görünüşte partilerin, seçimlerin, parlamenter süreçlerin, kamusal tartışmaların devam ediyor görünmesine karşın, demokrasinin ve politikanın giderek eski zamanlardaki gibi politik elitlerin denetimine geçmesine ve gerçek politikanın kapalı kapılar ardında yürütülmesine bağlamaktadır. Politikanın üretimi ve gösterisi arasında fark yaratan bu süreç, politika yapmanın pazarlama ve ikna stratejileriyle eşgüdümlü bir faaliyet olarak görüldüğü bir yapı içerisinde işlemektedir (Crouch, 2016: 50-53). Bu durum politik süreçlerin gerçeklik ilkesiyle olan bağını görünmez kılmakta ve gösterinin toplumsal yapının birçok alanında hâkim kıldığı belirsizlik politik alanı da etkisi altına almaktadır. Böyle bir belirsizlik içerisinde bireyler rasyonel bilgiler üzerinden değil medyanın denetimindeki gösteri aracılığıyla belirli davranışlara yönelmektedirler. Neoliberal politikaların yaydığı “alternatif yok”

dokrini de söz konusu belirsizlik olgusunu pekiştirerek bireylerin politik ilgilerini kaybetmelerine, toplumsal meselelere yönelik kayıtsız kalmalarına neden olmaktadır.

Bu kayıtsızlık insanların kamusal alandaki söz söyleyen ve söylenen sözü denetleyen rollerini terk etmeleriyle sonuçlanmaktadır.

Toplumsal meselelere olan kayıtsızlık hali bireylerin tüm yaşam dinamiklerini giderek daha fazla kendisine odaklı (benmerkezci) şekillendirmesiyle de ilgilidir.

Bireylerin kendisine odaklandığı bir kültürel atmosferde pek çok insan, yaşamın anlamını ifade eden tek şeyin kendisi olduğunu düşünmektedir. Bu durum da toplumsallığa ilişkin değerlerin, ilkelerin kaybolmasıyla yakından ilişkilidir. Ulrich Beck’e göre ekonomik ve toplumsal sistem sahte alternatifler vaat etmesine rağmen, birey için din de dâhil birçok değer “yok”tur. Birey bu yokluklar arasında tek var olan

şeyi kendisi olarak düşünmekte, kendi dünyasına çekilmekte ve yalnızlaşmaktadır (2014: 172). Kendisini önceleyen birey için dürüstlük, vefa, saygı, yardımseverlik gibi ahlaki nitelikler de yine kendisinde aranması gereken niteliklerdir. Bu nedenle de “iyi insan” tanımlaması herkesin kendisine mal ettiği muğlâk bir boyut kazanmış, ahlaki duyarlılığa dair anlayışların kendisinin etik ihlaller içerdiği bir kültürel yapı ortaya çıkmıştır. Etik ilkelere ilişkin algılayışların müphem bir boyut kazanması, etik bir yönelim gerektiren kamusal duyarlılıklara olan ilgiyi de olumsuz etkilemiştir.

Kamusal meselelere olan ilginin azalmasında ve bireylerin muhalefet etme ve politik tavır alma edimlerinin zayıflamasında toplumsal sorunların özel meseleler olarak yansıtılmasının da etkisi olduğu söylenebilir. Bauman’ın da belirttiği gibi, postmodern koşullar bireyleri çevrelerindeki insanların acılarından sorumlu tutmayan bir anlayışı yaygınlaştırmaktadır. Toplum artık toplumsal sorunları özel sorunlara dönüştüren bir makineye dönüşmüştür. Günümüzde insani sorunlar daha çok insanların kişisel problemleridir ve çözüm yollarını arama sorumluluğu da kişisel hale gelmiştir. Bu süreçte sorumlulukları kamu güvenliğine indirgenen politika da toplumsal sorunları toplumsallıktan çıkararak adaletsizlik gibi olguları kişisel başarısızlık ve ihmal olarak yansıtmaktadır (Bauman, 2003: 333-334). Hangi sorunların kamusal hangi sorunların özel olduğunun müphem hale geldiği bu koşullarda bireyler, başkalarına karşı sorumluluk almayan, politik anlamda “zararsız” ve hissiz varlıklara dönüşmektedirler.

Bu tür bir hissizlik içerisindeki bireylerin kolektif bir edimde bulunmaları da güçleşmektedir.

Özetle, kolektif bilinç ve eylemin kayboluşu düşünümsellik yoksunluğu çerçevesinde tartışılan müphemlik unsurlarıyla yakından ilişkilidir. Dolayısıyla gerçeklik kaybı, gösterileşen toplum, tüketime endeksli bireyselleşme, hız kültürü gibi olgular bağlamında ortaya çıkan belirsizlikler bireylerde sorgulayıcı bir perspektifin gelişmesini olumsuz etkileyerek aynı zamanda kitlesel bir mücadelenin de önünü

kesmektedirler. Ayrıca, büyük anlatıların sonu, kamusallığın çöküşü ve toplumsal meselelerin özelleştirilmesi gibi olgular da müphemliklerle içiçe olup, kolektif bilinç ve eylem üzerinde de olumsuz etkilere sahiptirler. Bütün bu tartışmalar ekseninde müphemliğin kolektif olarak hareket etme edimini olumsuz etkileyen boyutuyla da yıkıcı bir potansiyel içerdiği anlaşılmaktadır.