• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: MÜPHEMLİK VE DİSTOPYA

2.2 Distopyalarda Müphemliğin Görünümleri

2.2.2 Kartezyen Sınırların Bulanıklaşması

durularak müphemliğin yıkıcı görünümlerine dikkat çekilmekle birlikte izleyiciyi gerçekliğe ilişkin konular üzerinde düşünmeye teşvik eden anlatısal boşluklar, müphemliği yaratıcı bir boyutta değerlendirmeyi mümkün kılmaktadır.

Distopik anlatılarda sözü edilen muğlâklıklar iyi-kötü, kurban-fail gibi belirsizlikleri de içermektedir. Atayman’ın da (2004: 183) belirttiği gibi yeni tür bilimkurgularda (özellikle distopik içerikli anlatılarda), fail ve kurbanın kim olduğuna dair belirgin bir tutum almak zordur. Olayların öznesinin kim olduğu muğlâktır. Blade Runner, Videodrome gibi filmler bu tartışmada sıkça verilen örneklerdendir. Blade Runner’da makineyi insandan ayırt etmek mümkün olmadığı gibi iyi ve kötüyü, kurban ve faili de ayırt etmek güçtür. Williams (1988: 388) Balde Runner’ın dönemin iyi-kötü, siyah-beyaz mantığına dayalı kutuplaştırıcı, yıkıcı tutumlarına karşıt bir tavır ortaya koyarak, politik teorisyenleri bu bakış açılarını düşünmeye teşvik ettiği düşüncesindedir. “İnsandan daha insan” bir robot tasavvuru söz konusu ikilikleri ters yüz etmektedir. Ryan ve Kellner’a göre de (1997: 386, 2007: 52) Blade Runner distopik filmlerde genel eğilim olarak resmedilen teknoloji-doğa karşıtlığını yapı söküme uğratmaktadır. Ayrıca teknolojiye muhafazakâr yaklaşan eğilimlerin duygu ve akıl arasında kurdukları romantik karşıtlık da Blade Runner’da tersine çevrilmektedir. Öyle ki akıl ve duygu insan olmanın ne demek olduğunu sorgulatır düzeyde insani gerçekliğin nitelikleriyle donatılmış makinelerle temsil edilmektedir. Üstelik filmde doğa-kültür, akıl-duygu, teknoloji-insan vb. ikilikler yerinden edildiği gibi aralarında herhangi bir hiyerarşik üstünlük de kurulmamaktadır.

Blade Runner’ın bu temaları barındıran en eski film örneklerinden olması nedeniyle öne çıkmasına karşın farklı bilimkurgu örneklerinde de Kartezyen ikilikler muğlak görünümlerle tartışma unsuruna dönüşmektedir. Örneğin Suljic ve Öztürk (2013), Matrix filminin tematik yapısını Derrida’nın yapısöküm yaklaşımını kullanarak ve temaları iyi-kötü, makine-insan, soyut-somut, simülasyon-gerçek gibi ikili karşıtlıklar yoluyla kavramsallaştırarak analiz etmişlerdir. Yazarlar filmi söylemsel olarak yapısöküme tabi tutarak, alt metinleri ve kodların mitolojik ya da farklı kültürel metinlerle olan metinlerarası ilişkisini ortaya koymaya çalışarak “anlamın hiç

bitmeyeceği, sonsuza kadar devam edeceği” düşüncesiyle filmin anlam evrenini genişletmeye katkı sağlamışlardır.

Kartezyen sınırların muğlaklaşması ve bilimkurgu sinemasının kesiştiği noktada Ghost in the Shell (1995) filmi de öne sürdüğü tartışmalar bağlamında önemli bir örnektir. Filmde ana karakterlerden olan Takahashi’ye ağ üzerinden yönlendirmelerde bulunan Kalmann karakterinin gerçekte bir yapay zekâ olduğu öğrenildikten sonra Takahashi bu durum üzerine şu cümleyi kullanmaktadır:

“Makinenin içindeki hayalet”. Bu cümle siberpunk filmlerinde sıkça yer verilen makine-insan bütünleşmesine ve beraberinde zihin-beden düalizmine işaret eden ve Gilbert Ryle’nin “makinedeki hayalet” dogması olarak tarif ettiği duruma gönderme yapmaktadır.75 Mirt Komel (2016), Ghost in the Shell’in film, anime ve dizi versiyonlarını birlikte değerlendirdiği çalışmasında, filmdeki “hayalet” imgesinin insan-hayvan ikiliğiyle başlayan makine-insan, beden-ruh gibi bir dizi düalizmin sorgulandığı noktada kimlik bulduğunu ifade etmektedir. Hayalet insanı bir hayvandan ya da robottan ayıran bilinci temsil etmektedir ve kişi zihnini/beynini bir protez gibi değiştiremese de kendi hayaletini başka bir bedene aktarabilmektedir. Komel’e göre (2016: 922) anlatıdaki bilincin kopyalanabilir olma durumunu da “hayalet” kavramının imalarından biri olarak insan bilincinin orijinalliği sorununu “Theseus'un gemisi”76 paradoksu çerçevesinde gündeme getirmektedir. Komel (2016) bilincin varoluşsal niteliği ve bedenle olan ilişkisi bağlamında Descartes’a kadar uzanan bir tartışmayı

75 Gilbert Ryle The Concept of Mind (2009) eserinde “makinedeki hayalet” dogmasının zihin-beden düalizmini sürdüren bir anlayışla ilgili olduğunu söylemektedir. Ona göre (2009: 1-2), zihnin işleyişi açısından böyle bir ayrıma gitmek doğru değildir, çünkü zihin bedenden ayrıksı olarak varlık kazanamaz.

Ayrıca zihinsel etkinliklerin fiziksel etkinlikleri öncelediği ve yönettiği düşüncesi de bir yanılgıdan ibarettir. Ryle’ın düşüncesinde zihin bedenden ayrı bir töz olmaktan çıkıp, bedenle birlikte maddileşmektedir. Benzer bir yaklaşımı Maurice Merleau Ponty (2006: 56) beden ve ruh arasındaki düalist anlayış için ifade etmektedir. Ona göre ruhun bedenden bağımsız bir düşünme şekli yoktur.

İnsanın özünü yansıtan şeyin zihin olduğu, bedenin ise değiştirilebilir olduğu varsayımına dayalı düalist anlayışlar kişiliğin kimliğin oluşumunu da zihinsel faaliyetlere indirgemektedir. C. T. Nagoshi ve J. L.

Nagoshi bu yaklaşıma karşı çıkmakta ve kişiliğin bedenin deneyimleriyle birlikte şekillendiğini iddia etmektedir.

76 Felsefede bir paradoks. Tüm parçaları değiştirilmiş bir nesnenin aynı şey olup olmadığının tartışıldığı

Shirow ve Gilbert Ryle gibi düşünürlerin görüşleri ekseninde ve Hegelyen bir diyalektik perspektiften tartışmaktadır.

Distopik anlatıların bazılarında yalnızca ikili karşıtlıkların muğlâklaştırılmasından kaynaklı değil, söz konusu düalist yapıları yeniden üretme ve bu yapılar arasındaki sınırları bulanıklaştırma ekseninde de müphemliklerin söz konusu olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Ghost in the Shell filmini önemli kılan özelliklerden birisi de düalist yapının yeniden üretilmesi ve yerinden edilmesinin aynı form içerisinde tartışmaya açıldığı bir müphemliği içermesidir. Filmde makine-insan ayrımına dair sınırlar bulanıklaşırken, zihin-beden dikatomisi yeniden üretilmektedir.

Ghost in the Shell’i beden inşası bağlamında tartışmaya açan Ahmet Oktan (2019: 278), filmde bedenin mekanik uzuvlarla genişletilmesi, bedensiz bir yaşam formunun imkân dâhilinde düşünülmesi gibi unsurlar bağlamında, insana özünü veren ruhun biricikliğinin ve aşkınlığının altının çizildiğini ancak beynin insan ruhuna varlık kazandıran temel unsur olmasına dair vurgularla ve ruhun varlığı biyolojik bir koşula bağlanarak, beden ve ruh arasındaki bölünmüşlüğün belli ölçüde kırıldığını ifade etmektedir. Yazarın tespitlerinde de filmin zihin-beden dikatomisinin kurulması ve yıkılması arasında bir salınım oluşturduğu vurgusu dikkat çekicidir. Alita: Savaş Meleği (2019) filmindeki ve Altered Carbon (2018- ) dizisindeki siborg imgesi ve beynin, bedenin yaşamsal enerjideki ayrıcalıklı konumu bağlamında da benzer bir salınımdan söz etmek mümkündür.

Ghost in the Shell, Alita: Savaş Meleği, Altered Carbon gibi film ya da dizilerde yürütülen bu tartışmaların ve bahsi geçen diğer örneklerin düalist yapılara yönelik barındırdıkları müplemliklerin varoluşsal tartışmalar açısından önemli bir zemin oluşturduğu söylenebilir. İnsanı insan yapan unsurların neler olduğu, akıl ve ruh ya da akıl ve sezgi arasındaki hiyararşilerin neden ve nasıl inşa edildiği gibi varoluşsal sorgulamalar söz konusu anlatıların Kartezyen sınırlara ilişkin muğlâklıklar

oluşturmasıyla açığa çıkmaktadır. Blade Runner özelinde bu tartışmalara değinen Barad (2007: 22-33) insan olmanın ne demek olduğunu Sartre’ın görüşleriyle birlikte sorgulamaktadır. Barad tartışmaya şu sorularla başlamaktadır: “Yapay zekâ insana benzeyen ve hareket eden bir vücuda yerleştirilirse, böyle bir makine insan olur mu? Bu durumda insan ve makine arasındaki ayrım ortadan kalkar ve insan da bir makineyle aynı statüye indirgenebilir mi? Ya da bu yapay zekâlı androidler yaratıcılarının onlar için tanımladığı özelliklerin dışına çıkabilirler mi? Barad, Sartre’ın insanın kendini gerçekleştirmeye çalışan bir varlık olduğuna ilişkin görüşlerinden yola çıkarak insanı makinelerden ayıran en temel özelliklerin özgürlük, empati duygusu ve sorumluluk alma güdüsü olduğunu ifade etmektedir. Kendi doğasını seçebilen bir tür olarak insan, seçtiklerinin sorumluluğunu taşımak zorundadır. Diğer taraftan filmde androidlerin insan olmadığını belirleyen süreç duygusal derinliklerinin bir çeşit testten geçirilmesi ile olmaktadır. Bu noktada yazar şu soruyu sormaktadır: İnsanların duygusal tepkiler vermediği, insanlık dışı tavırlar geliştirdiği durumlar, onları insan olma vasfından uzaklaştırır ve makine yapar mı? Yazara göre film aslında biyolojik olarak insan olanların insan olma derinliğini sorgulamanın bir yolunu sunmaktadır. Filmde androidler de tıpkı insanlar gibi farklı duygusal olgunluklara sahiptir. Bazıları empati duymaz, sorumluluk almazlar. Bu noktada Barad’a göre Blade Runner, androidlere insandan daha insan olma vasfı yükleyerek insan olmanın özü konusunda düşünmeye sevk etmektedir.

Distopik anlatılarda varoluşsal sorgulamaların bir yönü de akıl ve sezgi karşıtlığı ile ilgilidir. Bu anlatıların bazılarında, modernitenin aksine, akıl ve sezgi arasında bir karşıtlık kurulmamaktadır. Örneğin Minority Report filminde, suçların henüz gerçekleşmeden tespit edilip cezalandırılmasına yönelik teknolojinin işlevsel olması kâhin olarak tanımladıkları üç kişinin sezgileriyle mümkün olmaktadır.

Gelecekte işlenecek suçlar bu kâhinler tarafından hissedilmekte bilim ve teknoloji

yalnızca onların hislerini başkalarının da görüp, yorumlayabileceği verilere çevirmektedir. Kâhinlerin sezgileri ve bilimsel bilginin birlikteliğine dayanan bu anlatının gerçekliği, akıl ve sezgi arasında bir ikilik yaratmadan diyalektik bir perspektifle sorunsallaştırdığı söylenebilir. Diğer yandan filmde kâhinlerin sezgileri arasında bazen farklılıklar olmasına rağmen, bu farklılıkların, bilimsel bilgiyi sınıflandırma, tanımlama ve kategorize etmeye yönelik çabalar ve söz konusu teknolojinin şüphe içermeyen bir kesinlik içerisinde kabul görmesi istenci nedeniyle, gizlenmesi söz konusudur. Filmin sonunda önsuç birimi olarak tanımlanan güvenlik biriminin faaliyetleri, söz konusu teknolojinin gerçekliği yanıltabileceği gerekçesiyle durdurulmaktadır. Sezgiler arasında tutarsızlığın olması ve kesinliğin inşa edilmesi arzusunun yarattığı ikiyüzlülük, “insan”ın hata yapma ve kusurlu olma potansiyeli de düşünülerek, gerçekliğin kavranmasına yönelik olarak ne bilimsel bilgiye ne de sezgilere mutlak bir güvenin olamayacağının da ifadesi niteliğindedir.

Akıl ve sezgi, metafizik ve bilim arasındaki karşıtlığa yöneltilen benzer bir itiraz Matrix filminde de görülmektedir. Filmde Kâhin’in diğer karakterlerin eylemlerinde ve belirsizliklerin egemen olduğu bir evrendeki gerçeklik arayışında etkin role sahip olmasının, akıl ve sezgi karşıtlığını bozduğu söylenebilir.

Distopik anlatılarda düalist yapıların sorgulanması, varoluşsal tartışmaların yanı sıra, teknolojideki hızlı ilerlemenin, insan psikolojisinde ve sosyal yaşamında ne tür beklenti ve kaygılar yarattığına ilişkin tartışmaları da açığa çıkarmaktadır.

Bilimkurgunun ele aldığı kartezyen karşıtlıkları Total Recall filmi üzerinden tartışan Aslı Favaro ve Onur O. Akşit (2014), bu tür filmlerde makinelerin bilinç kazanması ve insan yaşamı üzerinde baskı unsuru olarak dönüşüm geçirmesinin teknolojik gelişmelerin geleceğinden duyulan endişeleri açığa çıkardığından ancak bu kaygılara eklemlenen bir özgürlük arzusunun da varolduğundan bahsetmektedirler. Bu bakışla filmin anlatısı içerisinde makine-insan düalizmi, felaket ve özgürlük, kaygı ve umut

arasında bir tür belirsizlik içerisinde konumlandırılmaktadır. Benzer şekilde siberpunk türü üzerine çalışmalar yapan Ersümer de (2013) Totall Recall’un yanı sıra Ghost in the Shell, Blade Runner, Johnny Mnemonic, Robokop (Paul Verhoeven,1997), Avalon (Mamoru Oshii, 2001), Matrix gibi filmleri teknoloji-beden bütünleşmesi bağlamında kararsız bir tutum içerisinde ele almaktadır. Ersümer (2013: 138) bu filmlerin, insanın teknolojiyle bütünleşmesinin tehlikelerine dikkat çekmenin yanı sıra, bu bütünleşmenin sağladığı olanaklara yönelik sempati de oluşturarak kararsız bir tutum ortaya koyduklarını iddia etmektedir. Ersümer’e göre bu filmlerin kahramanları, bilgisayar ağlarına bağlı olan beyinlerinin egemen savunma sistemleri tarafından ele geçirilip öldürülme riskiyle yüz yüze olmalarına karşın, siberuzayda varlık göstermekten haz duymaktadırlar. Bu filmlerde teknoloji ölüm riski getirmesinin yanında sonsuz bir yaşam vaadi de sunmaktadır. Böylece sözü edilen filmlerin bu tür kararsızlıklarla kurulan evrenleri bazen bir ütopya bazen de distopya görünümüne kavuşmakta, dolayısıyla da bu iki farklı dünya imgesi aynı form içerisinde varlık kazanmaktadır.

Bahsi geçen filmlerde Kartezyen ikiliklere ilişkin tartışmanın bir boyutunu da kültür karşıtlığı ya da melezleşmesi oluşturmaktadır. Bu filmlerde genellikle doğa-kültür karşıtlığının çözülmesine paralel olarak “doğal olanın iyi, yapay olanın kötü olduğu” şeklinde açığa çıkan doğal ve yapay arasındaki hiyerarşi ters yüz edilmektedir.

Söz konusu hiyerarşinin sorgulanmasında siborg imgesi merkezi bir konumda yer almaktadır. Aksu Bora (2018: 201) siborgları romantik bir çerçevede ele alarak benzer bir sorgulamaya vurgu yapmaktadır. Bora’ya göre siborg imgesi de romantikler gibi kültüre vurgu yaparak, bedeni tarih içerisine yerleştirerek ve evrensel birey yerine tarihsel, ilişkisel bireye vurgu yaparak romantik bir düşünceyi yansıtmaktadır. Bu romantik üslup içerisinde organikle mekaniğin birleşmesi her şeyden önce doğa-kültür karşıtlığını sorgulatmakta ve bu sorgulama içerisinde siborg, teknoloji marifetiyle

arttırılmış bir insan değil, söz konusu ikilikler arasında bir ara yüz olarak karşımıza çıkmaktadır.

Düalist anlayışın sorgulandığı distopik anlatılarda öne çıkan siborg figürü farklı tartışmalara da konu olmaktadır. Örneğin, Sibel Yardımcı (2015: 71-72), makine-insan arasındaki sınırların muğlâklaşmasını temsil eden “siborg” imgesini “canavar”

imgesiyle paralel bir ideolojik çerçevede ele almaktadır. Yazara göre her ikisi de “öteki”

konumundan güç aldıkları ve insan tanımını, toplumsal örgütlenme biçimlerini ve politik sınırları yerinden etmeleriyle devrimci bir potansiyel taşımaktadır. Her ikisinin bedeni de insanın diğer varoluş biçimlerinden üstün tutulmasına ve ırk, cinsiyet ve biyolojik yetersizlikler ölçütünde toplumsal yapı içerisinde kök salan sınıfsal tabakalaşmaya meydan okumaktadır. Yardımcı için bu meydan okuma, ötekiyle karşılaşmanın ve ötekini özümsemenin etik duyarlılığını amaçlayan bir konumlanışı temsil etmektedir. Görüşlerini Haraway’in Siborg Manifestosu (2006) çalışmasıyla destekleyen Yardımcı (2015: 73), toplumsal yaşamın bilim ve teknolojiyle yeniden örgütlendiği ve gündelik yaşamın dijital bir ağ içerisinde formüle edildiği mevcut dünya düzeninde, siborg imgesinin insan ve hayvan, organizmayla makine arasındaki sınırları yerle bir ettiğini; üstelik bunu yaparken Frankenstein canavarından farklı olarak ataerkil yapıya uyumlu bir hetereseksüelliğin ya da organik bir aile modelinin olumlamasına yönelmediğini vurgulamaktadır. Austin Corbett de (2009) ontolojik ayrımların şekillendirdiği yapıyı savunmasız hale getiren siborg figürünün, toplumsal sınırları yeniden tanımlayan “canavarlar” olarak hareket ederek, Haraway’in bahsettiği şekilde teknolojinin düalist yapıları kırma sorumluluğunu üstlenebiliceğini iddia etmektedir.

Siborg imgesinin ötekiyle ilişkiselliği temsil etmesiyle ilgili olarak Yardımcı’yla benzer görüşler ifade eden Bora (2018: 203-204), sibernetiğin organik modelini bağışıklık sistemi ile ilişkilendirmektedir. Nasıl ki bireyin bağışıklığı varsa kolektif bedenlerin de bağışıklığından bahsetmek gerekmektedir. Kolektif bağışıklık

sistemi, milliyetçilik ya da neoliberalizm gibi sınırlar çizen ideoloji ve kurumlarla işlemektedir. Kolektif beden bir millet olarak düşünülürse, bu beden tehdit getirebilecek her türlü yabancıdan korunmak üzere örgütlenmektedir. Bu bakış açısı kabul edilebilir olanla olmayan, ben ve öteki arasında kesin sınırlar çizen, kendi içine kapanan ekonomi, siyaset, kültür ve bilimin düşüncelerini yansıtmaktadır. Ancak bağışıklık sisteminin kendini yeniden üretebilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için dışarıyla, yabancıyla, ötekiyle temas halinde olması gerekmektedir. Siborglar da dışarıdakini içeri alan, sınırları belirsizleştirerek ben ve ötekinin birlikteliğini sağlayan mekanizmalar olarak düşünülmelidir. Bora da siborglara Haraway’in yüklediği türden bir anlam atfederek, bu melez yapılarda, insanı ve insanlığı diğer türlerden ayıran bir anlayışın yerine türler arası ilişkiselliği koyması açısından önemli bir potansiyel görmektedir.

Bütün bu tartışmalar postmodern dönemin ortaya çıkardığı belirsizliklerle yakından ilişkilidir. Jerome Bruner postmodern dönemin insan ve doğa arasındaki süreksizlikleri77 ortadan kaldırdığını ifade etmektedir (akt. Mazlish, 1967: 2-3). Bruce Mazlish (1967: 3) de Bruner’in bu görüşünü desteklemekle birlikte insan ve makine arasındaki süreksizliğin günümüzde hala devam ettiği kanaatindedir ve bunun da ortadan kaldırılması gerektiğini savunmaktadır. Scott Bukatman (1993: 8) da Mazlish’in görüşünü paylaşmaktadır. Yazara göre bu ikiliğin ortadan kalkması, kendisine varoluşsal olarak üstün bir konum adfeden insanın egosunun da sarsılması bakımından önemlidir. Bilimkurgu, yeni teknolojilerin farklı olanaklarının anlatımı yoluyla, Mazlish'in tarif ettiği makine-insan süreksizliğiyle mücadele etmeye yönelik önemli bir

77 Freud insanın kendisine olan öz-sevgisine yönelik üç saldırı olduğundan bahsetmektedir. Bunlardan ilki, Copernicus’un “dünyamızın kâinatın merkezi olmadığını, büyük bir dünya sistemi içerisinde sadece bir leke olduğunu söylemesidir. İkincisi insanı özel olarak yaratılmış bir tür konumundan hayvan statüsüne indirgeyen Darwin ile olmuştur. Üçüncüsü ise Freud’un kendisinin hiçbirimizin egosu üzerinde tam kontrolü olmadığına yönelik çalışmalarıdır. Jerome Bruner Freud’un bu yaklaşımını süreksizliğin bertaraf edilmesi yönelimiyle ilişkilendirir. Süreksizliğin ortadan kaldırılması, sürekliliğin yaratılması olarak görülen doğanın sürekliliğine ilişkin bir inanç biçiminin kurulması anlamına gelmektedir. İlk sürekliliğin herşeyin tek bir tözden var olduğunu söyleyen Yunan filozofları tarafından oluşturulduğunu düşünen Bruner, ikinci sürekliliğin hayvan ve insan arasında kurduğu ilişki ile Darwin’in çalışmalarıyla mümkün olduğunu ifade etmektedir. Üçüncü süreklilik ise Freud’un ego kavramsallaştırmasıyla sağlanmıştır. Bu süreklilikler insanı dünyanın diğer kalanıyla (yabancı olanla) bağlantılı hale getirmiştir

girişimi temsil etmektedir (Bukatman, 1993: 8). Bukatman bilimkurkuya atfettiği bu önemi başka alanlarda ortaya çıkan ikiliklere doğru da genişletmekte; postyapısalcı ve postmodernist kuramcıların organik-inorganik, kadın-erkek, özgünlük-taklit, gerçeklik-yapaylık, insan-insandışı gibi düalist yapıların tersyüz edilmesine ilişkin tartışmalarının, bilimkurgu anlatılarında yer verilmesinin önemine vurgu yapmaktadır (Bukatman, 1993: 10). Bu açıdan distopik anlatılarda düalist sınırların muğlaklaşmasına yönelik vurgular, sorgulamaya açtıkları düşüncelerin çeşitliği açısından müphemliğin yaratıcı, üretken potansiyellerinin örnekleri olarak değerlendirilebilir.